“Bıkmadın mı bundan? Hâlâ bitmedi mi? Daha ne kadar böyle devam edeceksin? Bir kız bul, yuva kur”
Günleri uyuşturucu, içki, serserilik, kızlar ve küçük suçlarla geçen iki genç adamın hayatları ile ilgili kaçınılmaz karar noktasına gelmeleri ile yaşananların hikâyesi.
Senaryosunu Claudio Caligari, Francesca Serafini ve Giordano Meacci’nin yazdığı ve yönetmenliğini Caligari’nin yaptığı bir İtalya yapımı. Çekimlerin ve son kurgunun yapılmasından hemen sonra ve film henüz vizyona girmeden hayatını kaybeden yönetmenin kariyerindeki toplam üç uzun metrajlı kurgu yapıttan sonuncusu olmuş bu çalışma ve Venedik Festivali’nde ana yarışma bölümü dışında gösterilmişti. Pasolini’nin öldürüldüğü ve filmlerinin de geçtiği bölgede yaşanan bir hikâyeyi anlatan çalışma, 1990’ların ortasında iki İtalyan gencinin ayakta kalma çabasını ve içinde bulundukları boşluğu bir şekilde doldurma mücadelelerini ele alıyor. İki sıkı dost arasında ortaya çıkan ve seçimlerinin farklılaşmasından kaynaklanan gerilim iki başrol oyuncusunun (Luca Marinelli ve Alessandro Borghi) oyunculukları ile gerçekçi ve dürüst bir yaklaşımı olan bir sinema örneği olmuş. Hikâyesi yerel olduğu kadar evrensel ama benzer konuları ele alanlarınkinden çok da farklı olmayan film buna rağmen seçimlerin yaşamlarımızı nasıl kökten değiştirebileceğini, sevgi ve sorumluluk duygularının nasıl belirleyici olabileceğini ve dostlukların gerekliliği üzerine ilgiyi hak eden bir çalışma.
Claudio Caligari toplam üç uzun metrajlı film çekebilmiş kariyeri boyunca (Diğerleri 1983 tarihli “Amore Tossico” ve 1998 yapımı “L’odore Della Notte”) ve aynı zamanda arkadaşı da olan yapımcı Valerio Mastandrea’ya bu son filminden önce, “sadece iki film yapabilen bir “loser” olarak öleceğini” söylemiş. Beyin tümörü nedeni ile ölen Caligari özellikle yaşamının son yıllarını hastalıkla boğuşarak geçirmiş bir isim ve yapımcısı Mastandrea bu son filminin yapılabilmesi için epey uğraşmış ve Il Messaggero gazetesinde İtalyan kökenli ünlü Amerikalı sinemacı Martin Scorsese’ye hitaben bir açık mektup bile yayınlamış ilgisini çekmek için. Ondan bir cevap gelmemiş ama yine de çekilebilmiş film ve Caligari’nin “son arzu”su yerine getirilebilmiş.
Açılıştaki dondurma sahnesi yönetmenin 1983 tarihli “Amore Tossico” filmine bir gönderme ve yönetmenin kendisi de bu son filmini bir ölçüde ilk filmi ile ilişkilendirmiş içeriği açısından. Caligari’nin bu filmi sadece hikâyenin geçtiği bölge (Roma’nın Ostia bölgesi) açısından değil, karakterleri açısından da Pasolini’yi akla getiriyor sık sık. 1975 yılında Ostia sahilinde öldürülen Pasolini’nin bazı filmleri orada geçtiği gibi; ünlü sinemacı, Sergio Citti’nin 1970 yapımı “Ostia” adındaki filmin senaryosunu yazmış ve yapımcılığını da üstlenmişti. İşte burada 1995 yılında geçiyor Caligari’nin filminin hikâyesi. Açılış sahnesinde iki genç adamı, Vittorio (Alessandro Borghi) ve Cesare’yi (Luca Marinelli) tanıyoruz. Çocukluktan beri yakın arkadaş olan ve aralarındaki ilişki -hikâye boyunca pek çok kez örneğini göreceğimiz gibi- oldukça sağlam bir temele oturan ikilinin hayatı her türlü uyuşturucu (hem kullanıyorlar hem de son kullanıcıya satış yapıyorlar), kızlar ve çeşitli suçlarla doludur. Cesare’nin kız kardeşi AIDS’ten ölmüştür ve geride ona ve annesine oldukça hasta bir küçük kız bırakmıştır. Vittorio hakkında herhangi bir bilgi vermiyor nedense hikâye ama ikisinin de yoksul sınıftan olduğunu ve para sıkıntısı çektiğini anlıyoruz. Dönem uyuşturucu ve AIDS yıllarıdır ve Playboy, Bonibon ve Temel Reis gibi isimleri olan uyuşturucular elden ele dolaşmaktadır ortalıkta. İki genç adamın aralarındaki ilk ayrışma Vittorio’nun uyuşturucu kullandığı bir gün gördüğü hayalî görüntülerden dehşete kapılması sonucu ortaya çıkar. Yaşamı (ve arkadaşınınki de) yoldan tamamı ile çıkmıştır ve bir an önce toparlanması gerekmektedir. Bir inşaatta iş bulur ve hikâye onun bu seçiminin sonuçları üzerinden ilerler.
Film adını Cesare’nin yeğeninin dayısının kendisine hediye ettiği oyuncak ayıya giydirdiği kıyafetin üzerindeki yazıdan alıyor ve hikâye “iyi olmakla” “kötü olmak” arasında yaşanan ve ikincisinin çekiciliği ve kolaylığı nedeni ile hep bir adım önde olduğu savaşı anlatıyor. Didaktik bir yanı yok Caligari’nin yaklaşımının ama uyuşturucu ile örülü bir suçlu yaşamının çıkışsızlığını da net bir şekilde vurguluyor. Hikâyede asıl eksik olan, iki genç adamın yaşamlarının onlara özgü olmadığı söylense de, toplumsal bir konuma oturtulmaması bu hayat biçimlerinin. Böyle olunca filmin uyuşturucunun ve serseriliğin kötülüğü üzerine alışılmış türden bir hikâye olarak algılanması riski doğuyor doğal olarak ama neyse ki özellikle iki başrol oyuncusunun performansları başta olmak üzere filmi bu algıdan uzaklaştırmayı başaran başka unsurlar var. Genç bir çocuğun içinde bulunduğu parasızlık ile ve dürüst bir emeğin karşılığının çok da yüksek olmadığını görmesi nedeni ile tehlikeli ve kötü bir dünyanın içine girmeye çalışması gibi gelişmeler, Cesare’nin evindeki yapay gün batımı fotoğrafı ile Vittorio’nun gerçek bir gün batımı fonun önünde balık tuttuğu sahne arasındaki çelişki ve filmin yakalamayı başardığı gerçekçilik duygusu Caligari’nin yapıtını ilgiyi hak eden bir düzeye çıkarmayı başarıyor. Maurizio Calvesi’nin günlük hayatı olduğu gibi görüntülediği hissini yaratan, teknik oyunlardan uzak ve gerçeğin sertliğinden sakınmayan görüntülerinin de katkısı ile Caligari hep gerçek bir hikâyeyi anlattığı duygusunu yakalamayı başarıyor. Sürprizleri yok bu hikâyenin ve seyirciyi hemen ele geçirebilecek türden dramatik gelişmelere başvurmak gibi bir amacı da yok pek ama dürüstlüğü ile yakalamayı başarıyor seyircisini. Burada, Alessandro Sartini ve Paolo Vivaldi ikilisinin hikâyeye zaman zaman belki eksikliği hissedilebilecek gücü katmak açısından sağladığı katkıyı ve Mauro Bonanni’nin sade ve gerçekçi kurgusunun önemini de hatırlatmakta yarar var.
Caligari’nin Pasolini sinemasını modern bir havada adeta yeniden yarattığı film, suçluların dünyasının Coppola’nın “Godfather” filmlerinde olduğu gibi opera görkemi olmadan da anlatılabileceğini ve -belki de asıl olanın- işte buradaki gibi her türlü süsten arındırılmış karakterlerle anlatmak olduğunu hatırlatıyor bize.
(“Don’t Be Bad” – “Huysuzluğu Bırak”)