Les Trois Couronnes du Matelot – Raúl Ruiz : Klasik edebiyat tadında, hani o şömine başında oturan İngiliz centilmenlerinin soğuk kış gecelerinde birbirlerine anlattığı türden, bir hayalet hikayesi. Geçen yıl ölen yönetmenin 1983 tarihli bu filmi şiirselliği, görsel stili ve sıradan bir seyir tecrübesinden çok hissedilmeyi talep eden anlatımı ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir film. Evet tüm filmler şu ya da bu şekilde bir hikâye anlatır ama bu film bir hikâye anlatmayı da anlatıyor. Gerçek ile düşün birbirine karıştığı ve kimi zaman aralarındaki ince çizginin tamamen kaybolduğu bu film ölene kadar aralıksız film çeken Portekizli ustadan görselliğin de öne çıktığı ve insanın içine işleyen hüznü ile de dikkat toplayan bir çalışma.
(“Three Crowns of the Sailor” – “Denizcinin Üç Altını”)
Girimunho – Helvécio Marins Jr / Clarissa Campolina : İlk uzun metrajlı konulu filmlerini çeken iki yönetmenden belgesele yakın bir dil ile anlatılmış, sakin ve etkileyici bir film. Gerçek hayatlarına yakın rolleri canlandıran amatör oyuncularının ve diyaloglarının doğallığı, görüntülerinin başarısı ve samimiyeti ile dikkat çeken film tüm o sakinliğinin içinden size göz kırpan canlılığı ile kimi anlarında hayli çarpıcı olmayı başarıyor. İnsanın ilk nefesi ile son nefesi arasındaki günlerin anlamı (veya üzerine derin derin düşünmeyi gereksiz kılan anlamsızlığı) ve sıradanlığın içindeki zenginlik üzerine söyleyecekleri olan film hayatın “uzun ve sakin bir ırmak” olduğunun altını çiziyor. Sevimli, doğal ve güçlü bir çalışma.
(“Swirl” – “Döngü”)
Sibir, Monamur – Slava Ross : Bir başka ilk film. Muhteşem bir vahşi doğada, Sibirya’da, geçen film bu doğanın muhteşem görüntüleri ve altı biraz fazla çizilmiş bir müziği ile trajik bir epik adeta. İyilik ve kötülüğü karşı karşıya getirmesi ve kimi dinsel olan çeşitli sembolleri kullanması ile bir parça fazla ahlâkçı bir tavır benimsemiş görünüyor ama iyi anlatılan hikâyesi, başta çocuk oyuncusu Mikhail Protsko olmak üzere başarılı oyuncuları ve her biri bir çıkışın (veya bir kurtuluşun) peşindeki karakterleri ile ilgi çekici olmayı başarıyor. Bu “kurtuluş” arayışı filmin dine göz kırpan yaklaşımını da ele veriyor aslında. Bu bir kenara bırakılırsa filmin güçlü ve çekici olduğunu kabul etmek gerek.
(“Siberia Monamour” – “Sibirya Monamour”)
Faust – Aleksandr Sokurov : “Mat i Syn – Ana ve Oğul”, “Otets i Syn – Baba ve Oğul” ve “Aleksandra” gibi filmleri ile favori yönetmenlerim arasına girmiş Sokurov’dan Venedik’te Altın Aslan kazanan ve yönetmenin güç ve iktidar üzerine çektiği filmlerinin bu sonuncusu bir Faust uyarlaması ve hikâyeyi bilenler için zorlayıcı ama bilmeyenler için “öldürücü” olabilecek anlatımı ve müthiş set tasarımının ve karanlık tonların ağırlığını taşıyan görselliği ile hayli zengin bir film. Kimi klasik tabloları hatırlatan görselliği oldukça etkileyici ama zorlayıcı ve yoğun diyalogları ile seyri de pek kolay olmayan bir film karşımızdaki. Zaman zaman dışavurumcu sinemadan esintiler taşıyan, kimi çarpıtılmış ve netliği azaltılmış görüntüleri filmin düş (ve zaman zaman karabasan) havasını destekliyor ama bu düş havası asla gereksiz bir sanatsal çabanın sonucu gibi görünmüyor. Aksine bu hikâye başka türlü anlatılamazın ispatı gibi bu mizansen anlayışı. Zor ama sabırlı olanları ödüllendirecek bir film.