La Graine et Le Mulet – Abdellatif Kechiche (2007)

“Kuskus tenceresini arabanın bagajında gördüm. Gördüğüme eminim!”

Arap kökenli bir Fransız ailenin hurdaya çıkarılan bir gemiyi bir kuskus restoranına dönüştürmeye çalışmasının hikâyesi.

Senaryosunu Abdellatif Kechiche ve Ghalia Lacroix’nın yazdığı, yönetmenliğini Kechiche’in yaptığı bir Fransa yapımı. Venedik Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan film César’da ise En İyi Film, Yönetmen, Orijinal Senaryo ve Yardımcı Kadın Oyuncu ödülllerini elde etmişti. 35 yıldır çalıştığı işinden yaşlılığı ve işlerin yavaşlaması nedeni ile çıkartılan bir adamın, sökümünde çalıştığı hurda bir gemiyi boşandığı eşi, çocukları, sevgilisi ve onun kızının destekleri ile bir restorana dönüştürme hikâyesini anlatan film hayatın içinden çekilip alınmış kadar doğal görünen ve uzun süresine rağmen bu sayede ilgiyi hep üzerinde tutmayı başaran bir yapıt. 2,5 saatlik süresi boyunca kalabalık bir karakter grubunun konuştuğu, tartıştığı ve çabaladığı film bolca konuşmalı olmasına rağmen eğlencesi, dramı ve son bölüme damgasını vuran gerilimi ile hayli başarılı bir sinema eseri. Yemeğin ve göbek dansının dünyayı kurtarabileceğine seyircisini ikna edecek güçte bir çalışma bu.

Kalabalık bir göçmen ailenin bir portesi bu film ve Kechiche’in filmin her karesine sinen doğal yönetmenlik çalışması ve günlük hayattakilerle birebir örtüşen diyalogları ile Fransız sinemasının son dönemlerdeki en yalın ve gerçek insan hikâyelerinden birini seyretmemizi sağlıyor bu portre. Yakın bir tarihte ayrıldığı eşi ve ondan olan üç kızı ve iki oğlu (ve onların eşleri ve çocukları), otelindeki bir odaya yerleştiği sevgilisi ve onun kızından oluşan geniş bir ailesi var Slimane’ın. Onun kuskus restoranı açma hikâyesi emek sömürüsü, göçmenlik, ihanet, kıskançlık, dayanışma, bürokrasi gibi temalar ve daha pek çok dram ve trajedi ögeleri ile oldukça çekici bir filme dönüşmüş. Bu başarının arkasında pek çok neden var ve bunlardan biri de hiç eksilmeyen doğallık duygusu. Onca karakterinin her birini hak ettikleri derinliklerle ele alıyor film ve tümünün duygularını ve eylemlerini gerçekçiliği hiç kaybolmayan bir atmosferde anlatıyor bize. Konuşmaların hemen hiç kesilmediği bir hikâyeyi seyircinin ilgisini hep ayakta tutacak şekilde anlatabilmek kolay bir iş değil ve bir “kendini iyi hisset” öyküsü olma tuzağına rahatlıkla düşebilecek bir filmi bu denli ilginç kılabilmek kesinlikle ustalık istiyor ve Kechiche bunu hiç aksamadan başarıyor.

Karakterlerini adeta hiçbir yanlarını saklamadan ve olumlu / olumsuz tüm yanları ile çekinmeden ortaya koyabilen bir çalışma bu. Filme o sıcak gerçekçiliği katan da bu yanı olsa gerek. El kamerası kullanımının da katkısı ile, yönetmenin gerçek bir ailenin günlük hayatının içine daldığını ve her şeyi olup bittiği gibi gösterdiğini hissediyorsunuz sürekli olarak. Diyalogların kesintisizliği ve kameranın bir karakterden diğerine sürekli kayıp durduğu sahneler de destekliyor bu havayı ve filmin sahnelerin içeriğini bir “önem kriteri” olmadan olduğu gibi ve gerçek uzunlukları ile karşımıza getirmesi ile, Fransa’da yaşayan bir göçmen ailenin bireylerinin yaşamlarına tüm gerçeklikleri ile tanık olduğunuzu düşünüyorsunuz. Slimane’ın aynı gün içinde hem işini hem de -o ana özgü olsa da- cinsel gücünü kaybetmiş olması üzerinden baktığımızda bir yaşlılık ve iktidarı yitirme hikâyesi olduğunu söylemek de mümkün seyrettiğimizin. Diğer tüm karakterler -olumlu ve olumsuz- farklı duygular arasında gidip gelirken, babanın sık sık başının öne eğik olması ve yüzünde hep bir parça yorgunluğun izlerini taşıması bu kaybetme duygusunu pekiştiriyor hikâye boyunca.

Filmin hemen tüm ikinci yarısı “ne olacak?” sorusu üzerinden üretilen bir gerilimle yüklü ve sinema tarihindeki muhtemelen en işlevsel göbek dansı sahnesi ile zirvesine ulaşan bu gerilim hikâyeye çok büyük bir katkı sağlamış. Burada dayanışmanın ve sevginin sembolü olan dansı icra eden Hafsia Herzi tüm oyuncuların (özellikle de kadın oyuncuların) sağlam bir takım performansı yarattığı filmde öne çıkıyor bu sahnedeki görkemli bir etkileyiciliği olan oyunu ile. Tümü uzun olan her bir sahnenin bir tiyatro oyununun sahnelerini hatırlattığı filmde, özellikle de oyuncuların başarısı ile öne çıkan pek çok bölüm var: Göbek dansı bölümünün de yer aldığı gemi restorandaki davet sahnesi, sürekli kocasının ihanetine uğrayan kadının isyanı, çalınan motosikletinin peşine düşen adam veya annesini davete gitmek için ikna etmeye çalışan genç kız gibi bölümler tüm o hafif görünüm içinde bir dramın ve ciddi konuların nasıl ustalıkla ele alınabildiğini gösteren örneklerden sadece birkaçı. Bir yemeğin (balıklı kuskus) ve göbek dansının dünyayı değilse bile, bir ânı kurtarma gücüne sizi ikna ediyor tüm bu sahneler. Aile olmanın, toplum olmanın ve dayanışmanın zorluklarını ve güzelliklerini hatırlatan film hayatları taklit etmeyip, gerçek hayatları göstermesi ile önemli bir çalışma.

Abdellatif Kechiche’in 2000 tarihli “La Faute à Voltaire” (Kabahat Voltaire’de) filminde de oynayan ve 2006’da hayatını kaybeden Tunuslu oyuncu Mustafa Adouani; yönetmenin yakın dostu olan, bu filmde Gruault karakterini (Hikâyenin başında karşımıza çıkan ve Slimane’ın patronu olan adam) canlandıran ve çekimler sırasında vefat eden Francis Arnaud ve Kechiche’in kendi babasına ithaf edilmiş film. Bu üç ismin ortak bir özelliği var; Kechiche başta babasının oynamasını planlıyormuş Slimane karakterini ama çekimler başlamadan hayatını kaybetmiş babası. Bu kez Adouani’yi düşünmüş yönetmen ve hatta onunla çekimlere başlamış ama bu oyuncu da hastalanıp kısa sürede ölmüş. Arnaud ise yönetmenin ifadesi ile, “sinema tutkusunu ona geçiren” kişi olarak bir baba rolüne sahip olmuş hayatında. İşte kısa süre içinde ardı ardına yitirdiği üç babaya adanan ve kadının klişe tasvirlerin aksine, Doğulu bir aile içindeki gücünü vurgulayan bu yapıtı ile Kechiche hayli kişisel diyebileceğimiz başarılı bir sonuca imza atıyor. Görülmeli!

(“The Secret of the Grain” – “Balıklı Bulgur”)