Hazine (Comoara) – Corneliu Porumboiu : Romanya sinemasının alçak gönüllü ve etkileyici örneklerinden bir yenisi. Poromboiu senaryosunu da kendisinin yazdığı filmde, ülke sinemasının çağdaş pek çok örneğinde olduğu gibi sıradan insanlar üzerine kurmuş hikâyesini. Bir definenin peşindeki karakterler gerçekçiliği ile göz yaşartacak diyaloglar eşliğinde ve bir hikâye yapay oyunlara başvurmadan nasıl ustaca anlatılır dersinin örneği olabilecek bir şekilde oluşturulmuş sade bir anlatımla geliyorlar karşımıza. Adrian Purcarescu ve özellikle Tomaz Cuzin’in ekonomik oyunları o denli gerçekçi ki adeta bir belgesel seyrediyorsunuz havasına kapılıyorsunuz. Bahçedeki define arama sahnesi (bu iki oyuncuya eşlik eden Corneliu Cozmei’nin de katkısı ile) nerede ise gizli kamera ile çekilmiş kadar gerçekçi kesinlikle. Mizahı hayatın içinde olduğu kadarı ile ve ne fazla ne eksik hissi verecek kadar etkileyici bir şekilde kullanan film çok hoş ve vurucu finali ile de ayrıca ilgiyi hak ediyor. Kötü bir şeyler olacak hissini akıllıca kullanan bu modern Robin Hood masalı sinemanın samimi olduğunda ne denli güçlü olabileceğinin de bir kanıtı. Sabır ile kazıldığında yüzeyin altında bir şeyler bulabileceğimizi hatırlatan film Romanya’nın geçmişine de ince göndermelerde bulunuyor. Filmi fazla sıradan ve sakin bulanlar olacaktır ama hayatta ne varsa bu filmde de o var. Teknik beceri gösterilerine girişmeyen (kamera sadece gerektiğinde hareket ediyor örneğin), süslemelere yüz vermeyen ve yüzümüze ayna tutan bu film görülmeli kesinlikle.
(“The Treasure”)
Saltanatın Mezarlığı (Rak ti Khon Kaen) – Apichatpong Weerasethakul : 2010 yılında Altın Palmiye kazanan “Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor” filmi ile büyük ilgi toplayan Taylandlı sinemacı Weerasethakul’dan yine orijinal ve kitleler için seyri zor bir film. Yatırıldıkları hastanede bilinmeyen bir bedenle sürekli olarak uyuyan askerler, hastanedeki görevliler ve gönüllü çalışanlar, askerler ile onlar uykudayken iletişim kurabilen bir genç kız, canlanan tanrıça heykelleri… Dieogo Garcia’nın etkileyici görüntüleri sık sık uzun planlar eşliğinde karakterleri karşımıza getirirken, hikâye gerçeküstüden normale ve rüya havasına gidip gelen anlatımı ile dikkat çekiyor. Hikâye uyuyan askerlerin gizemleri üzerinden ilerleyecek gibi görünse de çok daha başka dertleri var filmin. Öncelikle beden ve ruh kavramları üzerinde düşünmeye çağırıyor seyircisini ve bir yandan “ele geçirilen ruhları” anlatır gibi görünürken, diğer yandan da enerjileri için ele geçirilen bedenleri getiriyor karşımıza. Bu arada bedensel işlevler ile ilgili biri eğlenceli biri rahatsız edici iki sahnesi de var filmin. Hastanenin eski bir mezarlığın üzerine inşa edilmiş olması, binlerce yıldır süren bir savaştan söz edilmesi ve sebebi bilinmeyen salgın gibi unsurları Tayland toplumunun içinde bulunduğu ruh halinin ve yaşadığı sorunların geçmişle bağının ipuçları olmak görmek gerekiyor sanırım. Seyri, evet sabır isteyen ama içine girebileni de ödüllendiren film küçük mizahı, etkileyici kimi sahneleri (bir parça uzamış olsa da sonlarda iki karakterin bahçede yaptıkları yürüyüş gibi) ve rüya ile gerçeği ustaca karıştırabilmesi ile de önemli bir çalışma.
(“Cemetery of Splendour”)