Foxcatcher – Bennett Miller (2014)

“Ben… ben bir güreş koçuyum ve güreş sporunu büyük bir aşkla seviyorum. Seninle geleceğin hakkında konuşmak istiyorum ve ne başarmak istediğini. Başarmak istediğin nedir, Mark? ”

Olimpiyatta altın madalya kazanan bir güreşçinin, kendisini bir güreş takımı kurması için davet eden zengin bir iş adamının malikânesinde ev sahibinin dengesizlikleri yüzünden yaşadıklarının hikâyesi.

Kardeş olan iki başarılı güreşçi ve bu spora âşık çok zengin bir adamın karıştığı gerçek bir olayı anlayan bir ABD yapımı. Senaryosunu E. Max. Frye ve Dan Futterman’ın yazdığı, yönetmenliğini Bennett Miller’ın yaptığı film 5 dalda (Yönetmen, Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu, Orijinal Senaryo ve Makyaj) Oscar’a aday olmuş ve Miller’a Cannes’da yönetmenlik ödülü kazandırmıştı. Amerikan sinemasının temposu düşmeyen, göz boyayan ve oyalayan sinemasından uzak duran yapıt, seyirciyi sondaki trajediye güçlü bir ikna edicilikle hazırlayamasa da ve zaman zaman bir boşluk / eksiklik hissi yaratsa da, Miller’ın yalın ve zarif sinema dili, üç başrol oyuncusunun (Steve Carell, Channing Tatum ve Mark Ruffalo) performansları, küçük bir rolde Vanessa Redgrave’in ustalığını hatırlatan varlığı ve yeterince öne çıkamasa da bir sınıf meselesinin ana temalarından biri olması ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

John du Pont, Mark Schultz ve David Schultz gerçek hikâyenin üç asıl kahramanı. Koca bir çiftlikte ve devasa bir malikânede annesi ile birlikte yaşayan John du Pont ultra zengin du Pont ailesinin mirasçısı; on dokuzuncu yüzyılın ortalarından beri ABD’nin en zengin ailelerinden biri olan bu aile servetini önce barut üretimi, sonra da kimya sektöründeki işleri ile elde etmiş. Mark ve David kardeşler ise öykünün başladığı 1987’de, her ikisi de olimpiyatta (1984 Los Angeles) altın madalya kazanmış ve dünya şampiyonlukları da olan iki güreşçi. Mark kendisine her zaman destek olan ve koruyan ağabeyinin gölgesinde bir hayat sürerken bir yandan da 1988’de düzenlenecek Seul Olimpiyatı’nda yine altın kazanmayı hedefliyor. Olaylar John du Pont’un Mark’ı bir güreş takımı kurması için malikânesine çağırması ile başlıyor ve aile düzenini bozmak istemeyen David’in teklifi ret etmesi yüzünden Mark yalnız koyuluyor bu işe. John’un Mark’a yakın ilgisi genç adamın ona bir babaya bağlanır gibi bağlanmasına yol açarken, zengin adamın otoritesi bir yandan da onun kişiliğini ezmeye başlayacak ve olaylar beklenmedik şekilde gelişecektir.

Filmin ve kurulacak güreş takımının adı du Pont ailesinin çiftliğinden geliyor. Anne du Pont’un ödüllü atlarının yetiştirildiği bu çiftliğin adını ve geçmişini anlatmak için olsa gerek, açılış sahnesinde atları ve av köpekleri ile farklı insanların siyah-beyaz görüntülerine yer vermiş Miller. Annesinin anlaşılan aile geleneği olan at tutkusuna sahip değildir John du Pont; o bir güreş tutkunudur asıl olarak. Açılışta antrenman yaparken gördüğümüz Mark’a ulaşır ve ABD’nin “ülkeyi onurlandıran” onun gibi gençleri ihmal ettiğini söyler ve olimpiyatta yarışacak bir takım kurma işini verir ona. David’i de getirmesini istediği Mark’tan onun “paranın satın alamayacağı” biri olduğu cevabını alır. Yine başta Mark’ı 20 dolar karşılığında bir ilkokulda öğrencilere konuşma yaparken görüyoruz; aslında davet edilen ağabeyidir ama David her zamanki gibi kardeşini düşünmüş ve parayı onun kazanmasını istemiştir. Yine ilk sahnelerin birinde gittikçe sertleşen bir antrenmanda Mark’ın çok sert bir hareketinin David’in burnunu kanattığını ama onun tepki vermediğini görüyoruz. Tüm bu başlangıç bölümleri iyi düşünülmüşlükleri ile önemli; çünkü hem karakterleri tanıtıyor hem öyküye hazırlıyorlar bizi. Mark’ın David’in gölgesinde kaldığını ve ağabeyinin mutlu aile hayatına karşılık yalnız bir hayatı olduğunu anlıyoruz örneğin ki bunların ikisi de sonradan olacakları etkileyen faktörler. En baştaki siyah-beyaz avcılar ve köpekleri bölümü de üst sınıfın “avlanma ve av seçme hakkını” gösterirken, zenginlerin diğerlerine karşı olan bakışının da bir göstergesi oluyor. Servetini Amerikan ordusuna sattığı silahlarla inşa eden ve ülkenin ekonomik düzeninin sembol ailelerinden biri olan du Pont ailesinin ferdi John du Pont’un “vatanseverlik” nutku ise kapitalizm ile milliyetçiliğin iç içe geçmişliğini hatırlatıyor bize bir politik gönderme olarak.

Elit bir spor ve hobi olan atçılığa düşkün annenin, John’un meraklı olduğu güreşi “avam spor” olarak görmesi (iki güçlü sahne var bununla ilgili: John’un annesine kazandığı kupayı göstermesi ve annenin güreş antrenmanını izlediği sahneler ki burada Vanessa Redgrave hayran bırakıyor kendisine) zengin sınıfta bir “değişim”i işaret etse de, sonuçta bu sınıfın alt sınıflar üzerindeki sömürgeci tahakkümünün değişmediğini ve bunun en uç noktaya kadar gidebileceğini gösteren bir öyküsü var filmin. Mark’ın yaklaşmaması konusunda uyarıldığı anneyi uzaktan dürbünle gördüğü sahne iki sınıf arasındaki duvarların sembolik bir kanıtı örneğin. John’un yerel polis güçleri ile iç içeliği ve Amerikan güreş takımının sponsorluğu da bu bağlamda ve zengin sınıfın gücü açısından dikkat çekiyor. Burada filmin aksadığı nokta sondaki cinayete giden yolu ve katilin eyleminin nedenini tartışmalı bir şekilde belirsiz bırakması; bunu belki de bilinçli ve -gerçeğe de uygun olarak- tercih etmiş senaryo ama öykünün etkisini zayıflatıyor bu durum.

John’un Mark’ı kendi egosu, hedefleri ve gücünün gösterisi için “kullanması”nın pek çok örneği var filmde: Mark’ı David’in gölgesinden çıkması için zorlaması, güreşçinin yapacağı bir konuşmayı yazması, kokain alışkanlığı ve genç adamın kendisi ile ilgili duygularını manipüle etmesi vs. Tüm bunlar kuşkusuz bir sınıfın diğeri üzerindeki oyunları olarak görülmeli. “Atların serbest bırakılması” ve “oyuncak tren seti” hakkındaki konuşma gibi sembolik unsurları olan ve güreş sahnelerinde doğal bir çekiciliği olan görsellik yakalayan filmin gerçek Mark Schultz’u rahatsız eden eşcinsellik imalarının var olup olmadığı ise hayli tartışmalı. Bennet Miller’ın böyle bir niyeti vardıysa bile, bunu o kadar üzeri örtülü tutmuş ki rahatlıkla gözden kaçabilir. Değişen saç kesimleri, “aranan baba figürü”, sert bir tepki verilen bir sıradan dokunma ve güreş sahneleri kesinlikle bu imayı akla getirecek bir içeriğe sahip değiller.

Hikâyenin üç ana oyuncusu da rollerinin hakkını vermişler: Mark Ruffalo yardımcı oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilen performansında yalınlığın gücünü azaltmadığı bir performans çizmiş. Channing Tatum ise Mark rolünde, karakterinin hemen her zaman öfkeli ve durgun görünümünü gerçekçi kılmış zoru başararak. John du Pont’u oynayan Steve Carell ise karakterinin dürtüleri hakkında senaryonun belirsizliklerini aşabilen sade bir oyunculuk sunuyor bize. Burada Oscar’a aday olan makyaj hakkında da bir şeyler söylemek gerek. Carell’a burundan göbeğe yapılan eklemeler ve olduğundan bir parça daha yaşlı gösteren makyaj çalışması kesinlikle çok başarılı ama tüm bunlara gerek var mıydı sorusunu sormadan da edemiyor insan. Evet, gerçek bir hikâye anlatıyor film ama ne gerçek John du Pont ihmal edilemeyecek önemde fiziksel özellikleri baskın olan biri ne de bir biyografi filmi karşımızdaki. Dolayısı ile, başarılı olsa da Steve Carell’ın estetik ve makyajlı hâli eğreti duruyor bir parça.

Rob Simonsen’in piyano ağırlıklı ve tedirgin bir yalın zarifliği olan müzikleri Bennet Miller’in benzer özellikler taşıyan sinema dili ile hayli uyumlu. Miller’ın Cannes’da ödül kazanan ve Oscar’a aday olan yönetmenlik çalışmasının temel başarısı kendisini öne çıkarmadan ve varlığını bize dikte etmeden, mizanseninde ne bir eksiklik ne de bir fazlalık hissettirmesi. Bu öykü nasıl anlatılması gerekiyorsa öyle anlatmış duygusunu yaratıyor ve hep canlı tutuyor bu duyguyu Miller. John du Pont’un “patoloji”sinin yetersiz çizilmesi, zaman zaman hissedilen boşluk duygusu ve takımdaki diğer güreşçiler gibi bazı karakterlerin sahnelerin “set malzemesi” olmaktan öteye geçememesi gibi önemli sıkıntıları olan yapıt yine de ilgiyi hak ediyor.

(“Foxcatcher Takımı”)

Moneyball – Bennett Miller (2011)

“Bu yaptığın sadece işlerini değil, onlar açısından sporun kendisini de tehdit ediyor. Yani aslında geçim kaynaklarını tehdit ediyor; işlerini ve çalışma yöntemlerini tehdit ediyor. Böyle bir şey her olduğunda, ister kamu sektörü olsun ister özel, ipleri ellerinde tutan ve düğmeye basanlar çok öfkelenirler. Yani şu anda takımlarını bozup, senin modeline göre kurmayan herkes artık bir dinozor oldu”

Rakiplerinin büyük bütçeler ile oluşturduğu takımlar ile baş edemeyen bir beyzbol kulübünün yöneticisinin, kendisine geliştirdiği bilgisayar programları aracılığı ile yardım eden asistanı ile birlikte bütçelerine uygun ve şampiyonluğa erişebilecek bir takım kurmaya çalışmasının hikâyesi.

Amerikalı yazar ve finans gazetecisi Michael Lewis’in 2003 tarihli, “Moneyball: The Art of Winning an Unfair Game” adlı kitabından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryoyu, Stan Chervin’in bu kitaptan yola çıkarak yazdığı hikâyeden Steven Zaillian ve Aaron Sorkin oluştururken, yönetmenliği Bennett Miller üstlenmiş. Lewis’in kitabı Oakland Athletics adındaki beyzbol kulübünün 2002 sezonundaki başarısını ve bu başarının arkasındaki isim olan Billy Beane’in gerçek hikâyesini -elbette çeşitli değişiklikler yaparak- anlatıyor. Profesyonelleşme ile birlikte kendisine atfedilen tüm yüce değerleri yitiren her spor dalı gibi beyzbolun da bu akıbete mahkûm olduğunu gösteren film buna bir alternatif önermeden, daha doğrusu bu durumu temel bir eleştiri konusu yapmadan anlatıyor hikâyesini. Bir tarafta bu spor dalındaki uzmanlıklarının getirilerine sahip olmak isteyenlerin, diğer tarafta ise zorunlu olarak alternatif bir takım kuruluşuna gitmek zorunda kalanların olduğu hikâyeyi Hollywoodvari oyunlara pek fazla başvurmadan, temposunu ve çekiciliğini hemen hep koruyarak karşımıza getiren film Amerikan sinemasının o “sistemin ruhuna dokunmadan” eleştirel olmaya çalışan, yine de dile getirdikleri ve getirme şekli ile ilgiyi hak eden bir örneği.

Beyzbol tarihinin en iyi oyuncularından biri olarak kabul edilen Mickey Mantle’ın sözü ile açılıyor film: “Hayatın boyunca yaptığın bir sporla ilgili bu kadar az şey bilmen inanılmaz”. Film işte bu bilme(me) durumu üzerine kuruyor hikâyesini. Lewis’in kitabı bir kurgu eser (roman) değil, dolayısı ile bu eserden sinema için kurgusal bir senaryo çıkarmak ustalık isteyen bir iş ve Oscar adaylığı da bu başarının bir göstergesi. Senaryo bir başarının (aslında daha çok, bu başarıyı sağlayan yöntem için verilen mücadelenin) hikâyesini anlatırken, Hollywood’un seyirciyi karakterlerle mutlaka özdeşleştirme yöntemine de pek başvurmuyor; öyle ki peş peşe kazanılacak 20 galibiyetle bir rekor kırma çabasına tanık olduğumuz maçta bile seyirciyi bu konuda taraf tutmaya özellikle yönlendirmiyor. Bu olumlu bir tercih kuşkusuz ve filme de belli bir ciddiyet getiriyor. Ne var ki bir başka tercih kafa karıştırıcı: “Sabermetrics” denilen yöntemle erişilmek istenen başarı, büyük bütçeler, sporun bugün kapitalizm için bir endüstriden başka bir şey olmaması, seyircinin parası ve heyecanı ile bu endüstriyi beslemesi ve oyuncuların birer maldan başka bir şey olmaması konusunda ne düşünüyor film, anlamak hayli zor. Üstelik “ben resmi çizeyim, yorumu seyirci yapsın” gibi tarafsız bir tutum da yok burada; daha doğrusu film bu konuda elle tutulur bir tutum takınmamayı seçmiş ki bu da değerini önemli ölçüde azaltıyor.

Bizde beyzbol hiç bilinen veya sevilen bir spor değil, dünya üzerindeki pek çok ülkede olduğu gibi. Bu nedenle beyzbol yerine futbolu koyarak düşünmek yararlı olabilir film hakkında değerlendirmede bulunurken. Taraftarları ile takımları arasındaki ilişki “kutsal” sıfatını doğrulayacak kadar derin, tutkulu ve tartışılmaz; ama ilişkinin iki tarafı açısından bakıldığında ortada başka tanımlamalar da var: Profesyonelleştiği andan itibaren kulüp için taraftar sadece bir gelir ve bu geliri sürekli kılmak için gerekli olan motivasyon ve heyecanın aracıdır. Oysa taraftar için kulübü koşulsuz bir sevgidir temel olarak. Bir başka ifade ile söylersek, aynı ilişkiye bir taraf sadece maddî, diğer taraf ise sadece manevî değerlerle bakar. Buna rağmen, taraftar için öyle bir bağlılık söz konusudur ki bu çarpıklık ne sorgulanır ne de sorgulanmasına izin verilir. Bu çarpıklığın en önemli göstergelerinden biri de oyuncular ve onlarla taraftar ve kulüplerin ilişkisidir. Bir gün takımı için adeta bir kutsal savaşın askeri konumunda görülen ve kendisi de bu konumdaymış gibi hareket eden oyuncu, ertesi gün bir başka takımın taraftarı için aynı konumda olabilir ve eski takımının taraftarlarınca lanetlenebilir. Bugün bir soyunma odası konuşmasında göz yaşartan kutsal motivasyon araçlarının parçası olan oyuncu yarın bir başka takımın (kutsal savaştaki rakibin) tarafında aynı motivasyona sahip olabilir. İşin ilginç yanı bunun tüm taraflarca doğal kabul edilmesidir; çünkü endüstrileşen, kapitalizmin bir aracına dönüşen her unsurda olduğu gibi, tüketimin ihtiyaçtan bağımsız olarak sürmesi zorunludur ve bunun için gerekirse o ihtiyaç yaratılır.

Bennett Miller’ın filmi üstteki tüm konuları konuşmak için ideal bir hikâyeye sahip aslında ve zaman zaman bu meselelerle ilgili sözleri ve eylemleri de görüyoruz hikâye boyunca. Ne var ki bir Amerikan filmi olarak bunları en fazla sadece ortaya atmakla yetiniyor film ve konsantrasyonunu asıl olarak “başarı hikâyesi”ne veriyor: Küçük bütçeli kulüp denenen yeni takım kurma yöntemi ile başarılı olacak mı? Oysa üzerine onca güzelleme yapılan; kan, ter ve gözyaşı dökülen bir “şey”in (burada beyzbolun) asıl olarak bir oyun olduğu; insanın doğaya ve kendisine karşı bir gelişme mücadelesinin aracı olarak insanlığı zenginleştirmesi ve takım sporlarında da dayanışma, paylaşma ve birlikte ilerleme ruhunu desteklemesi gerektiği unutulup gidiyor. Profesyonelleşme ile birlikte oyunun savaşa dönüştüğü çünkü savaşın asıl para getiren olduğunu anlatmak için çok uygun olan bir hikâyenin bu şekilde harcanması üzücü.

Filmin tüm o “uzmanlar”ı (bizdeki futbol yorumcularını düşünün) eleştirmesi ve bir vesayeti sorgulatması çok yerinde ve doğru; bunu yaparken yerine ne koyduğu ise tartışmalı. Sabermetics kabaca, oyuncuların oyun içindeki her türlü istatistiksel değerlerini öne çıkararak (hatta filme göre nerede ise tek kriter olarak onu kullanarak) takım kurma, yönetme ve oynatma yaklaşımı olarak tanımlanabilir. İnsanî olanın yerine bilgisayar algoritmalarını koymanın tarafında mı duruyor film, “bilimsel” olanın dışındaki her türlü faktörü dışlıyor mu hikâye; eğer öyle ise hikâyede “zorunlu” olarak karşımıza çıkan insanî unsurları (baba ile kızı arasındaki ilişki, soyunma odası konuşmaları, “Bana kimse bu şansı vermedi” sözleri vs.) nereye koymamız gerekiyor? Yatak odasında Platon’un posteri olan, Yale’de ekonomi okumuş ve istatistiklere dayalı yaptığı analizlerle takımı şekillendiren yardımcı karakteri için ne düşünmeliyiz örneğin? Film bunları değil, “herkes oyuncu satın alırken, kendileri galibiyeti satın almayı hedefleyen”lerin hikâyesini izlememizi istiyor sadece, bir Hollywood filminden bekleneceği gibi. Özetle söylemek gerekirse, “kerameti kendinden menkul olanlar”ın yerine bilimi mi koyuyor film ve eğer öyleyse insanî olanı unutalım mı diyor? İnsanın manevî zayıflıği ve kuvveti ile ilgili olan faktörler bu kadar önemsizse, o zaman insanların yerine yarın robotların o alanlarda oynamasını istemek de gerekmez mi? Ve son bir soru olarak, ana karakterin uğur getirsin diye maçı stadyumda seyretmemesini nereye koyalım bu yaklaşımda?

Beyzbolu seviyorsanız ya da en azından oyun hakkında bilginiz varsa kuşkusuz daha fazla zevk alacağınız bir film bu ama öyle olmasa da ustaca anlatılması ile yine de ilginizi çekebilir. Oyuncuların -profesyonellikleri nedeni ile hiç de aldırmış görünmedikleri bir şekilde- kısa bir telefon konuşması ile bir ticarî mal gibi alınıp satıldığı sahneler -film bunu doğal buluyor gibi görünse de- oldukça etkileyici ve profesyonelleştikçe insanlığını yitiren bir dünyayı tüm çıplaklığı ile getiriyor karşımıza. Oyuncuların bir ticarî mal muamelesi görmelerini umursamamasını “Para için değil, paranın söyledikleri için yani bu paraya değdiklerini duymak için” ifadesi ile açıklıyor film ki bunun inandırıcılığı size kalmış. Ünlü eleştirmen Roger Ebert film için yazdığı eleştirisini “Beyzbol bir iş. Sadece biz taraftarlar onu bir oyun olarak seviyoruz” cümleleri ile bitirmişti. Çok doğru bir tanımlama bu ve keşke film işte tam da bunun üzerinden ilerlese ve bu oyunun yerleştirildiği konum üzerinden temel bir sistem eleştirisine soyunabilseydi.

Yapımcıları arasında başroldeki Brad Pitt’in de bulunduğu filmde Pitt ve özellikle yardımcısı rolündeki Jonah Hill rollerinin hakkını verirken, Bennett Miller da hikâyeye yakışan sade yönetmenliği ile işini iyi yapmış görünüyor. Beyzbolun göbeğinde olduğu bir hikâyeyi oyunu hiç bilmeyenlerin de rahatlıkla seyredebilmesini sağlayacak senaryosunun da katkısı ile bu film, sorularının eksikliği ve ver(e)mediği cevaplara rağmen ilgi ile seyredilebilecek bir çalışma.

(“Kazanma Sanatı”)