“Çalışmanın bana göre olmadığını söylemiştim sana. Beni hasta ediyor, çirkinleştiriyor; berbat hissediyorum kendimi. Bunun için ayıplayabilir misin beni?”
Zengin bir iş adamı ile yaşayan genç ve özgürlüğüne düşkün bir kadının genç bir adama ilk görüşte tutku ile bağlanması ile gelişen olayların hikâyesi.
Françoise Sagan’ın aynı adlı romanından Fransız yönetmen Alain Cavalier’in yönettiği bir film. Ünlü Fransız yazar Sagan Cavalier ile birlikte yazmış senaryoyu. Filmde iki büyük isime, Catherine Deneuve ve Michel Piccoli, Roger van Hool eşlik ediyor bu Fransız usulü üçlü aşk hikâyesinde. Sagan burjuvaziden seçtiği karakterleri ile yine bir romantizm hikâyesi anlatmış romanında ve Cavalier’in yönetiminde bu roman sinemaya aktarılırken 60’ların özgürlükçü havasından ve Fransız Yeni Dalga akımının uçarı havasından da yararlanılmış. Sonuç, elbette Deneuve’in güzelliğinin de etkisi ile, kendisini seyrettiren, zarif ama bugün bir parça eskimiş görünen bir çalışma olmuş.
Hikâye mutlu ve uyumlu görünen bir çifti (orta yaşlı zengin erkek rolünde Michel Piccoli ve genç kadın rolünde Catherine Deneuve) göstererek başlıyor bize. Kadın genç bir erkek (Roger Van Hool) ile karşılaşıyor ve kısa sürede tutkulu bir ilişkiye dönüşecek şekilde aşık oluyor adama. Film ihtiras dolu bu ilişkiyi çok çabuk oluşturuyor ve asıl derdine odaklanmayı tercih ediyor hızlıca. Çalışmayı sevmeyen, hayatını aşk ve eğlence ile geçirmek isteyen kadının finalde hangi erkeği tercih edeceği asıl konu. Bir tarafta zengin ve kendisini olduğu gibi kabul eden orta yaşlı bir adam var (“Seni sen olduğun için seviyorum”), diğer tarafta ise genç ve kendisine tutkulu bir aşk armağan eden ama düşük gelirli ve onu değiştirmeye çalışan bir başka erkek. Farklı durumlar üzerinden kadın bu iki erkekle yaşamanın kendisi için ne anlama geleceğini görme şansı buluyor ve finalde yaptığı seçim de seyirciyi şaşırtmıyor. Özellikle kürtaj konusunda erkeklerin duruma gösterdiği yaklaşımların farklılığı dönemin sosyal konuları, burjuva ahlâkı ve Sagan’ın kadının özgürlüğü teması için seyirciye ipuçları sağlarken, kadının kendi hayatını nasıl yönlendirmesi gerektiği konusunda da yönlendirici bir rol üstleniyor. Evet, bir tarafta refah, sadakat ve özgürlük, diğer tarafta ise tutku ve aşk var bu hikâyede ve kadının yapacağı seçim seyirci için de (kendisini onun yerine koyarak) kendisini sorgulamasını sağlayacak bir unsura dönüşüyor. Deneuve’ün bir sahnede bir kafede okuduğu William Faulkner’ın “Wild Palms” hikâyesi karakterimizin yapacağı seçim için de bir ip ucu aslında. Şehrin konforunu bir kenara atıp sevgilisi ile vahşi doğaya kaçan bir adamın hikayesi bu ama Deneuve’ün okuduğu paragraf kabaca “kısa ömrümüzde hırslardan, çalışmaktan kaçıp kendimizi doğanın ve “tembelliğin” koynuna bırakmakla” ilgili bir bölüm ve özellikle kitabı bilenler için seçimin ne olacağı konusunda yanıltıcı olabilecek bir durum bu!
Filmin çekildiği tarihte 25 yaşında olan ve sadece güzelliği ve zarafeti ile bile hikâyeyi seyredilir kılan Deneuve ile o tarihte 28 yaşında olan Roger Van Hool’un ihtiraslı birlikteliğini her ne kadar tutkuyu çabucak oluşturarak önümüze atsa da sonrasında çekici bir şekilde anlatıyor filmimiz. Her iki oyuncu da bu tutkunun iki tarafını üstlerine düşeni yerine getirerek etkileyici bir biçimde canlandırıyor ama Deneuve’ün kendisine çok yakışan karakterinde bir adım öne çıktığını söylemek gerek. Piccoli ise her zamanki gibi: Büyük oyuncu yine karakterini içine alıyor ve kendisini koyuyor sonra önümüze, bu bir parça ikincil görünen rolde. Bu üç karakter hikaye boyunca burjuva çevrelerde gezinirken film de bu çevreden derin analizler içermeyen ama derdinin ne olduğunu anlatmaya yarayacak sahneler getiriyor karşımıza. Sonuçta filmlerinde burjuvanın her karakteristik özelliğini beynimize kazıyan bir Claude Chabrol filminde değiliz. Özellikle ev partilerini gösteren sahneler bu çevreyi bize anlatmak için yeterince akıllıca kullanılmış görünüyor. Kadının genç sevgilisi ile birlikte yaşamaya başladıktan sonra çalışmak durumunda kalması, işe gidip gelirken yaşadığı kalabalık otobüs maceraları ve özellikle hamileliğini öğrendikten sonra koca bir apartman bloku önünde genç adam ile konuşması gibi anlar ise hikâyenin derdini en iyi anlatan bölümler olarak öne çıkıyor .
Faulkner’ın kitabından Mozart’ın bir sonatına ve Ingmar Bergman’ın “Vargtimmen – Kurdun Saati” adlı filminin afişinin önündeki konuşmaya entelektüelliğin de izleri var bu zarif filmde. Bugünün sinemasının gözü ile bakınca karakterlerin bir parça yapay veya daha doğru deyişle fazla sembolik göründüğünü de söylemek gerekiyor açıkçası. Buna her gelişmenin bir açıklamasını talep eden türden bir seyirciyi rahatsız edebilecek şekilde hızlı gelişiveren tutkuyu da eklemek gerek. Filmin Yeni Dalga’nın uçarı havasını yasıtan mizansen anlayışı da bugünün seyircisine çok sıcak gelmeyebilir üstelik. Yine de bütun bunlar filmi izlemeye engel olmamalı. Cavalier’in tüm itirazına rağmen yapımcıların kararı ile aşırı şekilde kullanılarak rahatsız eden ama aslında başarılı olan Maurice Leroux imzalı müzikleri ve Pierre Lhomme’un özellikle iç mekanlardaki başarısı ile dikkat çeken görüntüleri de filme artı değer katıyorlar. Kadının genç adam ile havaalanında buluştuğu ve bir cam paravanın üzerinden öpüştüğü sahnenin hikâyenin ve karakterlerin sonu için hayli önemli bir sembol olduğunu da ekleyelim son olarak. Ateşli bir tutku ama kalıcı bir birliktelik için aşılmaz bir engelin varlığı mı? Belki?
(“Heartbeat” – “Aşk Esiri”)