Seyyit Han – Yılmaz Güney (1968)

“Bir adam ki benim canıma kastı vardır, bir adam ki benim ekmeğimde gözü vardır, bir adam ki benim namusuma bakar, ben kıyarım onun canına. Oysa küçük bir serçedir, kendine kuru bir dal arar”

Sevdiği genç kadının ağabeyinin öne sürdüğü koşulu yerine getirmek üzere ayrıldığı köyüne döndüğünde, sevdiğinin köyün beyi ile evlenmek üzere olduğunu gören bir adamın hikâyesi.

Yılmaz Güney’in yazdığı ve yönettiği bir Türkiye yapımı. Kendisine “Çirkin Kral” lakabını kazandıran oyunculuklarından sonra yönetmenliğe adım atan Güney’in kendine has ve Yeşilçam’ın kalıplarının dışına çıkan yönetmenliğinin ilk örneği olan çalışma (daha öncesinde ortak yönetmenlik çalışmaları olmuş Güney’in) bugün sinemamızın önemli eserlerinden kabul edilen bir film. Görüntü yönetmeni Gani Turanlı ile birlikte yakalanan etkileyici siyah-beyaz estetik, Sergio Leone’ye selam gönderen bir atmosfer ve hikâyesinin anlattığı mesele üzerine epey düşündüğünü hissettiren senaryosu ile 1960’lı yılların yüz akı yapıtlarından biri bu kuşkusuz. Bazıları pek de önemsiz olmayan kusurları var filmin ama Güney’in özenli, sorumlu ve yaratıcı bir sanatçılık örneğini gösterdiği filmin değerini çok da zedelemiyor bu sorunlar.

Güney’in özellikle geniş ve boş alanlarda film boyunca sıkça başvurduğu bir uzak çekimle açılıyor film: Çöle benzer bir arazide atı ile ilerleyen bir adamı görüyoruz bu sahnede; sırtındaki tüfeğinden başka bir şey olmayan bu yiğit adamın adı Seyyit Han’dır. Yedi yıl önce, sevdiği kadını abisinden istediğinde bir şart koşulmuştur kendisine: Önce tüm düşmanlarından kurtulmalıdır çünkü ağabey kardeşinin genç yaşta dul kalmasını istememektedir. O da yedi yıl boyunca savaşmış ve artık sevdiğine kavuşmayı hak etmiştir. Ne var ki yokluğunda, önce hapse girdiği duyulmuş ve ardından da öldüğü haberi gelmiştir. Bu yüzden, kadının abisi köyün beyine vermiştir kız kardeşini ve kadının kaderine razı olması sonucu gerçekleşecek bu evlilik tam da Seyyit’in geri döndüğü gün düzenlenmektedir. Bu özet, köyde geçen herhangi bir Yeşilçam filmininkinden çok da farklı görünmüyor; Güney’in filmini farklı yapan bu hikâyeyi ince bir duyarlılıkla ele alması; girişteki western havasından trajediye uzanan farklı alanlara uzanması ve elde ettiği başarılı görsellik. Özeti sıradan görünen bir hikâye üzerinden kendi dünya görüşünü yansıttığı bir sonuç çıkarıyor ortaya Güney ve zorlama bir kahraman öyküsü anlatmak yerine “mitolojik gerçeklik” olarak adlandırabileceğimiz bir atmosferle etkilemeyi başarıyor seyircisini.

Aralarında Ali Ekber Çiçek ve Can Etili’nin de bulunduğu halk müziği sanatçılarının çalışmalarını ve Nedim Otyam’ın orijinal müziklerini dinliyoruz hikâye boyunca. Jenerikte adı “Müzik Direktörü” olarak geçen Otyam’ın kendi çalışması ve seçtiği eserler başarılı ve genellikle öykü ile gerektiği gibi ilişkilendirilmişler. Bu işitsel zenginliğe ne yazık ki Yeşilçam’ın klasik teknik yetersizliği pek de görmezden gelinemeyecek bir darbe vuruyor. Çekimlerinin sesli yapılmamasının uzantısı olarak ortam sesleri ile müzik birbirini eziyor sürekli olarak; örneğin düğün sahnelerindeki silah seslerini her duyduğumuzda müziğin sesi kısılıyor adeta ve doğallığı bozuluyor filmin. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Turanlı’nın görüntü ve Güney’in oyunculuk ödüllerinin yanında (Güney’in performansının en iyi yanı bir kahramanlık ve / veya trajedi abartısından uzak duran ve Yeşilçam’ın kendisini o güne kadar yerleştirdiği kalıpların dışına çıkan sadeliği) Otyam da hazırladığı müzikle hak edilen bir ödül almış ama genel olarak filmde müziğin kullanımı bir parça dağınık görünüyor açıkçası.

Müziklerin katkı sağladığı gerçekçiliği asıl sağlayan Güney’in yönetmen olarak seçimleri olmuş. Giriş sahnesi tipik bir western havası taşısa da, sanatçı uzun tuttuğu düğün hazırlıkları (berber traşından halaylara, kız almadan onu at sırtında yeni evine götürmeye) ve düğün sahneleri başta olmak üzere hikâyenin geçtiği yöreye bir belgeselci gözü ile bakmış adeta. Bu tavır açılış ve kapanış sahnelerinin western havası ile örtüşmüyor elbette ama Onat Kutlar’ın filmle ilgili çok değerli analizinde (Yeni Sinema Dergisi’nin 1968’de yayımlanan 24 numaralı sayısı) belirttiği üzere, çekimlerin Güney’in kendi köyünde gerçekleştirilmiş olmasının da katkısı ile filmde belli bir otantiklik yakalanmış. Belki de filmin en kayda değer başarılarından biri, -finalde aynı güçlü etki sağlanamamış olsa da- açılıştaki western atmosferinin bekleneceğinin aksine hiç de ayrıksı durmaması. Oysa bu başlangıç sahnesi “Kasabaya gelen yabancı kovboy”u, barmeni ve bar ve kahve karışımı yerde kumar oynayanları ile herhangi bir western’e yakışacak bir içeriğe sahip. Türkiye’de bir köyde böyle bar benzeri bir mekân olabilir mi sorusunun cevabı elbette lehine değil ama film yakaladığı görsel tutarlılıkla bu durumun absürt bir sonuç vermesine engel oluyor büyük ölçüde. Bu başlangıç, “kötü adam”ları (ki hikâyenin devamında “ortak düşman” gerekçesi ile tekrar karşımıza çıkmaları pek gerçekçi değil) ve “Kusura bakma, seni dövmek zorundayım” gibi zayıf ve Güney’in daha sonra da bir süre rol almaya devam edeceği ve westernlere öykünen filmlerin ucuzluğuna sahip olması ile kendi içinde bir tutarlığa sahip sonuç olarak.

Filmin önemli artılarından biri Seyyit Han karakterini gerçekçiliği ile Yeşilçam karakterlerine göre daha ayakları yere basan bir şekilde çizebilmiş olması. “Ben kadere razı olacak adam mıyım?” dese de hikâyenin kahramanı, gerektiğinde ve doğru olan o olduğunda boyun eğmesini de biliyor. Benzer şekilde ağabey (Nihat Ziyalan sade oyunculuğu ile dikkat çekiyor bu rolde) karakteri de mutlak iyi ve kötü olmanın ötesinde, gelenekler ile vicdanı arasında sıkışıp kalan bir erkek olarak oluşturulmuş ki bu da çok doğru bir tercih olmuş kesinlikle. Aslında filmin tümüne yayılan ve Güney’in de oyuncu olarak bir parçası olduğu Yeşilçam geleneklerinden farklı olma çabasını ve sinemacının dürüst ve duyarlı yaklaşımını sürekli hissedeceğiniz bir çalışma bu. Gerektiğinde uzun ve diyalogsuz sahnelerden çekinmeyen, hikâyesini nerede ise gerçek zamanlı anlatan, uzak çekimlerle yakın planları dozunda ve doğru şekilde kullanan ve gösteriş uğruna sadeliği feda etmeyen bir film çekmiş Güney ve sinemamızın önemli yapıtlarından birine imza atmış.

Sinemamızın kusurlarından elbette tümü ile muaf değil Güney’in filmi. Örneğin bir sahnede kamera bir karakterin gözünden uzak bir noktaya bakıyor; dolayısı ile biz de bakıyoruz aynı yere ve bizim göremediğimiz bir detayı (çünkü kamera da göremiyor ve gösteremiyor o detayı) o karakterin algılaması da imkânsız. Ne var ki öyle olmuyor ve karakter “gördüğü”nden dolayı harekete geçebiliyor. Final sahnesinde “kurşunların deviremediği adam” yaklaşımı da abartılı olmuş örneğin.

Toplumda kadının “namusun üzerinden somutlaştırıldığı” bir obje olması ve bu anlayışın kurbanı haline getirilmesini sembolik ve trajik masallara yakışan bir içerikle anlatmış Güney. Finaldeki “hatırlanan geçmiş” bölümü de halk edebiyatı tarzına yaklaşarak bu masal havasını destekliyor. Hikâyeleri ile de bilinen sanatçının burada da bir küçük hikâyeyi anlatırken, Yeşilçam’dan uzaklaşan ama henüz tam anlamı ile kendisini bulamamış bir sinema örneği verdiğini söyleyebiliriz rahatlıkla ve bunu yaparken de o güçlü kısa hikâyelerin tadını elde etmeyi başarmış Güney.

Yılmaz Güney yıllar sonra yaptığı açıklamalarda filminin kusurlarını açık yüreklilikle dile getirmiş: “Seyyit Han, 1968 başlarında, daha önceki birikimlerin de etkisiyle, Yeşilçam kurallarına, özellikle de Çirkin Kral Yılmaz Güney’e karşı başkaldırının adıdır. Fakat, görevini başarıyla gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. İşletmelerin, Çirkin Kral şartlanmalarının, Yeşilçam baskılarının altında, o günün kaçınılmaz gibi görünen kaçınılmaz uzlaşmaları içine girmemiz, filmin değerinden büyük şeyler götürmüştür. O zaman da bunun bilincindeydim. Fakat durum tahlillerindeki yanılgımız, bizi eksik ve sakat etkilerle dolu bir film yapmaya götürdü”. Bu samimi sözlere -elbette dönemin sansürünü de gözden kaçırmadan- şunu da eklemek gerekiyor: Hikâye bireysel bir düzlemde kalmış ve karakterlerin parçası olduğu toplumun bir genel resmine dönüştürülememiş.

Evet, kusurları olan bir sinema yapıtı bu; bir yandan da parlak bir sinemacının doğuşunu müjdeliyor ama: Yaşadığı toplumun meseleleri ile ilgilenen, onlar üzerinde düşünen ve analizler yapan, biriktirdiklerini sinema sanatı aracılığı ile geniş kitlelerle dürüst bir şekilde paylaşan bir sinemacı. Sinemanın insana insana anlatması gerektiğini güçlü bir biçimde hatırlatan, görülmesi gerekli bir çalışma özet olarak.

(“Seyyit Han: Toprağın Gelini”)

(Visited 247 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir