The Miracle Worker – Arthur Penn (1962)

“Onun önündeki en büyük engel körlüğü veya sağırlığı değil, sevginiz ve acımanız”

Kör ve sağır bir genç kıza dünya ile iletişim kurmayı öğretmeye çalışan bir genç kadın öğretmenin hikâyesi.

William Gibson’ın oyunundan kendisi tarafından senaryosu yazılan film bebekken kör ve sağır olan ve algılayamadığı bir dünya ile iletişim kuramamaktan kaynaklanan vahşiliğe sahip bir genç kızın duvarlarını bir parça da olsa yıkmaya çalışan bir öğretmeni anlatıyor; hayli zor ve filmden de anlaşılabileceği gibi hayli sert bir görev. Acımaktan kaynaklanan yumuşaklık ile başarma arzusundan kaynaklanan sertlik arasında kalan karakterleri ve eğitim için kullanılan yöntemleri ile tartışmalı bir film bu ve bir mucizenin peşinde koşmanın hikâyesini etkileyici bir şekilde anlatıyor.

Sanki 1920’li yıllarda çekilmiş ama konuşmalı bir sessiz film havasında başlayan film bu ilk giriş sahneleri ile bir Avrupa filmi atmosferi ile açılıyor. Yönetmen Arthur Penn gerek bu sahne ile gerekse öğretmenin trenle yaptığı seyahat veya kısa geriye dönüşlerle gösterilen yetimhane günlerinde kullanılan yüksek grenli ve üst üste bindirilmiş görüntülerle teknik açıdan da filmine farklılık kazandırmaya çalışmış. Kullanılan açılar veya hızlı kurgu ile örneğin seyahat bölümü sanki bir korku filminden alınmış gibi duruyor ve bu oyunlar bir tiyatro oyunundan uyarlanan ve bu sahneler dışında tiyatro atmosferini koruyan filme bir yandan dinamizm katarken diğer yandan zaman zaman bir parça ayrıksı da duruyor filmin bütününden. Filmin büyük bölümünün “eğitme çabasına” odaklı geçtiği düşünüldüğünde tiyatro havasının herhangi bir olumsuz etkisi olmadığı rahatça söylenebilir.

İki baş oyuncusunun, öğretmen rolündeki Anne Bancroft ve genç kız rolündeki Patty Duke, çok çarpıcı bir oyun sergilediğini söylemek gerek öncelikle. Her ikisinin de hayli zor bir rolü var; Bancroft arada seyircinin sempatisinin sınırlarının dışına düşebilecek bir roldeki katılığı etkilenmemenizin mümkün olmadığı bir doğallık içinde oyunuyor. Patty Duke çok daha zor bir role sahip aslında çünkü tüm o duyguları, korkuyu, huzursuzluğu, vahşiliği hiç konuşmadan ve hemen tamamen fiziksel bir oyunculuğa dayalı biçimde yansıtmak durumunda ve o da bu görevin altından başarı ile kalkıyor. Her iki oyuncu örneğin yemek masasında genç kızın disiplinsiz ve kontrolsüz davranışlarını ve öğretmenin katılığından taviz vermeden onu disiplin altına almaya çalışmasını daha doğrusu kuralları, disiplini öğremeye çalışmasını anlatan sahnede olduğu gibi olağanüstü bir iş çıkarmışlar.

Sabır ve kararlılık gerektiren bir misyonun zorluğu üzerine bir film bu ve aynı zamanda insanın vicdanının onu götürebileceği kolayı tercih etme kolaylığından kaçınmak üzerine. Örneğin bir romantik komedinin kendinizi iyi hissettirecek havasından uzak ama bir mucizenin peşinde koşmanın yüceliğini hissedebileceğiniz bir film. Tüm bu hikâyeyi bireylerin “vahşiliklerinden” koparılıp kurallara uymaya zorlanması olarak okumamakta fayda var elbette. Filmin böyle bir amacı yok; bize sadece öğretmenin/eğitmenin zorlukları ve motivasyonu üzerine düşünme ve bazı durumlarda acımak gibi insani bir duygudan uzaklaşıp katılığın tarafında olmak gerektiğini söylüyor sanki ve bu da karmaşık ve zor bir konu.

(“Karanlığın İçinden”)

Target – Arthur Penn (1985)

“Ajan olacağımıza çılgın olduk. Hepimiz. Bilgi bulmaya çalışacağımıza birbirimizi yok etmeye başladık”

Karısının kaçırılmasından sonra sıradan bir adam ile ilgili ortaya çıkan sırların hikâyesi.

Amerikan sinemasının televizyon kökenli yönetmenlerinden Arthur Penn’in altmışlı ve yetmişli yıllarda çektiği başarılı filmlerden sonra formunun düşmeye başladığı dönemden bir film. Penn’den ziyade Holywood’un aksiyona daha yatkın isimlerine yakışan, tonunu yeterince tutturamamış ve aksiyon kahramanına dönüşen bir sıradan adamın yarattığı komik durum ile iddialı bir gerilimli ajan hikâyesi arasında gidip gelen bir çalışma bu film özetle.

Gene Hackman’ın sürüklediği filmde oğlu rolünde genç bir Matt Dillon vasat bir performans sergiliyor. Yan karakterler ise ağırlıklı olarak senaryodan kaynaklanan ve zaman zaman sıradanlaşan diyalogların da etkisinin olduğu gereksiz karikatürize edilmiş rollerde pek de başarılı değiller. Arabalı takip sahnelerinin filmin genel performansı düşünüldüğüne başarılı olduğu filmde hani nerede ise acemice kotarılmış sahneler de yer alıyor. Örneğin Paris’te havaalanında geçen ve kahramanımızın öldürülmeye çalışıldığı sahne bir parça daha ileri gidilse bir ZAZ komedisine yakışır hale gelecekmiş gibi duruyor. Tüm casus filmlerinin alamet-i farikası olan farklı ülkelerde geçen hikâye burada da var elbette ve kahramanlarımız Dallas-Paris-Hamburg-Batı Berlin rotasında ilerleyerek kaçırılan kadını kurtarmaya çalışıyorlar.

Soğuk savaş döneminde geçen hikâyenin ciddi bir “aile güzellemesi” olduğu da rahatça söylenebilir. Hem kahramanımız ile oğlu arasında pek de iyi olmadığı başlarda birkaç kez vurgulanan ilişki finaldeki hayli uzun süren kucaklaşma sahnesi ile huzura kavuşturuluyor hem de en sert dünyalardan biri olan casusların dünyasında bile ideolojiler ne olursa olsun en temel kuralın ailelere dokunmamak olduğu anlatılıyor. Zaten tüm patırtı da on sekiz yıldır yaşatılan bir “ailenin intikamını alma” arzusundan kaynaklanıyor filmde.

Bu tür filmlerde gerilimin zirve noktalarının ve bu noktaların sıklığının çok iyi belirlenmesi gerekir ama burada bir dağınıklık söz konusu bu alanda. Bu nedenle ne film seyredeni avucunda tutabiliyor ne de filmin sizden ne beklediğini tam olarak kavrayabiliyorsunuz. Yine de Gene Hackman için, soğuk savaş günlerini hatırlamak için ve yeterince keyif vermese de bir casus filmi seyretmek için tercih edilebilir. Naif yanlarına karşın Avrupa şehirlerinin sokaklarında geçen bir gerilim hikâyesi ne olursa olsun doğası gereği bir çekicilik taşır ne de olsa.

(“Hedef”)

Alice’s Restaurant – Arthur Penn (1969)

alices_restaurant

“ Sanırım çok yavrusu olan bir dişi köpeğim. Tümünü emzirmeyi başaramadım.”

 

Arlo Guthrie’nin otobiyografik bir şarkısından uyarlanan bir 60’lar hippi kikâyesi.

 

Amerikan sinemasının 60’lar ve 70’li yıllarda başarılı örneklerini verdiği ve Avrupa sinemasının “auteur” özelliklerini de taşıyan filmlerinden biri olan bu film az eser vermiş olan yönetmen Arthur Penn’in bir çalışması. Folk müzik, özgür hayat, uyuşturucu gibi hippi döneminin belli başlı unsurlarını da taşıyan film bugün sinemasal olarak bir parça eskimiş dursa da o dönemi anlamak için seyredilebilecek başarılı örneklerden biri.

 

Tüm jeneriğini film başlamadan vererek emeği geçen herkese saygıyı gösteren ve bu anlamda anlattığı dönemin ruhuna da uygun davranan film kendi kısıtlı süresi içinde hippi dönemini yarattığı umut ve sonuçsuzluğu ile başarılı bir şekilde betimliyor. Başrollerden birinin de sahibi olan Arlo Guthrie’nin varlığı da –hoşgörülü bir ifade ile söylersek aksamayan oyununu bir kenara bırakarak- o dönemin belgelerinden biri oluyor filmde. Vietnam, askere al(ınma)ma, müzik, uzun saçlar, bir komüne çevrilen kilise vb. öğeler filmde doğal ve üzerinde özellikle çalışılmış havası vermeyecek şekilde çekilmiş sahnelerle ve yalın bir dille karşımıza getiriliyor. Filmin belki de en dikkate değer yanı da burada aslında; bir dönemi o dönemi betimleme iddiası taşımadan sade ve yalın bir şekilde karşımıza getirmesi. Öyle ki basit hikâyesi ile hippi akımının çıkışsızlığını da duyurmayı başarıyor bizlere. Bu bağlam da açılan restoran da bu yeni hayat biçimine kendi felsefesi ile belki de çelişerek tutunma çabasını örnekliyor.

 

Kar altındaki cenaze töreni ve kilisedeki evlilik töreni gibi tam da anlattığına uygun ve basit ama çarpıcı mizansenlerle oluşturulmuş sahnelerle dikkat çeken film, son sahnesinde de çekinmeden uzatılmış bir çekimle Alice’i (bu rolde filmin profesyonel anlamda en başarılı ismi olan Patricia Quinn var) bir boşluğa bakar gibi uzun süre bize bakarken gösteriyor (ve bu arada hareket eden kameranın görüntüsünü engelleyen ağaçlara da aldırış etmiyor) ve tüm bu seyrettiğimiz hikâyenin aslında bir kaybın, bir hüznün hikâyesi olduğunu söylüyor bizlere.

(“Alice’in Lokantası”)