Modern Times – Charles Chaplin (1936)

“Biz hırsız değiliz, sadece açız”

Charles Chaplin’in ünlü Tramp karakterinin hızla modernleşen ve endüstrileşen dünyada yaşadıklarının hikâyesi.

Charles Chaplin’in yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Sanatçının Tramp karakterini son kez canlandırdığı film -bazı bölümleri sesli olmasına rağmen-aynı zamanda onun son sessiz filmi olması ile de bilinen ve tartışılmaz başyapıtlarından biri olan bir çalışma. Bizde Fransızcanın etkisi ile Şarlo olarak tanınan sinemacının filmi yoksulluk ve işsizliğin de aralarında olduğu temel toplumsal sorunlara değinirken, bir yandan da mükemmel tanımlamasını kesinlikle hak eden ve bugün sinema tarihinin klasikleri arasına giren sahneleri ile eğlendiriyor seyircisini. Bazı bölümleri hikâyenin genel temaları ile doğrudan ilgisi olmayan ve Chaplin’in sesini seyircinin ilk kez duyduğu film; komedinin, tüm sinema tarihinin ve Şarlo’nun her sinemaseverin birkaç kez görmesi gereken örneklerinden biri.

Bir duvar saatinin kadranını göstererek açılıyor hikâye. Saat altıya doğru ilerlemektedir ve kısa bir süre sonra anlayacağımız gibi sabah vaktidir. Chaplin’in müziklerinin eşlik etttiği jenerik şu sözlerle devam ediyor: “Modern zamanlar. Endüstri ve özel teşebbüsün hikâyesi. İnsanlık mutlu olmak için mücadele veriyor”. Edward Powell ve David Raskin’in düzenlediği Chaplin melodileri hikâyenin hemen her anına eşlik ederken, seyirciye işitsel bir keyif sağlıyor. Şarlo keman çalmakla birlikte derin bir müzik ve orkestrasyon bilgisine sahip değildi ve buradaki besteleri sadece ağzı ile mırıldanmış ve Raskin’in anılarına göre bunları notalara döken kendisi olmuş çoğunlukla. Müziklerin bir kısmı hayli tanıdık gelebilir seyirciye çünkü örneğin bu melodilerinden biri sonradan söz de eklenerek “Smile” adı ile hayli popüler olmuştu ve şarkıyı ilk plaklaştıran Nat King Cole başta olmak üzere pek çok başka müzisyen tarafından da yorumlandı yıllar içinde. Kesinlikle kusursuz bir Chaplin performansı izlediğimiz ve sanatçının Fransız besteci Léo Daniderff’in 1917 tarihli komik şarkısı “Je Cherche Après Titine”e Fransızca ve İtalyancadan uydurduğu anlamsız sözlerle getirdiği yorum ise hikâyenin her açıdan zirve noktalarından birini oluşturuyor komedisi ve eğlenceli melodisi ile.

Chaplinin son sessiz filmi olarak tanımlanıyor bu çalışma ama birkaç sahnede ses bandı da var filmin. Yukarıda anılan ve Chaplin’in dans, şarkı ve komediyi ustaca birleştirdiği solo performansı bunlardan biri ve bu sahnede Chaplin’in sesini ilk kez duyuyor seyirci bir sinema filminde. Bunun dışında ise, sayıları kısıtlı olan konuşmalar hep mekanik aletlerden ulaşıyor bize hikâyenin ana temasına uygun olarak. Aslında Chaplin önce sesli çekmeyi düşünmüş filmi ve diyalogları da hazırlamış ama sonra Tramp karakterinin sesli bir filmde özelliğinin ve seyirci üzerindeki etkisinin kaybolacağını düşünerek vazgeçmiş bu düşüncesinden. Film saniyede 18 kare olarak sessiz film formatında çekilirken, daha sonra hızı 24 kareye çıkarılmış. Sonuç olarak sesli birkaç bölümü dışında, ara yazıları ve dili ile sessiz sinema içinde değerlendirilen bir yapıt çıkmış ortaya.

Chaplin’e başrolde yetim ve yoksul genç kız olarak Paulette Goddard’ın eşlik ettiği film için iki ilham kaynağı olmuş: ABD’yi ve ardından hemen tüm dünyayı 1920’li yıllardan başlayarak kasıp kavuran büyük ekonomik bunalımın (Great Depression olarak anılıyor tarihte) neden olduğu sefalet ve Chaplin’in Gandhi ile buluşmasında Hintli liderin modern teknolojinin insanlık üzerindeki olumsuz etkileri ile ilgili görüşleri. Gandhi’yi tanıştığı en eğlenceli kişi olarak tanımlayan Chaplin gerek hikâyesi gerekse dile getirdiği meseleler ile politik olarak da sınıflanabilecek bir film yaratmış. İlk sahnede kalabalık bir domuz sürüsünü metrodan boşalan ve fabrikalara akan insan kalabalığı ile eşleştirerek bu konuda elini çok net gösteriyor film. Hayvanların mezbahaya, işçilerin ise fabrikalara birer kurban olarak aktığını düşündürüyor bu giriş ve fabrikalarından birinde tanık olduklarımız da doğruluyor bu düşünceyi. Otomasyonla birlikte tıpkı kullandıkları (ya da kendilerini kullanan) makineler gibi mekanikleşen ve hep daha hızlı, daha fazla üretmeye zorlanan işçileri görüyoruz bu bölümde. Filmdeki ilk diyalogu da işittiğimiz bu bölümde odasındaki dev ekrandan tüm fabrikayı gözetleyen müdürün talimatları hep daha süratli çalışmasını istiyor işçilerin. Gittikçe hızlanan bir kayan bant üzerinde tek bir işlemi, vida sıkmayı aralıksız yapan bir işçiyi oynayan Chaplin bu rutinin bir insanın bedenini ve ruhunu nasıl dağıtabileceğini fiziksel boyutu da olan oyunculuğu ile çarpıcı bir biçimde sergiliyor. İşçilerin mola vermesine gerek kalmayacak şekilde onları otomatik olarak besleyecek bir makinenin -elbette Tramp üzerinde- denendiği sahne bir emekçinin çıldırmasını anlatırken, onun bedensel ve ruhsal sömürüsüne sert bir eleştiri getirerek hikâyenin politik boyutunu artırıyor.

Filmin daha doğrudan bir politik göndermesi ise kahramanımızın komünist bir lider zannedilmesine yol açan kızıl bayraklı işçi eylemi sahnesi. Zamanında Avusturya’da sansür tarafından filmden çıkarılan ve filmin Almanya ve İtalya’nın faşist yönetimleri tarafından yasaklanmasına neden olan bu sahnede yanlışlıkla eline geçen bir bayrakla kendisini eylem yapan işçilerin en önünde yürürken buluyor kahramanımız ve hapse atılıyor. Komünist kelimesinin -propaganda aracı olarak olmasa da- üstelik de bir eylem sahnesi ile igili olarak açıkça kullanılmasının dikkat çektiği bu sahne Hollywood’da çeşitli sanatçıların sinema sektöründe çalışmasını imkânsız hâle getiren ABD Temsilciler Meclisi’ndeki Amerika Aleyhtarı Faaliyetleri Araştırma Komitesi’nin sanatçının komünist olduğuna ikna olmasını sağlamıştı. Bu sahneler dışında yoksulluk ve işsizlik görüntüleri, açlıktan ölmemek için hırsızlık yapan farklı karakterleri eleştirel olmayan bir gözle göstermesi gibi başka örnekleri de ekleyebiliriz filmin politik yanının kanıtı olarak. Kuşkusuz tüm bunlar filmin doğrudan politik bir hikâye anlattığını söylemek için yeterli değil ve zaten Chaplin de olabildiğince apolitik bir tutum takınmış ve örneğin bu son sahne üzerinden bir mesaj üretmek gibi bir kaygısı olmamış. Yine de sonuç, insanlık meseleleri ve dünya hâli hakında duyarlı bir sanatçının izlerini taşıyor her karesinde.

Sadece komünizm gibi hassas bir sözcükle yetinilmeyip, “nose-powder” argosu ile kokain de açıkça dile getiriliyor hikâyede. Tramp’in bu madde sayesinde kazandığı cesaret ile bir cezaevi firarını önlemesi herhalde sansürün bu kullanımı görmezden gelmesine neden olmuş ama yine de 1930’lu yıllarda çekilen bir filmde bir uyuşturucu maddenin komedi unsuru ve bir kahramanlığın aracı olarak olumlu bir bağlamda kullanılması hayli ilginç. Yoksulların girdiği yiyecek kuyruğuna açılan ateş ve bir kişinin öldürülmesinin Tramp’in hücresinde okudğu gazetenin manşetine “Grevler ve eylemler. Kanunsuz çeteler yemek kuyruğuna saldırdı” ifadeleri ile yansıdığını da hatırlamakta yarar var filmin tutumunu daha iyi anlamak için.

Katlı bir mağazadaki tehlikeli Paten bölümü, derme çatma bir evde Chaplin’in sakarlıkları, sonlardaki restoran bölümünün tümü (bu bölüm tek başına bile seyredilebilecek müthiş anlar içeriyor) ve yine onun tamirci çırağı olarak fabrikada neden oldukları gibi tamamı klasik olan sahneleri ile film bir küçük adamın düzenle ve düzenin sembolü olan makinelerle başının derde girmesini anlatıyor sık sık. Ne var ki tüm bölümleri (örneğin restoran bölümünü) bu tema ile ilişkilendirmek mümkün değil herhangi bir şekilde. Anlaşılan Chaplin sinemada son kez hayat verdiği karakterine onun tipik komedisi ile veda etmek istemiş ve “gag” denilen türden numaralara bolca yer vermiş hikâyede. Bu asla bir şikâyet konusu olmamalı; çünkü hem hikâyenin kahramanının karakteri ve özellikleri açısından bütünlük asla bozulmuyor hem de her biri o derece başarılı ki en ufak bir rahatsızlık bile hissetmeniz mümkün değil.

Chaplin’in sesi bir sinema filminde ilk kez “Modern Times” ile ulaştı seyirciye dedik ama aslında 1931’de çekilen bir haber filminde oyuncu Almanca “İyi Günler” derken görünmüş kısa bir süre. Sinemada sesin tamamen egemen olduğu bir dönemde sessiz sayılabilecek bir film çekerek sadece baş karakterine değil, bir bakıma sessizliğe de veda eden Chaplin kâr, verimlilik gibi kavramlara saplantılı bir aşkı olan kapitalizmin cenneti ABD’ye ve benzeri düzenlerin hüküm sürdüğü her yere bir komedi kalıbı içinde eleştirel bir alaycılıkla yaklaşmış. Jacques Tati’nin “Playtime”ının esin kaynağı olarak da görülebilecek çalışma yukarıda vurgulandığı gibi bazı bölümlerinin ana tema ile ilgisizliği ve romantizmin gerektiği kadar güçlü olmaması ile eleştirilebilir belki ama bunlar filmin bir başyapıt olarak kabul edilmesine engel değil. İlginç bir not olarak, 1967 tarihli bir kısa belgeselin (Kübalı sinemacı Octavio Cortázar’ın “Por Primera Vez” adlı 10 dakikalık yapıtı) Küba’nın devrimci hükümetinin daha önce hiç sinema filmi görmemiş olan köylüleri sinema ile tanıştırmak için Los Munosa dlı bir dağ köyünde düzenlediği gösteride Chaplin’in yapıtının gösterilmesini ve halkın verdiği tepkileri anlattığını söylemiş olalım.

(“Asri Zamanlar” – “Modern Zamanlar”)

City Lights – Charles Chaplin (1931)

“Gözlerin artık görüyor mu?”

Gözleri görmeyen bir çiçekçi kıza âşık olan avare bir adamın hikâyesi.

Harry Carr ve Harry Crocker’ın da katkı sağladığı senaryosunu Charles Chaplin’in yazdığı ve yönetmenliğini de Chaplin’in yaptığı bir ABD yapımı. Sesli filmlerin sinemaya süratle hâkim olmaya başladığı bir dönemde Chaplin’in sessiz olarak çektiği film sinemanın katıksız başyapıtlarından biri. 1929’da ABD’de borsanın çökmesi ile başlayan büyük ekonomik bunalım döneminde çekilen film bizde Fransızca’dan esinlenerek Şarlo olarak bilinen Chaplin’in “tramp” (avare, serseri diye çevirebiliriz) karakterinin her karesinde güldürdüğü, romantizm ve hüznün el ele yürüdüğü, hatta işe polisiyenin de karıştığı ve komedinin fiziksel olanı da dahil birden fazla türüne uğrayan bir klasik. Chaplin’in dünya görüşüne ve dönemin ekonomik koşullarına uygun olarak, zengin-yoksul ayrımını ve sınıf farklarını da özenle hikâyesine yedirdiği film her sinemaseverin görmesi gereken bir şaheser kesinlikle.

Açılış jeneriğinde film için “Bir romantik komedi pandomimi” ifadesine yer verilmiş ve açıkçası seyredeceğimiz hikâyenin türü için de çok doğru bir tanımlama olmuş bu. Şarlo hikâye boyunca bizi hem güldürüp hem hüzünlendirirken, tam bir “sözsüz oyun” geleneğine uygun sessiz filmi ile has bir başyapıt yaratıyor. Dönemin korkunç ekonomik bunalımı ile dalga geçerek, hikâyesini “Barış ve Refah Anıtı” adı verilmiş bir anıtın açılış töreni ile başlatıyor Chaplin. Tarzı ile bir politikacıyı andıran bir adamın ve herhalde anıtın sponsoru olmuş zenginlerin bu törendeki konuşmalarını, bir sessiz film olarak elbette ses olmadan ama konuşmacıların seslerini müzikal enstrümanlarla alaycı bir şekilde taklit ederek dinletiyor bize Chaplin ve anıttaki heykellerden birinin elinin içinde uyuyan karakterini ilk kez çıkarıyor karşımıza. Sanatçının bu ilk sahnedeki fiziksel performansı sadece güldürmekle kalmıyor, anıtı açanların temsil ettiği zenginlik ve güçle alayının da aracı oluyor. Bu sahnede Şarlo’yu durdurmaya çalışanların Amerikan milli marşı çalmaya başladığında saygı duruşuna geçerek hareketsiz kalmaları bize de rahatlıkla uyarlanabilecek bir komedi yaratıyor.

Chaplin’in bu başyapıtı tüm dünyada olduğu gibi bizde de çok beğenilmişti ve bunun sonucu olarak da ondan pek çok farklı filmde esinlenmişti Yeşilçam. Memduh Ün’ün 1958’de siyah-beyaz, 1971’de ise renkli olarak çektiği ve ilki Yeşilçam’ın klasiklerinden biri olan “Üç Arkadaş”ın hikâyesi Chaplin’in yapıtından ilham almıştı farklı unsurları ile. Kartal Tibet’in 1983 yapımı “En Büyük Şaban” filminin senaryosunu yazan Suphi Tekniker ise çok daha ileri gitmiş, sadece hikâyeyi tekrarlamakla kalmadığı gibi, bazı sahneleri (intihar girişimi, gece kulübündeki kaos vs.) ve bazı esprileri de (zengin sarhoşun kahramanın pantolonunun içine içki dökmesi vs.) arsızca aşırmıştı. Feyzi Tuna’nın 1971 tarihli ve Nejat Uygur’un oynadığı “Cafer Bey – İyi, Fakir Ve Kibar” filmi de benzer ama daha serbest bir ilham kaynağı olarak kullanmıştı “Şehir Işıkları”nı. “Âşık olunan kör bir kızın gözlerini açtırmak ve sonra onun tarafından tanınma(ma)k” teması içerdiği yüksek melodram potansiyeli ile bu örnekler dışında, daha pek çok Yeşilçam filminin senaryosunda başköşeye oturdu sinemamızın tarihi boyunca.

Filmde iyi yürekli kahramanımızın başına gelen her olumsuz şey onun iyi niyetli çabasının karşılığı oluyor. Örneğin yardım ettiği kör kızın boşalttığı su onun yüzüne geliyor, intihar etmesine engel olmaya çalıştığı adamın boynuna bağladığı taş onun ayağının üzerine düşüyor vs. Chaplin kendi oynadığı karakteri, düzenin kurbanlarının yardımına koşan ve bu arada sorunları da çarpıcı bir komedinin parçası olarak seyirciye yansıtan bir şekilde kullanıyor her zamanki gibi. Örneğin burada kör kıza yardım etmek için farklı yollar denemesinin en temel nedeni, onun ödeyemediği kirası yüzünden evinden atılmasını önlemek ve gözlerini açtırmak için gerekli parayı bulabilmek. Yardım ettiği için kendisi ile arkadaş olan zengin adamın ona sadece kendisi sarhoşken dostluk göstermesi, ayıldığında ise onu tanımamasını veya Chaplin’in “sert” bir tango gösterisini kadına şiddet uygulandığını sanarak engellemeye kalkması yüzünden başına gelenleri de aynı kapsamda değerlendirebiliriz.

Kendi komedisinin kalıpları içinde, bir düzen eleştirisi de yapıyor Chaplin ve sınıf farkını da (ve eksik olan sınıf dayanışmasını da) sergiliyor. Örneğin zengin adamının uşağının kahramanımıza sürekli kötü davranması, onu aşağılaması ve patronunun evinden dışarı atmaya çalışarak kendi sınıfından birini değil, “sahibi”nin sınıfını desteklemesi dikkat çekiyor. “Eşcinsellik” ise dönemin anlayışına uygun olarak hep bir mizah konusu oluyor ama en azından bir ayrımcılığa gitmiyor hikâye. Polisin el ele tutuşan iki erkeğe (birinin yakasında çiçek vardır üstelik!) şaşkınlıkla ve bir parça sert bir bakışla bakması, soyunmakta olan bir adamın kendisine “cilveli” bakan adamdan dolayı perdenin arkasına geçmesi veya yatağında tanımadığı bir erkekle uyanan bir başka erkeğin şakınlığını bu anlara örnek gösterebiliriz.

Chaplin ana hikâye ile doğrudan ilgisi olan veya olmayan tüm sahnelerde güçlü komedi yeteneğini (yazar ve oyuncu olarak) sergiliyor. Sabun/peynir esprisi, ilk karesinden son karesine kadar tam bir mizah başyapıtı olan boks maçı, Chaplin’in fiziksel komedi becerisi ile döktürdüğü gece kulübü ve kaldırımdaki çukur sahnesi sanatçının yeteneğinin parlak örneklerinden sadece birkaçı burada sergilenen. Onun sesli sinemanın çok güçlü bir biçimde sinemaya egemen olduğu dönemde sinemanın görsel gücüne hâlâ inanarak sessiz çektiği ve müziklerini de hazırladığı filmin sinemanın pek çok ünlü isminin en sevdikleri arasında yer alması da Chaplin’in dehasının bir kanıtı olsa gerek. Stanley Kubrick, Robert Bresson, Orson Welles, Woody Allen, Martin Brest, Guillermo del Toro ve Federico Fellini gibi farklı sinema anlayışlarına sahip ve sinema tarihinin farklı dönemlerine ait olan isimlerin takdirlerini açıkça ifade ettiği filmin ABD ve İngiltere’deki galalarına -sırası ile- Albert Einstein ve George Bernard Shaw’ın katıldığını da eklersek, Chaplin’in başyapıtlarından biri olan eserin önemi çok daha iyi anlaşılabilir. Sayıları zaten çok fazla olmayan ara yazıların önemli bir bölümünün bile çok da gerekli görünmediği ve bu açıdan, sinemanın görsel bir sanat olduğunun en önemli kanıtlarından birini oluşturduğu film sessiz olmasına rağmen, sesi (baştaki anıt açılışındaki konuşmalar, yutulan bir düdük vs.) kullanımı ile de değer taşıyan, defalarca ve her seferinde yeni bir keyifle izlenebilecek, sinemanın neden bir sanat olduğunu ve popüler olmakla düzeyli olmanın ele ele yürüyebileceğini gösteren bir klasik kesinlikle.

(“Şehir Işıkları”)