Sabrina – Billy Wilder (1954)

“Hayat bir limuzin gibi bence. Aynı arabanın içinde olsak da, herkesin yerini bilmesi gerekir. Bir ön koltuk, bir arka koltuk ve ikisinin arasında da bir cam var”

Babasının yanlarında şöför olarak çalıştığı zengin bir ailenin oğluna aşık olan genç kızın hikâyesi.

Billy Wilder’dan bir romantik komedi. Audrey Hepburn’ün kimbilir kaçıncı kez kendisinden yaşça hayli büyük bir erkeğe aşık olduğu film Samuel Taylor’ın tiyatro oyunundan Taylor, yönetmen Wilder ve ünlü senarist Ernest Lehman tarafından beyaz perdeye uyarlanmış. Hepburn’ün zarifliği, Wilder’ın anlatımının ve senaryonun su gibi akıp gitmesi ve hafif komedisi ile Amerikan sinemasının klasiklerinden biri olmayı başaran film zengin ile yoksul arasındaki aşkı elbette sınıfsal değinmelere hiç uğramadan, daha doğrusu sınıf farkını bir peri masalı sonu ile yok ederken sadece yumuşak esprilerin malzemesi yaparak işliyor konusunu.

Girişteki tanıtımın akıllıca özetlediği gibi “büyük bir malikânede yaşayan küçük bir kızın hikâyesi” seyrettiğimiz. Çocukluğundan beri karşılıksız bir aşk ile bağlandığı evin küçük oğluna olan bu duygularını unutması ve ait olduğu sınıfa uygun bir meslek edinmesi için aşçılık okuluna (ama Paris’e) gönderilen kızın oradan büyüyerek (Hepburn’ün saçlarının kısalarak dönmesi ile de vurgulanan bir büyüme bu) geri dönmesi ile gelişen olayların hikâyesi kendisini rahatça seyrettirenlerden. Zengin ailenin büyük oğlu kendisini iş hayatına adamış, hayatında kadınlara yer vermeyen (en azından duygusal anlamda) ve hırslı bir kişi. Küçük oğul ise tam tersine, gittiği üniversiteleri ve üç kez denediği evlilikleri yarıda bırakmış, aklı fikri kadınlarda ve eğlencede olan bir playboy. Film finalinde herkesin mutlu olduğu bir sona ulaşacak elbette; dolayısı ile önemli olan bu mutlu sona gidişin nasıl anlatıldığı. Bu alanda da aksayan bir durum yok. Audrey Hepburn’ün zarifliğini de emrine verdiği başarılı oyunu ve küçük komedisi ile eğlenceli bir film Billy Wilder’ın bu çalışması. Amerikan sinemasının Fransa ve özellikle Paris ile ilgili tüm klişelerini (aşçılık okulundaki Fransız hoca oldukça zorlama durmuş açıkçası, diğer aksamayan klişelerin yanında) kullanmaktan çekinmeyen senaryo zengin aile ile çalışanları arasındaki ilişkiler üzerinden aslında “yukarıdakiler ve aşağıdakiler” konusunda epey malzeme biriktiriyor ama sınıf incelemesi gibi bir derdi olmadığından bunları ham hali ile bırakıyor ve sınıflar arasındaki duvarın (veya filmdeki sembol üzerinden yola çıkarsak, limuzinde ön ve arka koltuğu ayıran camın) ancak iki sınıf arasındaki bir aşk ile aşılmasının makul olabileceğini iddia ediyor. Üstelik Hepburn’ün Paris’ten sadece büyümüş olarak değil aynı zamanda nerede ise sınıf atlamış olarak döndüğünü (başta eskiden ağaç üzerinden izlerken şimdi davetlisi olduğu zengin evindeki ilk partisindeki muhteşem kıyafeti olmak üzere tavır ve görünüş değişikliklerini düşünün) farkederseniz, aşkın taraflarının çok da farfklı sınıflara ait olmadığını görmeniz de mümkün olacak.

Sabrina’nın ait olduğu sınıfı nerede ise ret eden kararlı ve arsız aşkını duyarlı ve hüzünlü bir şekilde aktaran Audrey Hepburn’ün oyunu filmin en büyük artılarından. Aşkını yaşarken, sorgularken, “La Vie en Rose” şarkısına eşlik ederken ve tüm zarifliği ile ayrı ayrı Humphrey Bogart ve William Holden ile dans ederken tek kelime ile muhteşem. Bogart ise filmin başta sekreterlere yeni plastik malzemeyi test ettirdiği sahne olmak üzere kimi esprili anlarının içinde yer alsa da genellikle yorgun bir görüntü veriyor. Hovarda küçük oğul rolündeki William Holden ise filmin romantik komedi havasına uygun bir sevimlilik ile üzerine düşeni yapıyor. Senaryonun kimi esprileri, başta pantolonun arka cebine koyulan şampanya kadehlerinin nereye varacağı olmak üzere, önceden sezilebilir olsa da gerek oyuncuların performansı gerekse kurgunun başarısı ile rahatsız etmiyor ve bu romantik komedinin komedisinin de yeterince eğlendirici olmasını sağlıyor.

Bu külkedisi masalını andıran film tıpkı masallar gibi eşitsizliklere veya bunların kaynaklarına değil naif yollarla bu eşitsizliklerin nasıl aşılabilir olduğuna odaklanan tipik ve klasik bir Amerikan komedisi. Zengin ailenin başı rolündeki Walter Hampden ve Sabrina’nın babası rolündeki John Wiiliams’ın başarılı yardımcı oyunculuklarının da ilgi çektiği film ilgiyi hak eden bir çalışma; sinema her zaman böyle sağlam romantik komediler yapamıyor çünkü.

One, Two, Three – Billy Wilder (1961)

“Napolyon başaramadı, Hitler başaramadı ama Coca Cola başaracak”

Soğuk Savaş döneminde patronunun kızının Doğu Berlin’den bir komünist ile evlenmesi ile ortaya çıkan sorunları çözmeye çalışan bir Amerikalı adamın hikâyesi.

Ferenc Molnár’ın bir oyunundan Billy Wilder ve I.A.L. Diamond tarafından senaryolaştırılan hikâye Wilder-Diamond iş birliğinin tipik örneklerinden biri olarak yeterince eğlendirici, komik ve hareketli. Hikâyenin ve genelde filmin politik tutumu ise tam bir Amerikan sineması örneği olarak pek çok klişeyi içinde barındıran ve “sol” ruhları epey rahatsız edecek unsurlara sahip oluşu ile dikkat çekiyor.

Adeta bir Coca-Cola reklamı gibi olan film bu şirketin Berlin’deki üst düzey yöneticisinin patronunun duvarın inşasından hemen önce Berlin’e gelen kızının bir Doğu Berlinli komünist genç ile evlenmesi ile ortaya çıkan sorunları tam bir işadamı iş bitiriciliği ile çözmeye çalışmasını anlatırken hikâyesi boyunca da tüm alışılmış (ön)yargıların eşliğinde komünizmi, Sovyetleri, Çinlileri, Doğu Almanya’yı esprilerin ve aşağılamaya varan alayların konusu yapıyor ve Coca Cola ile sembolize edilen kapitalizmi de sevimli espriler eşliğinde idealize ediyor. Coca Cola doğu bloku ülkelerine sızmayı başarınca dünya daha bir yaşanır olacak mesajını siz duymak istemeseniz de üzerinize bolca boca ediyor film. Özetle, dünyada tüm kadınların kürkü olmadığı sürece bir kadının ikinci bir kürk istemesinin ahlâksız olduğunu düşünen bir adamın filmin sonunda Coca Cola fabrikasının müdürü olmaktan mutlu olan bir adama dönüştüğü filme “politik içeriği” açısından ciddiyet ile yaklaşmanın bir anlamı yok.

Evet hemen tüm Wilder filmleri gibi eğlendiren, güldüren ve senaryosu yağ gibi akan bir film bu. Aram Haçaturyan’ın “Kılıç Dansı” müziği ile giriş yapılan hikâye temposunu hiç düşürmüyor ve genç adamı kayınpederi için hazırlama bölümü olarak adlandırılacak son yarım saatinde hayli yüksek bir dinamizm içinde Wilder adeta bir orkestra şefi gibi kurguladığı mizanseni ile filme damgasını vuruyor. Hızlı kurgu, özellikle James Cagney ve Horst Buchholz’un keyifli oyunculukları ve görüntüye giren/çıkan karakterleri ile bu son bölüm fars havasında ve çok dinamik bir tiyatro oyununu seyretmeye benzer bir keyif uyandırıyor. Filmin bu enerjisi ve hızı başarılı senaryonun bir yandan da yorabilecek bir yanına eşlik ediyor. Başta hemen her karede görünen Cagney olmak üzere karakterlerin aralıksız konuştuğu, sataşmaların, esprilerin ve alayların birbirini aralıksız izlediği bir film bu. Öyle ki zaman zaman sessizliği özlemeniz mümkün. Başta genç adamı soylu bir damada dönüştürme bölümü ve arabalı takip sahnesi olmak üzere hayli keyifli anları olan film eğlenmek için birebir özet olarak. Doğu Alman polisinin Amerikan casusluğu ile suçlanan genç adama “Itsy Bitsy Teenie Weenie Yellow Polka Dot Bikini” şarkısı eşilğinde işkence yapması gibi ince buluşları da var filmin.

Seyahate çıkarken yanına sadece satranç takımını, ikinci gömleğini ve kitaplarını alan bir genç adamın aristokrat kökenli bir kapitaliste dönüşmesindeki “korkunçluk” bir yana bırakılmalı ve Wilder sinemasının tadına varılmalı. Eğer bu dönüşümü konuşmak gerekirse söylenecek ve rahatsız olunacak çok şey var çünkü ve toplumsal ideallerin yerini bireysel hedeflerin aldığı ve bu değişime övgülerin dizildiği bir dünyanın yanlışlığına olan inancında insanın kendini yalnız hissetmesi acı bir durum çünkü.

(“Bir İki Üç”)

Love in the Afternoon – Billy Wilder (1957)

“Paris’in diğer büyük şehirlerden bir farkı yoktur ama burada insanlar daha iyi yemek yer ve daha çok sevişir”

Parisli bir genç kızın kendinden hayli yaşlı bir playboy’a aşık olmasının hikâyesi.

Hollywood bir kez daha Paris’te; erkek Amerikalı kadın Parisli, erkek yaşlı kadın genç (filmin çekildiği tarihte Garry Cooper 56, Audrey Hepburn 22 yaşında) ve Maurice Chevalier o dönemin Fransa’da geçen hemen tüm Amerikan filminde olduğu gibi burada da yerini almış. Tüm bunlar o dönemin ortalama bir Amerikan seyircisinin beklentilerine gayet uygun. Filmin bu “klişelerini” bir parça değiştirseniz ve erkeği Fransız kadını Amerikalı, erkeği genç kadını yaşlı yapsanız ve Chevalier yerine de örneğin Bob Hope geçse ortaya bu ortalama seyircinin ilgi alanının çok uzağına düşen ve onun ölçülerine göre hayli marjinal görünecek bir film çıkardı.

Yönetmen Billy Wilder’ın bir kez daha senarist I.A.L. Diamond ile iş birliği yaptığı film romantizmi komedisine ağır basan ve hem Wilder’ın yönetimi hem de ondan çok daha fazlası ile Audrey Hepburn’ün oyunu ile zarafet kazanan bir çalışma. Hepburn masum ve duygusal karakterini tam da kendisinden beklenecek bir zariflik ile canlandırıyor ve filme hem oyunu hem güzelliği ile gerçek bir incelik katıyor. Gary Cooper bilinen standardının hayli altında ve “yorgun” bir oyun veriyor film boyunca. Chevalier ise bildiğimiz Chevalier ve her an Fransızca aksanlı bir İngilizce ile aşk üzerine bir şarkı patlatacak gibi duruyor. Filmin Hepburn ile birlikte öne çıkan oyuncusu ise şüphelenen koca rolündeki John McGiver; göründüğü her sahne filmin bazen başarılı bazen aksayan romantizm yanının önüne geçen keyifli komedi anlarına dönüşüyor. Romantizm ise Hepburn tarafından yaratıldığı her sahnede Cooper tarafından yok ediliyor sanki.

Wilder yine kimi eğlenceli sahnelere imza atıyor filmde. Örneğin Cooper’ın Hepburn’e “yaklaşmaya” çalıştığı ilk sahnede ikilinin masanın etrafında dönerek ve içki içerek yürüdüğü sahne ve Hepburn’ün yavaş yavaş aşkın çekimine kapılması oldukça eğlenceli. Kıskanç kocanın otelde karısını ve aşığını basma sahnesi de kimi has komedi anlarına vesile oluyor. Wilder filmde karakterlerini aynadaki veya camdan yansıyan görüntüleri ile de sık sık getiriyor karşımıza ve özellikle sahnedeki diğer karakter yansıması ile değil kendi doğal görüntüsü ile görüntüde iken. Burada özel bir amaç var mıdır yoksa sadece bir şıklık mı hedeflenmiştir bilmiyorum ama filme bu sahnelerde bir Avrupalı hava kattığı açık bu seçimin.

Süresi bir parça fazla uzun olsa da Wilder ve Diamond iş birliğinin özellikle senaryodaki başarı ile kendisini gösterdiği ve hikâyenin sakin bir su gibi akmasını sağladığı, genç kızın adama bu adam Garry Cooper olsa bile aşık olmasına canınızın sıkılabileceği ve Hepburn’e aşık olmamanın imkânsızlığını bir kez daha gösterecek bir film. İstasyondaki veda sahnesi filmin sonundan bağımsız tek bir mesaj veriyor: Bu sahnedeki Hepburn’ü hiçbir erkek terkedemez.

(“Öğleden Sonra Aşk”)

Irma la Douce – Billy Wilder (1963)

“Sen balerinin sadece kendisi için dans etmesini isteyen bir emprezaryo gibisin. O bir dâhi ve herkesin faydalanması gerekiyor onun dehasından.”

Kurallara bağlı ve dürüst bir polislikten tutulduğu bir fahişenin muhabbet tellallığına geçen bir adamın kadını kimse ile paylaşmama çabası ile başlayan olayların hikâyesi.

Bir sahne müzikalinden Billy Wilder ve I.A.L. Diamond ikilisi tarafından senaryolaştırılan ve Wilder’ın yönettiği keyifli bir film. Oyun sinemaya aktarılırken müzikal öğeler çıkarılmış ve pek çok filmde iş birliği yapan Wilder-Diamond ortaklığında bir parça uzun ama başarılı bir komediye dönüşmüş. “Tatlı İrma’nın” hikâyesi ahlâki bir noktadan yaklaşılmaması gereken filmlerden. Sevgilisini satan bir adamın hikâyesi özellikle de ahlâkçıların bir komedi kalıbı içinde bile pek de hoşgörü ile yaklaşacağı bir konu olmasa gerek.

Jack Lemmon ve Shirley MacLaine ikilisinin eğlendiği ve eğlendirdiği bir film bu. MacLaine her müşterisine farklı bir hikâye anlatarak onlardan aldığı parayı artıran “cool” görünümlü ve işinin ustası fahişe rolünde çok enerjik bir performans veriyor. Lemmon ise naif bir insandan bir “kaplana” dönüşürken oldukça keyif veren sahnelere imza atıyor. Polis minibüsünün arkasında onlarca hayat kadını ile yolculuk etmek zorunda kaldığı ve ilk çözülme emarelerini gösterdiği sahnede çok başarılı örneğin. Kalabalık bir kadrosu olan filmde Lou Jacobi de hem filmin unutulmaz cümlelerinden bazılarına aracılık ediyor hem de “ama o başka bir hikâye” ifadesi ile sona eren geçmişinden hikâyeler ile seyirciyi eğlendiriyor. Filmin en kuvvetli olduğu yanlarından biri de kimileri oyunun orijinalinde yer alan kimileri ise I.A.L. Diamond’ın kaleminden çıkan espriler. Bu espriler belki tüm film boyunca her zaman en üst düzeyde değil ama filmin hayli uzun olan süresinin farkedilmemesini sağlayanlar da onlar oluyor. Örneğin “Üzgünüm, yüzleri hiç hatırlayamam” cümlesi bir fahişenin ağzından çıktığında elbette çok komik bir ana kaynaklık ediyor. Paris’in Casanova sokağında icra edilen mesleğin ekonominin çarklarını nasıl döndürdüğünü anlatan ve “bebek arabası satıcısının fahişe kıza, onun kabadayısına, kabadayının rüşvet olarak polise ve polisin de bebeği için aynı parayı satıcıya ödemesi” zinciri ile özetlenebilecek bakış bir kapitalizm hayranının itiraz edemeyeceği bir yaklaşım ve film bu sokağın halk ile nasıl iç içe geçmiş bir halde ve normalleşmiş bir halde var olduğunu göstererek muhafazakar bakışlara da karşı duruyor. Elbette Amerikan sinemasının konusu ve kahramanları böyle olan bir film için lokasyonu Paris olan bir Fransız oyununu tercih etmeleri anlaşılır bir durum. Ne de olsa Fransa ve Fransızlar her zaman ahlâk dışı kavramların aracısı olmuştur Amerikalılar için.

Kendisini kendisi ile aldatan ve bu durumdan bir kıskançlık krizi çıkaran adam rolünde Lemmon bir İngiliz taklidi yaparken daha önce gördüğü İngiliz filmlerinin konularından, mekanlarından ve kahramanlarından hikâyeler uydurarak epey eğlendiriyor bizi. Filmin çoğunlukla onun etrafında dönen ve ona dayalı esprileri belki her zaman birinci kalite değil ve filmin süresi kurguda rahatça epey bir kısaltılabilirmiş dedirtecek kadar uzun olsa da hayli komik, eğlendirici bir film. Son on beş yirmi dakikası sıradan seyirciyi mutlu etmek için eklenmiş gibi görünüyor örneğin. Yine de başarılı bir set tasarımı ile oluşturulan Casanova sokağının başarılı görüntüleri ile empresyonist resimleri de çağrıştıran film Wilder-Diamond ikilisinin başarılı iş birliklerinden biri.

(“Sokak Kızı İrma”)