Nuestras Madres – César Díaz (2019)

“Askerler bütün erkekleri öldürdükten sonra, kadınları kocalarının mezarları üzerinde dans etmeye zorlamış. Bunu duyduğumdan beri benim babama ne yaptıklarını merak ediyorum”

Askerî darbeden sonra çıkan iç savaş sırasında ordunun katlettiği insanların akıbetlerini araştıran ve toplu mezarlardaki cesetlerin kimliklerini saptayan bir adli tıp çalışanının kendi geçmişi ile de yüzleşmesinin hikâyesi.

Guatemala asıllı Belçikalı sinemacı César Díaz’ın yazdığı ve yönettiği bir Belçika, Fransa ve Guatemala ortak yapımı. Yaklaşık 200 Bin kişinin öldüğü veya kaybolduğu iç savaş sırasında subayların işlediği suçlarla ilgili yürütülen bir dava sırasında, 2018 yılında geçen filmde Díaz, Latin Amerika’nın birden fazla ülkesinde benzerleri yaşanan ve kendi kişisel geçmişinden de izler taşıyan bir hikâyeyi sade ve gerçekçi bir yaklaşım ile anlatıyor. Belgesele yakın bir dil kullanmış yönetmen ve bu ilk konulu filmden önce çektiği ve benzer konuları ele alan iki belgeseldeki içerik ve üslubu devam ettirmiş bir bakıma. Cannes’da ilk uzun metrajlı fimlere verilen Altın Kamera’yı kazanan film sondaki sürprizi ile çok şaşırtmayabilir ve daha önce görülmüşlük hissi verebilir ama Díaz’ın konusuna gerekli özenle yaklaşımı, anlatılan hikâyelerin binlerce örneğinin geçmişte ve günümüzde ülkemiz dahil pek çok yerde yaşandığını bilmenin verdiği “rahatsızlık” ve konusunu sömürmeyen tercihleri ile önemli bir yapıt bu. İsimleri değiştirdiğinizde, Türkiye’de geçtiğine de rahatlıkla ikna olabileceğiniz yapıt izlenmeyi kesinlikle hak eden bir ilk film.

César Díaz Guatemala’da doğmuş ve 20 yaşında geldiği Belçika’da yaşıyor o günden beri. Sinemacının kendi babası iç savaş sırasında 1982’de “kaybolmuş”. Bu kaybolmanın anlamı bizim tarihimizde de aynı elbette; iktidarın karşısında duranların, çoğunlukla da bir işkence sürecinden sonra ortadan kaldırılması ve yakınlarının sevdiklerinin akıbetlerinin ne olduğunu bile bilmeden en azından bir mezar sahibi olabilmek için mücadele etmeleri. Cumartesi Anneleri’nin mücadelesine aşina olanların çok yakından bildiği türden hikâyeler bunlar. Díaz’ın burada anlattığı da işte böyle bir hikâye. Ernesto (Armando Espitia) adındaki genç adam adli tıpta çalışmaktadır ve yakınlarını arayanların yıllarca süren beklentilerine cevap bulmaya çalışmaktadır: Kazılan toplu mezarlar, çıkarılan kemikler ve bunlardan yola çıkılarak sürülen izler… Açılış sahnesinde genç adamı bir mezardan çıkarılan kemikleri bir masanın üzerinde bir araya getirirken görüyoruz; son olarak kafatasını yerleştiriyor Ernesto ve belki de baktığı kemiklerin hikâyesini hayal ediyor. Kendi babası da ortadan kaybolmuştur yıllar önce ve o sıralarda ülkenin gündeminde olan ve kayıplardan sorumlu askerlerin yargılandığı davada tanık olmayı ret eden annesi babası ile ilgili konuşmaya da yanaşmamaktadır. Film Ernesto’nun babasının başına ne geldiği konusundaki merakını, kocasının kemiklerinin henüz kazılmamış bir toplu mezardan çıkartılması için kendisine başvuran bir kadına yardım etme çabası üzerinden anlatıyor. Sonuç bu iki karakterden biri için sürpriz, diğeri içinse bir “kavuşma” olacaktır.

Belçika’nın 2020’de Uluslararası Film dalında Oscar’a aday gösterdiği film “Bu boktan ülkede hayatta kalmak için ya deli olmak lazım ya da sarhoş” diyen Ernesto’yu, Meksikalı oyuncu Armando Espitia’nın duru oyununun sağladığı ve yüreğe dokunan bir gerçekçilik ile anlatıyor. Seyrettiğinizin tüm dürüstlüğü ile anlatılan gerçek bir hikâye olduğuna en ufak bir tereddüt oluşmamasını sağlıyor onun performansı ve César Díaz’ın sinema dili. Film boyunca tanığı olduğunuz her bir hikâye yakın geçmişte bile defalarca yaşanmış, bizim coğrafyanın da çok aşina olduğu bir insanlık suçunun tanığı yapıyor bizi. Burada Guatemala’da 36 yıldan fazla süren ve solcu gerilla örgütleri ile ordu arasında yaşanan (ve elbette ABD’nin de askerî yönetimi desteklediği) iç savaşın kurbanları söz konusu. Annesi “Nerede olduklarını bilmesek bile ölü ölüdür” diyerek, oğlunun kayıp kocasının peşine düşmesini onaylamasa da Ernesto için çok önemlidir babasının izini sürebilmek. Annenin isteksizliğinin nedeni onun eşinin akıbetine ilgisizliği veya kocasının silahlı politik mücadelesini benimsememiş olması değildir; zaten kadının kendi doğum gününün kutlandığı sahnede arkadaşları ile yumruklarını havaya kaldırarak bir devrimci marşı olan Enternasyonal’i seslendirmesi de onun politik duruşunun açık bir göstergesi.

Rémi Boubal’ın film için hazırladığı ve piyano ile seslendirilen sade ve hüzünlü melodi hikâyeye ciddi bir uyum katarken, César Díaz bu müzikleri kapanış jeneriği dışında sadece iki güçlü sahnede kullanıyor ve bunun dışında ortam sesleri ile yetiniyor. Müziğin eşlik ettiği bu iki sahnede kocalarının/oğullarının kemiklerini hiç olmazsa bir mezar sahibi olabilmek için arayan kadınların acı, öfke ve yorgunluğun biçimlendirdiği yüzlerini tarayan kameranın görüntülerine tanık oluyoruz. Dürüst ve sakin bir sinemanın örneği olan filmde bu sahne filmin adının neden “Annelerimiz” olduğunu da gösteriyor ve halkların özgürlüğü için mücadele edenlerin faşist kuvvetler karşısındaki kayıplarının acılığının altını çiziyor. Ernesto’nun kız arkadaşı ile araba içindeki cinsellik sahnesinin gereksizliği bir kenara bırakılırsa, film sadece olması gerektiği kadarını göstermeyi ve süslerden arınmayı tercih eden bir içeriğe sahip ki bu da her karede hikâyenin dürüstlüğünü hissetmenizi sağlıyor. Annesi ile Ernesto’nun sahile yaptığı gezi ve orada annenin “memleketin tüm yoksul çocukları”nı anlatan bir şarkıyı seslendirmesi filmin kurgu olarak görünen tek bölümü ama bu sahne o denli doğal bir biçimde yer almış ki hikâyede en ufak bir rahatsızlık hissettirmiyor.

Kadınların faşist yönetimler altında cinsel kimlikleri ve bedenleri nedeni ile korkunç bir ek sömürüye maruz kaldıklarını hatırlamamızı sağlayan film Ernesto’nun adli tıptaki çalışma masasında verdiği kararla da dokunaklı bir kapanış sağlıyor genç adamın hikâyesine. César Díaz bu ilk uzun metrajlı filminde önceki belgesellerini bir bakıma devam ettirirken sade ve alçak gönüllü bir yapıta imza atıyor ve yeryüzündeki tüm “Cumartesi Anneleri”nin sesi oluyor bir bakıma. İki başrol oyuncusunun dışında genellikle ülkenin yerlilerinden oluşan amatör bir oyuncu kadrosu kullanan filmin herhangi bir risk almayıp ilgilisini çekmesi garanti olan sularda dolaşması ve sürprizinin kolay tahmin edilebilirliği gibi sorunları var ama bu durum hak ettiği ilgiyi azaltmamalı.

(“Our Mothers” – “Annelerimiz”)