Ayla Kutlu’nun 1986 yılında Madaralı Ödülü’nü kazanan ve hikâyesi 1877’de başlayıp 1968’de sona eren romanı kelimenin her anlamı ile bir kadın kitabı. Yazarının kadın olması ve kitabın yazarın annesine ithaf edilmiş olması değil bu nitelemeyi gerektiren sadece; roman dört ayrı kadın karakteri üzerinden -tam anlamı ile onların ağzından değil ama onların düşünceleri ve duyguları üzerinden- anlatıyor hikâyesini ve odağında bu dört kadının her biri ile bir ilişkisi olan (birinin oğlu, ikisinin kocası ve bir diğerinin de babası olarak) bir erkek olsa da bize yansıyan her zaman bir kadının duyarlılığı oluyor. Dokuz bölümden oluşan kitabın ilk iki bölümünde bu erkeğin annesi Cevahir, sonraki üç bölümde ikinci eşi Nevnihal, takip eden iki bölümde ilk eşi Gülhayat, sekizinci bölümde yine Nevnihal ve son bölümde kızı Leyla’nın hissettikleri üzerinden ilerliyor hikâye ve oldukça önemli bir tarihsel süreçte olan bitenlerin bu kadın karakterlere yansıyan yanlarına değiniyor çoğunlukla. Bir yandan hayli bireysel görünen bir hikâye gibi dursa da okuduğumuz, yazarın bu tercihi ile, öte yandan kesinlikle çok önemli toplumsal değinmelere de sahip oluyor roman.
Romanın edebî değer açısından önemli yanlarından biri, üç kadının (Cevahir, Nevnihal ve Gülhayat) her biri için kişisel tarihlerindeki önemli anları ustalıkla anlatan ve müthiş bir duygu tasviri ile okuyucuya onların hissettiklerini sonuna kadar geçiren bölümler. Cevahir’in bir dere kenarındaki ilk sevişmesi örneğin, kısa cümleler ve duygusal bir coşkunluk içeren bir “şiir” ile anlatılıyor. Benzer şekilde Nevnihal’in “ilk gece”si de detaylı ve etkileyici bir keşif serüveni olarak getiriliyor önümüze. Nevnihal’in doğum yapması, Gülhayat’ın yaşadıklarını sorgulaması ve evi terk etmeye karar vermesi ve sekizinci bölümdeki aile içi hesaplaşma bölümleri çok vurucu bir dil ile kaleme alınmışlar. 1919’un işgal altındaki İstanbul’unda yapılan ve Nevnihal’in annesi ile katıldığı Sultanahmet mitinglerinden biri de hayranlıkla okunacak bir şekilde anlatılıyor okuyucuya. Bu çarpıcı bölümlere Cevahir’in kendi başına bir “tecavüz bebeği”ni doğurmasını da eklemeli kuşkusuz. Ayla Kutlu’nun bu bölümlerde, kitabın tümüne de yayılmış olan bir şekilde, yazarın ağzından yapılan anlatım ile ilgili bölümün öne çıkan kadın karakterinin ağzından anlatımı ustalıkla iç içe geçirmesi ve hemen her zaman birinci şahıs ağzının yakınlığını ve kişiselliğini hissettirebilmesi çok önemli bir başarı ve romana karşı koyması zor bir çekicilik kazandırıyor.
İlgili dönemde Türk kökenli Osmanlı halkının taşıdığı ihanete uğramışlık hissi de fazlası ile yerini bulmuş kitapta. 93 Harbi’nde Rus, İstanbul’un işgalinde Rum, Yahudi ve Ermeni komşuların “ihanet”leri dönemin gerçeklerinden biri olsa da, kitaptaki sert ifadelerin ne kadarının karakterlerin hissettikleri ne kadarının yazarın düşünceleri olduğu pek net değil açıkçası ve bir Rum doktor dışında tüm gayrimüslimlerin korkunç bir ihanetin parçası olarak gösterilmesi bir edebî eser için bir parça gereğinden fazla taraflı bir tutum olmuş. Romanın bu tutumu “Ermeni tehciri”nin söz konusu edildiği bölümde de gösteriyor kendisini.
’93 harbi sırasında babası Hristiyan komşuları tarafından öldürülen ve annesi ile birlikte Anadolu’ya doğru kaçan Çerkez kökenli bir çocuk romanın odağındaki Emir karakteri ve onun önce son Osmanlı meclisinde sonra da birinci ve ikinci millet meclisindeki mebuslukları, Mustafa Kemal’in yakın çevresi ile arasının bozulması, Urfa’da toprak sahibi olarak devam eden ve İstanbul’da yoksul bir şekilde ölümü ile sona eren hayatı bize bir dönemin toplumsal ve siyasî olaylarını takip etme imkânı sağlarken, bu toprakların ne büyük acılar geçirdiğini de bir kez daha hatırlama fırsatı veriyor. Kutlu’nun okuyucuya bu imkânı verirken edebî olarak da hayli yüksek bir düzeyi tutturması, romanı okunması gerekenler arasına sokuyor kesinlikle. Son bir not olarak, Kutlu’nun bu kitabın devamı niteliğinde ve “Emir Bey’in Kızları” adını taşıyan bir roman yazmış olduğunu da belirtelim.