“Kafamın ne kadar karışık olduğunu ilk kez o zaman anladım. Dostum kimdi, düşmanım kimdi? Bana bu kadar nazik davranırlarken, nasıl aynı anda diğerlerini korkunç bir şekilde öldürebiliyorlardı? Bizi birbirimizden farklı kılan neydi? Bir deri parçası mı?”
Yahudi bir gencin Hitler Almanyası’nda hayatta kalabilmek için etnik kimliğini gizleyerek Alman rolü yapmasının sonucunda yaşadıklarının hikâyesi.
Solomon Perel’in anılarını anlattığı “Ich War Hitlerjunge Salomon” kitabından Agnieszka Holland’ın uyarladığı ve yönettiği bir film. Almanya, Fransa ve Polonya ortak yapımı olarak çekilen film “inanılmaz” hikâyesi ile ilgi çekiyor öncelikle ve senaryonun gerçeklerden -gereksiz bir şekilde- saptığı noktaları olmadan bile çarpıcılığıi ile kendisine bağlıyor seyredeni. Naziler ve Sovyetler arasında kalan genç bir adamın yaşadıklarını yönetmen Holland duyguları sömürmeden ve sade bir dil ile anlatıyor. Başroldeki Marco Hofschneider’in gençliği ve naifliği ile hayat verdiği karakterin korkunç günlerini anlatan film “Uyarlama Senaryo” dalında Oscar’a aday olan hikâyesi ve samimiyeti ile görülmeyi hak eden bir çalışma.
Üçü oğlan, biri kız dört çocuğu olan bir Yahudi ailenin üyesi Sally (Solomon). Ayakkabıcı olan babası ve eğlenceli annesi ile olan mutlu hayatı Almanya’daki Yahudi aleyhtarı eylemler ve sonra da saldırılar nedeni ile darmadağın oluyor. Kaçtıkları Polonya’nın Almanlar ve Sovyetler tarafından işgali genç adamın inançlı bir komünist olmak ve seçilmiş gençlerle birlikte elit bir Nazi okuluna gitmek gibi farklı uçlar arasında gidip gelmesine neden oluyor. Hitler ile aynı doğum gününe sahip olmasının da bir işareti sayılabileceği inanılmaz bir hayat sürüyor genç adam ve savaşın o korkunç günlerinde şans, tesadüfler, mucizeler ve zekâsı sayesinde hayatta kalmayı başarıyor. Abisi ile mucizevî karşılaşma sahnesinin bir örneği olduğu kimi gerçeklerden sapılan anları olsa da anlatmaya ve seyretmeye değer bir hayat bu ve Holland bu sapmaları göz ardı edersek, duyguları zorlamadan ve hatta küçük eğlenceleri de ihmal etmeden anlatıyor bu hayatı bize.
Sally’nin hikâyesi farklı ideolojilerin çatışmasını da getiriyor karşımıza: Komünizm ve faşizm yandaşlarının fanatik eylemleri ile sergilenirken, ikincisi çok daha sert bir tavırla olsa da her ikisi de filmin eleştirisinden payını alıyor. Sovyetlerin inançlı komünist gençler yetiştirmesi ile Nazilerin inançlı faşist yetiştirmesini aynı kefeye koyuyor film ve fanatik bağlılıkları ve herhangi bir ideolojiye saplantılı sadakati sert ve alaycı bir biçimde eleştiriyor. Genç adamın zaman zaman karşımıza gelen rüyalarının birinde Hitler ve Stalin’in birlikte dans etmesinin bir örneği olduğu gibi her iki ideolojiyi aynı sepetin içine atıveriyor Holland. İlginç sahnelerin birinde Nazilerden kaçanlar ile komünistlerden kaçanların farklı yönlerde hareket eden kayıkların içinde karşı karşıya gelmesi bu eşitlemenin ilginç ve eğlenceli örneklerinden biri. Bunun yanında kendisi de Polonyalı olan Holland’ın ülkesinin makûs tarihini gündeme getirmesi de dikkat çekiyor. İki zıt ideolojinin ortasında kalan ülkesinin ve halkının yaşadığı korkunç olaylar hikâyenin önemli bir parçası her ne kadar Sally ve onun üzerinden tüm yahudilerin karşılaştığı zulüm ve işkenceler filmin asıl konusu olsa da.
Defalarca yakalanan, defalarca taraf değiştirmek zorunda kalan Sally’nin hayatını borçlu olduğu mucizeler üzerinden filmin din olgusunu öne çıkarması da dikkat çekiyor. Holland bir taraf tutmadan, hem yahudiliğin hem hristiyanlığın (özetle, dinlerin) bireyler üzerindeki etkisini de gösteriyor filminde. Kahramanımızın hayatını şekillendiren mucizeleri de (Stalin’in oğlunun Almanlar tarafından esir alınma anının önemli bir parçası olmak, Hitler ile aynı günde doğmak, tam tersi bir eylem içindeyken birden kendini Almanların kahramanı olarak bulmak, yakayı ele vermesinin kaçınılmaz olduğu ve “Bana bir mucize lâzım” dediği anda hayatını kurtaran bombalar, toplama kampında son anda hayatını kurtaran tesadüf vs.) dinin, ya da en azından ilahî olanın göstergesi olarak görmek mümkün. “Gökten gelen” bir mucizenin filmin başlarında komünistlerin Tanrı’nın göklerdeki varlığı ile dalga geçmesine bir cevap olduğu da açık kuşkusuz. Bu mucizelerin ne kadarı gerçekten olmuştur ya da ne kadarı toplama kampındaki tesadüf gibi gerçeklerle bir parça oynanarak filme eklenmiştir bilmiyorum ama ne olursa olsun gerçekten inanılmaz bir hikâye bu seyrettiğimiz ve bu olağanüstülük savaşın neden olduğu felâketler düşünülünce “doğal” da görünüyor öte yandan. Sonuçta mucizeler sıradan anlarda değil, olağanüstü anlarda gerçekleşmez mi? Ağabeyinin genç adama söylediği sözler (“Hikâyeni hiç kimseye anlatma, kimse inanmaz sana”) aksini söylese de, iyi ki anlatılmış bir hikâye bu.
Temelde bir kimlik hikâyesi seyrettiğimiz ve baş karakter, kimliğini çoğunlukla saklayarak, bazen de bu gizlilikten yorulması nedeni ile kendisini ifşa ederek insanların olduklarından farklı görünmeye ve davranmaya zorlanmalarının neden olduğu acıların da sembolü oluyor bir bakıma. Bugün doksan dört yaşında olan Solomon Perel’in finalde gerçek görüntüsü ile karşımıza çıktığı filmin bu kimlik karmaşasını sözü onca geçmesine rağmen hak ettiği kadar güçlü bir biçimde dillendirememesinin temel nedeni bir film süresinin yetmediği (ya da yetemeyeceği) kadar çok olayı anlatmaya soyunması. Sadece ilk yarım saat içinde olanlar bile seyircinin nefesini kesecek kadar çok ve bu da zaman zaman bir özet seyrettiğiniz izlenimini uyandırıyor kaçınılmaz olarak. Yine de karşımıza gelenlerin çarpıcılığı ve gerçek olmalarını bilmenin yarattığı ek heyecan bu problemi tamamen yok etmese de etkisini azaltıyor.
Krzysztof Kieslowski filmleri için hazırladığı başarılı müziklerle bilinen Zbigniew Preisner’in etkileyici çalışmasından da destek alan film adının çağrıştırdığının aksine bir “Avrupa hikâyesi” değil; Polonya ile sınırlı kalan hikâye yine de İkinci Dünya Savaşı’nın yakıp yıktığı bir kıtadan önemli resimler sergiliyor bize ve sık sık naif bir gencin fazlası ile bireysel bir hikâyesini anlatır havaya bürünse de etkileyici bir “hayatta kalma hikâyesi” olmayı da başarıyor. Bir başka ifade ile söylersek, adının aksine makro değil mikro bir hikâyeyi tercih etmiş Holland.
(“Hitlerjunge Salomon” – “Avrupa Avrupa”)