Mafyadan kaçarken, kılık değiştirerek sadece kadınlardan oluşan bir orkestraya giren iki erkek müzisyenin hikâyesi.
Amerikan sinemasının gerçek klasiklerinden ve komedinin de en parlak örneklerinden biri. Robert Thoeren ve Michael Logan’ın hikâyelerinden yola çıkarak Billy Wilder ve birlikte pek çok başarılı filme imza attığı I.A.L. Diamond tarafından yazılan senaryosundan başrollerdeki Jack Lemmon, Tony Curtis ve Marilyn Monroe’ya, Wilder’ın sihirli yönetmenlik becerisinden hiç aksamayan komedisine, kesinlikle görülmesi gerekli bir film bu. Hikâye anlatmanın ve pürüzsüz bir komedi yaratmanın -eğer varsa- formülünün çarpıcı bir biçimde uygulandığını söyleyebileceğimiz film, Hollywood’un Monroe’yu sinema seyircisine nasıl sunmayı tercih ettiğini ve sanatçının faydasını da görmüş olsa da kendisini çöküşe sürükleyen bu tercihlerin nasıl tutsağı olduğunu görmek açısından da ideal bir çalışma aynı zamanda.
1929 yılının içki yasağı sırasında Chicago’da başlayan ve ikinci yarısını Florida’da sürdüren bu film iki yıldız oyuncusunun filmin büyük bölümünde kadın kıyafetleri içinde gezinmesi ile o dönemin Hollywood’u için bir tabuya dokunması açısından sinema tarihinde ayrı bir yere sahip kuşkusuz. Burada ortaya çıkan komedinin -bizde hâlâ, kadın kıyafeti giyen erkek zaten komiktir anlayışı ile kendisini bulan türünden bir- ucuzluktan hemen hep özenle kaçınması ve bu durumu hikâyesinin mükemmel bir parçası yaparak komedinin durumsal olanından fizikseline hep üst düzeyde seyretmesi filmi benzersiz kılıyor doğal olarak. Oyunculuk açısından Jack lemmon, Tony Curtis’İn önüne geçiyor ve tek kelime ile mükemmel bir oyun sunuyor olsa da, her iki oyuncu da filmin komedisine çok ciddi bir katkı sağlıyorlar. Yan oyuncularda da benzer bir başarı film boyunca kendisini gösteriyor: Örneğin Joe E. Brown başta Lemmon ile olan dans sahnesi olmak üzere çok keyifli bir performans sergiliyor. Bu filmden üç yıl sonra hayatını kaybeden Marilyn Monroe burada da Holywood’un kendisine biçtiği ve üzerinden çıkarmasına hiç izin vermediği elbisesi içinde kendisinden bekleneni karşılıyor kesinlikle: Komik ama ondan daha çok “seksi ve aptal” oluyor. Daha ilk göründüğü sahneden (trenin püskürttüğü buhardan ürken seksi sarışın) başlayarak, sakarlığı (vücuduna gizlediği içki şişesini dans ederken düşürmesi bunun bir örneği), pek de zeki olmaması (karakterinin kendi ağzından bunu itiraf ettiği “Pek akıllı olduğum söylenemez” cümlesi, Tony Curtis’in oyununa kolayca düşmesi) ve seksiliği (tüm vücudunu titreterek “Running Wild” şarkısını söylemesi, saksafon çalan erkeklerin çekiciliğine dayanamadığını söylemesi veya kameranın sık sık onun vücut hatlarını vurgulayacak şekilde kullanılması) ardı arkası kesilmeyen örnekleri ile sürekli gözümüzün önünde tutuluyor ve bu bağlamda film adeta Monroe’nun tüm kariyerinin de bir özeti oluyor.
Kompartımandaki tek kişilik bir ranzaya, kadın kılığındaki Lemmon ile birlikte önce Monroe’nun, sonra da ona yakın kadının sığıştığı ve parti yaptıkları sahne filmin Monroe üzerinden erkek seyircilerin fantezilerine hitap etmesi ile hem komik hem de hoş bir erotizmin kaynağı olmakla kalmıyor; aynı zamanda da kesinlikle çok eğlenceli olmayı başaran bir sahne bu. Monroe’nun tüm kariyerinde olduğu gibi burada da sömürülüyor olmasını bir kenara bırakırsak, filmin alaycılığının asıl hedefi kesinlikle erkekler. Kadın kıyafetine girer girmez, Lemmon’ın erkekler tarafından taciz edilmeye başlanmasını “etek giydiğin sürece, güzel olmanın önemi yok” diye açıklıyor durumu kahramanlarımız örneğin. Hikâyenin cinsiyet rolleri üzerinde durduğu doğru nokta, filmin takdiri gerektiren yönlerinden biri aslında ve Curtis’in önce erkekten kadına, sonra kadından erkeğe yaptığı geçişler ve filmin ritmi arttıkça karakterlerin bu değişim içinde seyirciye yaşattığı komik anların gölgesinde kalmamalı. Toplumdaki kalıplaşmış rollere tam bir işbirliği içinde saldırıyor Wilder / Diamond ikilisi ve son darbeyi de filmin kapanış cümlesi ile vuruyorlar bu “yerleşik değerler”e: Kendisi ile evlenmek isteyen yaşlı zengin adama “ama ben erkeğim” diyen Lemmon’ın aldığı karşılık (“Kimse mükemmel değildir”) taşıdığı çift anlam ile hayli sert bir darbe; hem erkek olmayı mükemmel olmamakla eşitliyor hem de -o dönemi düşünürsek- seyircisine komik ama sert bir yumruk indirmiş oluyor.
Filmin çekildiği tarihlerde kişisel problemleri ve bunalımları iyice artmış olan ve film ekibine de hayli sıkıntılar yaratan Monroe’nun bir klasik olan “I Wanna Be Loved By You” adlı şarkıyı da seslendirdiği film, Arthur P. Schmidt’in başarılı kurgusundan da epeyce yararlanıyor ve temponun hemen hiç aksamaması ile dikkat çekiyor. Charles Lang’in siyah-beyaz görüntü çalışması ve Adolph Deutsch’un müzikleri de filmin öne çıkan unsurları arasında yerlerini alıyorlar. Wilder’ın yönetmenliği de dört dörtlük kesinlikle. Uzun ve konuşması bol sahneler bile hemen hiç sarkmıyor ve hikâye hemen her zaman doğru tempoda ilerliyor.
Tony Curtis’in, Monroe’nun kendisini baştan çıkarmasını sağlamak için cinsellikle barışık olmayan bir adam rolü oynamasından Freud’un adı geçer geçmez kendisini bir “psikiyatrist koltuğuna” atmasına, Lemmon’ın başta dans sahnesi olmak üzere cinsiyeti ve kişiliği konusunda kafasının karıştığı tüm anlardan ikilimizin yaptıkları planların ve aldıkları kararların sonuçlarının ters gitmesinin doğurduğu komik anlara, mafya ile dalga geçilen sahnelerden (mafya liderinin filmin nerede ise sembollerinden biri olan ayakkabısı ve doğum günü kutlaması gibi) açılış sahnesine kadar, Wilder filme damgasını vurmuş ve ortaya bir komedi klasiği çıkarmış. 1972’de bir müzikale dönüştürülerek Broadway’e uyarlanmışlığı da olan film, erkek ve kadın gibi zıt kutuplar arasında gidip gelen, benzer şekilde hayatın karanlık ve eğlenceli öğeleri üzerine de söyleyecekleri olan ve kaçırılmaması gereken bir klasik özet olarak.
(“Bazıları Sıcak Sever”)