“Sicilya! Sicilya! / Çobanların türkü söylerler dağlarda / Sicilya! Sicilya! / Oynarlar pınarlarda / Hava ve güneşi şiirle doldurur yüreği / Sicilya! Sicilya! / Vatanım, memleketimsin sen benim”
15 yıl önce ABD’ye göç eden bir adamın annesini ziyaret etmek için Sicilya’ya giderken yol boyunca karşılaştıkları ile ve evinde annesi ile yaptığı konuşmaların hikâyesi.
İtalyan yazar Elio Vittorini’nin 1941 tarihli “Conversazione in Sicilia” adlı romanından (kitaptaki diyaloglar 1938 – 1939 arasında Letteratura adındaki bir edebiyat dergisinde bölümler halinde yayımlanmış önce) uyarlanan bir İtalya, Fransa ve Almanya ortak yapımı. Çoğunlukla İtalya ve Almanya’da çalışmakla birlikte aslında Fransız olan sinemacı ikili Danièle Huillet ve Jean-Marie Straub’un senaryosunu ve yönetmenliğini birlikte üstlendikleri film onların tarzlarına uygun bir sinema diline sahip ve doğal olarak sıradan sinema seyircisi için çok da çekici olmayabilecek bir çalışma. Fransız Cahiers du Cinéma dergisinin 1999 yılının en başarılı üçüncü filmi olarak seçtiği eser amatör oyuncularının yönetmenlerin tercihlerine uygun olarak, konuşmaları duygulardan mümkün olduğunca soyutlayarak yaptıkları, Vittorini’nin kitabının ruhunu çarpıcı bir şekilde beyazperdeye taşımayı başaran ve Sicilya’nın kültürünü, geleneklerini ve insanlarını tam bir dürüstlükle karşımıza getiren önemli bir yapıt. Kuşkusuz herkese göre değil bu film ama gerçekliğine, samimiyetine ve doğallığına kendinizi bırakırsanız, kesinlikle önemli bir keyif alacağınız bir film bu.
Herhangi bir enstrümanın eşlik etmediği bir kadın sesinden dinlediğimiz, sözleri bu yazının girişinde yer alan kısa bir şarkı (türkü demek daha doğru belki de) ile açılıyor film. Kapanışta da duyacağımız Beethoven’ın Opus 132, La Minör Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nden kısa bir bölüm ve oyuncuların isminin yer almadığı açılış jeneriğinden sonra görüntüye, bir iskele babası üzerine sırtı bize dönük olarak oturmuş bir adam geliyor. Onunla, yanında karısı ile birlikte sırtını duvara vererek oturan bir portakal satıcısının konuşmasına tanık oluyoruz. Adam 15 yıldır yaşadığı ABD’den memleketine dönen bir Sicilyalıdır; Sicilyalılar sabah yemek yemediği için onun oranın yerlisi olmadığını anlayan satıcı ise emeği karşılığında para yerine kendisine portakal ödenen ve sokak sokak dolaşarak bu portakalları umutsuzca satmaya çalışan yoksul bir yerlidir. İşsizlik, yoksulluk ve yemek alışkanlıkları üzerinden Sicilya ve Amerikan kültürlerinin karşılaştırılması bu ilk sahnenin konuları olarak çıkıyor karşımıza. Hikâye boyunca üç farklı mekanda daha geçecektir bu türden konuşmalar: Tren, anne evi ve bir meydan. Vittorini’nin anti-faşist olarak tanımlanabilecek romanındaki temaları (yoksulluk, işsizlik, sadakat (ve ihanet), sömürü, saygınlık vs.) tüm bu dört farklı mekandaki konuşmalar üzerinden anlatıyor film ve bunu yaparken iki sinemacının kendilerine özel sinema anlayışının da iyi bir örneğini sunuyor.
İkinci sahne bir trende geçiyor. Önce trenin koridorunda pencere önünde duran iki adamın Sicilyalı olmak, aç bir insanın ne kadar tehlikeli olabileceği ve yapılan işin saygınlığı üzerine konuşmalarını dinliyoruz. Daha sonra bir kompartımana sokuyor bizi film ve orada memleketine dönen adamın içeridekilerle konuşmalarına tanık oluyoruz. Koridordaki adamlardan gelen koku (meslekleri konuşulmuyor bu adamların ama yaptıkları iş her neyse İtalya’da sadece Sicilyalıların yaptığı bir iştir bu), Sicilyalıların karamsarlığı, memleketleri, yolculuk güzergâhları gibi konular üzerinden uzun sohbetlerini dinliyoruz trendekilerin. Üçüncü sahne Amerika’dan gelen adamın annesinin evinde geçiyor. Anne ile oğlu arasındaki konuşma en uzun sahneyi oluşturuyor ve adamın çocukken sevdiği yemekler, yaptığı haylazlıklar, ailenin ve yaşadıkları bölgenin yoksulluğu (Anne; eşinin, komşularının aksine düzenli bir maaşı olduğunu, bu maaşla 10 gün herkesin kıskandığı bir şekilde yaşadıklarını ama sonra herkes gibi salyangoz ve güneyik otu yiyerek hayatta kaldıklarını anlatıyor) ve annenin sosyalist olan ama Aziz Yusuf için düzenlenen yerel törenlere de keyifle katılan babası etrafında dönüyor çoğunlukla. Sonra konu başka bir kadına âşık olan babaya ve onun ihanetlerine geliyor. Oldukça ilginç ve hatta eğlenceli bu son konu babanın ihaneti üzerinden aksa da, genel olarak aşk, sadakat ve bağlılığa da uzanıyor ve annenin maceralarına varıyor konuşma sonunda! Sözlerin arasında grev, isyan gibi sözcüklerin de geçtiği bu “oğlunun anneyi sorgulaması” bölümü çok yalın bir sinemanın samimiyet ile nasıl etkileyici olabileceğini gösteriyor seyirciye.
Son sahnedeki konuşma bir meydanda, kahramanımızla bir seyyar bıçak bileyici arasında geçiyor. Bileyicinin artık kimsenin bıçak ve makasının olmadığından şikâyet ettiği ve bıçak bilemeyi özlediğini söylediği bu bölümde iki karakter arasındaki felsefi konuşmalar hayli ilginç ve modern bir toplumda çok eski bir geleneği ana konusu yapması ile dikkat çekiyor, bir bakıma Sicilya’nın geleneksel toplumsal düzenine de göndermede bulunarak.
Gücünü romandan da alan içeriği ile önemli bir film bu. Danièle Huillet ve Jean-Marie Straub’un kendilerine özgü bir sinema ile anlattıkları filmin bilinen anlamda bir hikâyesi yok; bunun yerine Sicilya’yı, insanları ve onların yaşamlarını farklı diyaloglar üzerinden anlatıyor kaynak aldığı romanın adının da söylediği gibi. Bir kültürü sadece diyaloglar üzerinden neredeyse tüm boyutları ile anlatabilmek ve bunu yaparken örneğin bir operadaki konuşmalı bölümleri hatırlatan bir sinema dilinden sessizlikten etkileyici biçimde yararlanmaya (bu sessizlik anlarını da bir operada sadece müziğin sesinin çıktığı, karakterlerin ise sahnede sessiz kaldığı anlara benzetebiliriz) uzanan farklı bir anlayıştan yararlanmak filmi özgün bir yere yerleştiriyor kuşkusuz. Büyük bir kısmı sabit kamera ile çekilen filmde sahnelerin kurgusu da “basit” ve sık sık sadece bir karakteri konuşurken görüyoruz. Fransız görüntü yönetmeni William Lubtchansky’in siyah ve beyazın kontrastını bolca kullanan sade kamera çalışması diyalogları öne çıkarırken filmin opera havasını destekliyor gibi ama bu elbette operanın çoğunlukla o görkemli, gösterişli, vurgulu olan havasına oldukça uzak düşen bir biçimde gerçekleştiriliyor. Lubtchansky’nin görüntülerini bir operanın müziklerinin karşılığı, konuşmaları da o operanın librettosu gibi düşünmek mümkün.
Finalde Elio Vittorini’nin fotoğrafını -adını belirtmeden- göstererek ona olan saygılarını sunan yönetmenler kendilerine özgü bir stilize anlatımı ustalıkla kullanıyorlar ve örneğin ABD’den İtalya’ya gelen adamı sanki New York’taki evinden ceketini alıp yürüyüşe çıkmış gibi hiçbir bagajı olmadan seyahat ederken gösteriyorkar. Bu tür tercihlere karakterleri her türlü unsurdan soyutlayıp tüm çıplaklıkları ile seyircinin karşısına getirmek ve onun söylediklerine odaklanılmasını sağlamak için başvurulmuş gibi görünüyor. Konuşmalar bittiğinde karakterleri sessizlikleri ve sabit duruşları ile göstermeye devam eden, hemen her zaman sabit olan kameranın sıradan bir manzara görüntüsünden önce sağa kayarak sıradan bir köy yolunu ve uzaktaki bir mezarlığı göstermesi ve daha sonra sola kayarak başladığı yere geri gelmesi gibi yoruma açık bir eylemde bulunduğu ve karakterlerin -dozu yönetmenlerin diğer filmlerine göre bu kez biraz yumuşatılmış bir şekilde- diyaloglarını okur gibi oynadığı bu ilginç film hikâyesine sızan politik duruşu ile de dikkat çekiyor. Kesinlikle farklı ve önemli bir film!
(“Sicily!”)