“Size demokrasi ile yönetildiğimizi hatırlatmak isterim. Bir daha birini tutuklamadan önce bana bilgi vereceksiniz. Ülke eskisi gibi değil artık”
Kaybolduktan sonra cesetleri bulunan genç kızların katilinin peşine düşen ve birbirinden farklı iki dedektifin hikâyesi.
İspanya’nın Oscar’ı olarak niteleyebileceğimiz Goya’yı aralarında en iyi film, yönetmen, orijinal senaryo ve erkek oyuncunun da bulunduğu on dalda kazanan bu ödüllü film, politik yanları da olan sıkı bir polisiye ve başarılı bir gerilim çalışması. Rafael Cobos ve Alberto Rodriguez’in yazdığı orijinal senaryoyu Rodriguez aktarmış beyazperdeye ve ortaya iyi bir polisiye okuduğunuzda hissettiğiniz tadı hatırlatan bir film çıkmış. Her ne kadar hikâyesi sürprizi açısından bir parça eksik kalsa da, bir başka ifade ile söylersek “kim yaptı?” sorusu iyi bir polisiyede olması gerektiği kadar merak uyandırmasa da, bu açığını politik metni ile fazlasıyla kapatıyor film ve ortaya seyri keyifli ve gerekli bir sonuç çıkıyor. Her ikisi de Goya ödülüne aday olan iki başrol oyuncusunun (ilki ödülü de kazanan Javier Gutiérrez ve Raúl Arévalo) hikâye ilerledikçe aralarındaki ilişkiye düşen kuşkunun izlerini başarılı bir şekilde yansıtan güçlü oyunculuklarının ayrıca değerli kıldığı film, bir hikâyeyi düzeyli biçimde anlatarak da geniş kitlelere seslenebileceğini kanıtlayan bir çalışma.
Eylül 1980’de geçiyor hikâye. Faşist diktatör Franco’nun ölümü ve ülkenin demokrasiye geçişi başlatmasının üzerinden henüz birkaç yıl geçmiş durumda. Madridli iki polis dedektifi ülkenin “derin güney”inde kaybolan iki genç kız vakasını araştırmak üzere bölgeye gelirler ve bir yandan gizemi çözerken bir yandan da birbirleri hakkındaki gerçekleri keşfederler. Filmi tüm teknik başarısının yanında değerli kılan önemli bir öğesi, işte bu gerçekleri keşfetme kısmının hem kahramanlarımızın ilgilendiği vaka ile hem de birbirleri ile ilgili olması. Demokrasiye geçerken diktatörlük zamanı ile yüzleşmeyen (sonuçta halkın hiç de önemsiz olmayan bir kısmının bu dikta rejimini desteklediğini ve rejimin kendisinin de bir iç savaş sonunda kurulduğunu hatırlamakta fayda var, bu yüzleş(e)memenin arkasındaki nedenlerden bazıları olarak) ülkede kişilerin de geçmişle ilgili sırlarının gizli kalması veya bir gün ortaya çıkması toplumsal hayatın doğal olgularından biri olsa gerek. Burada da “geçmişte kalan” kötülük yavaş yavaş hikâyenin içine sızıyor ve iki dedektifin çözmeye çalıştığı olayın kendisi kadar önemli oluyor.
Polislerin kaldıkları otel odasının duvarında hâlâ asılı olan Franco fotoğrafının yanındaki Hitler fotoğrafı ve haç ile bize ülkenin o günkü durumu hakkında iyi bir fikir veriyor başlangıçta film. Dedektiflerden genç olanı Franco hakkında sert konuşurken, diğeri sessizlikle karşılıyor onun tepkisini. Bu belirsiz an ile hikâye ilk işareti veriyor iki karakter hakkında ve sonra da büyük bir ustalıkla ve sondaki “sessiz ve belirsiz” kapanışa kadar ustaca inşa ediyor polislerden biri hakkındaki sırrı. Bunu yaparken, bu yan temayı asıl hikâyenin önüne geçirmeden ve hatta onu besleyerek anlatabilmesi önemli bir başarısı filmin ve bir hikâyeyi mesaj kaygılı olmadan da politik kılabilmenin iyi bir örneği. TV’de görüntüye gelen grevler, kasabada işçiler ile işveren arasındaki ücret gerilimi, üstte bahsedilen Franco fotoğrafı veya terk edilmiş bir evin duvarına yazılmış “Yaşasın Franco” yazısı gibi görsel öğelerle de destekliyor film ülkenin politik ve sosyal durumu ile ilgili çizdiği resmi. Finalde her şey yoluna girmiş gibi görünürken (olay çözülmüş, iş arkadaşı ile ilgili şüphe giderilmiş, bir terfi alınmış ve grev sona ermiştir vs.), bir fotoğraf gerçeğin pek de böyle olmadığını söylüyor bize ve bir bakıma geçmişi ile yüzleşmeyen bir toplumun belirsiz geleceğine işaret ediyor son kareleri ile de. Kızları kaybolan babanın, büyük şehirden gelen dedektiflerin olayla ilgilenmesini karısının kuzeninin yargıçla çalışıyor olmasına bağlaması, gazetecinin ve kaçak avcının “rüşvet” karşılığı iş yapması veya uyuşturucu satışına bulaşmış yerel halk gibi unsurlar da karşımıza getirilen toplumla ilgili pek de iyi bir resim çizmeyerek hikâyenin sosyal boyutunu destekliyorlar bir bakıma.
Alex Catalán’ın zaman zaman sepya tonlara bürünen ve geçmişi, bir parça karanlık ve acı bir geçmişi hatırlatan ve geniş ve boş alanlar kadar kapalı ve dar alanları da ustalıkla kullanan başarılı görüntülerinin de dikkat çektiği bir film bu. Hikâye boyunca sık sık hayli üstten çekimlerle sergilenen görüntülerin (mezarlık, nehir, bataklık vs.) trajik bir hava kattığı hikâyenin açılışındaki Hector Garrido’nun bataklık fotoğraflarının da (Israel Milan bu fotoğrafları dijitalleştirmiş) hayli çarpıcı olduğunu söylemek gerekiyor. Julio de la Rosa’nın gerilimi besleyen ve zaman zaman gerilimi kendisi yaratan müziği ve iki oyuncusunun güçlü ve sade oyunculukları da tıpkı görüntüleri gibi filmi hayli keyifli kılıyor kesinlikle.
Alberto Rodriguez’in bu karanlık gerilimi kimi heyecanlı sahneleri veya bataklık bölümlerinin rahatlıkla kanıtladığı gibi teknik düzeyi yüksek bir çalışma ve bazı anlarında “aksiyon” meraklılarını da tatmin edebilir ama filmin asıl başarısı yukarıda vurguladığımız gibi bu gerilimi/heyecanı düzeyli bir içerik ile ve bir şeyleri kendisine dert edinerek anlatması. Bir hikâyenin kahramanlarının yaşadıkları toplumun bir yansıması olduğunu unutmadan anlatıyor anlatacağını film ve işte tam da bu nedenle genç polisin diğerinden aslında ne kadar farklı olabileceğini de sorgulatıyor bize. Faşizm ile yönetilmiş bir toplumun bu rejimin neden olduğu toplumsal ve bireysel yozlaşmadan kurtulmasının pek de kolay olmadığını hatırlatan filmin hikâyesinin polisiye yanı tam anlamı ile doyurucu olmayabilir belki ama özenli dili ve değerli içeriği ile film, kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma. İyi bir suç filmi olup bunu düzeyli bir içerik ile destekleyebilen çok fazla film yok çünkü.
(“Marshland” – “Bataklık”)