Mad City – Costa Gavras (1997)

“Keşke seni dinleseydim. Fakat bu iş artık bizi aştı. Seni ters bir şey yapmaya zorluyorlar. Seni korkutmak istemiyorum ama… seni öldürmeye hazırlar”

İşten çıkarıldığı için, çalıştığı müzenin yöneticisini ve ziyaretçileri rehin alan bir güvenlik görevlisinin ve tesadüfen orada bulunan bir televizyoncunun hikâyesi.

Costa Gavras’tan medya üzerine bir film. Tom Matthews ve Eric Williams’ın hikâyesinden Matthews’ın senaryosunu yazdığı film (ki kendisinin de sinema dünyasındaki tek senaryo çalışması bu) “saf” ve sıradan bir adamın işten çıkarılmasından duyguğu öfke ve gelecek korkusu nedeni ile kalkıştığı bir işin medyanın da karışması nedeni ile nasıl büyüdüğünü anlatıyor. Dustin Hoffman, John Travolta ve Alan Alda gibi ünlü isimlerin rol aldığı film yeni bir şeyler söylemeyen ve üstelik daha önce söylenmiş olanları da farklı bir biçimde söyleyemeyen bir çalışma ama Hoffman’ın oyunu, Travolta’nın en azından aksamayarak oynamayı başardığı karakterinin ilginçliği, medyanın tehlikeleri ve dünyayı onun filtresinden algılayanlar üzerine düşündürdükleri ile ilgi çekebilecek bir eser.

Hikâyemizin temel olarak beş kahramanı var: Ekonomik sıkıntı nedeni ile küçük müzedeki işinden çıkarılan ve iyi niyetli ama bir parça saf olan güvenlik görevlisi (Travolta), ana haber sunucusu ile canlı yayında takıştığı için merkezden küçük bir şehire atanan televizyon muhabiri (Hoffman), havalı ana haber sunucusu (Alda), muhabirimizin asistanlığını yapan ve hikâyede filmin temasına uygun bir dönüşüm yaşayan genç muhabir (Mia Kirshner) ve müzenin yöneticisi olan kadın (Blythe Danner). Bu karakterler üzerinden anlatılan hikâye ise bir olgunun, bir olayın medyanın eline düştükten sonra nasıl biçim ve içerik değiştirebileceğini, gerçeğin kaybolup hayatı televizyon ekranında gördükleri üzerinden algılayan yığınların gördüklerinin/görmeleri istenenlerin asıl “gerçeğe” dönüştüğünü ve günümüz dünyasında tüm bu düzen içinde insanın değil onun “görsel değerinin” önemli olduğunu söylemeye çalışıyor. Film bunu anlatmaya çalışırken en büyük dayanağını senaryodan çok senaryodaki güvenlik görevlisi karakterinden alıyor. Travolta’nın belki çok parlak değil ama onun ölçüleri ile düşünüldüğünde aksamaması nedeni ile övgüye değer olduğu söylenebilecek bir performans ile canlandırdığı karakter öncelikle iyi niyeti ve saflığı ile dikkat çekiyor. Tek amacı iki çocuğunun ve saflığı nedeni ile hayatının idaresini eline bıraktığı karısının geçimini sağlayabilmek ve bunun için işine geri dönebilmek. Bu anti-kahramanın farklılığı filme en büyük çekiciliği katan öğe temel olarak; yoksa hikâyenin herhangi bir rehin alma filminden veya anti-kahramanın halkın gözünde kahramanlık ile kötü adam arasında gidip geldiği benzer filmlerden çok da bir farkı yok. Senaryo bu çekici karakterine bir şeyi daha ekliyor ve olayın içine kattığı muhabir aracılığı ile medya üzerine olan düşüncelerinin görsel karşılığını da üretmeyi başarıyor.

Hem televizyon muhabiri hem de haber sunucusunun hikâyeyi kendi kurguları ile kamuoyuna sunma çabaları her ne kadar sürpriz şeyler söylüyor olmasa da medyanın bize yansıttıklarının ne kadar “gerçek” olduğunu düşünmemize neden olacak unsurlar. İlki kahramanımızı da korumaya çalışır ve onu kamuoyuna iyi niyetlerle “pazarlarken” öte yandan kendi başarı hikâyesini de yaratmaya çalışıyor. İkincisi ise ilkinin aksine hikâyedeki insana değil o insanın haber değerine odaklanıyor sadece. Gavras bunları karşımıza getirirken de hem medyanın hem de halkın ikiyüzlü davranışlarını sergiliyor ama bu sergilemedeki hafif mizah dozu gösterdiklerinin etkisini de bir parça azaltıyor. Olayı nasıl yansıtacaklarını anlık seyredilme oranları ile belirleyen medyadan, kocasının hayatını riske atttığını bilerek para karşılığı medya ile görüştüren kadına veya medyanın röportajlarda söylenenleri kesip biçerek nasıl bambaşka ifadelere dönüştürdüğü üzerine eğlenceli örnekler var filmde ama işte tam da bu “eğlence” havası doğru olmamış gibi görünüyor. Film halktan da esirgemiyor eleştirilerini ve olay yerinin bir panayır alanına dönüştüğünü ve televizyona çıkıp “şöhret” olmak için bilmediklerini bilir davranan insanları getiriyor karşımıza.

Dustin Hoffman’ın sakin ama güçlü bir oyun sergilediği filmde Alan Alda ve Mia Kirshner senaryonun karakterlerini fazla tanıdık çizmiş olması nedeni ile pek öne çıkamamış görünüyorlar. Gavras finale doğru, açılan müzenin kapısından çıkanlara leş kargaları gibi saldıran televizyoncuları gösterdiği sahne dışında mizansen olarak çok fazla öne çıkmamayı tercih etmiş gibi görünüyor. Medyanın “gerçeği” üzerine ille de bir Amerikan filmi izlenecekse Sidney Lumet’in 1976 yapımı “Network” filmi ya da bir rehin alma ve kamuoyunun suçluya olan sempatisi üzerine bir sinema eseri merak ediliyorsa yine Lumet’in 1975 yapımı “Dog Day Afternoon” adlı çalışması önerilir açıkçası. “Mad City” ise senaryosunun fazla tanıdık gelmesi ve kimi şematik görünümlerden kaçınamamış olması nedeni ile yeterince çarpıcı olamayan ve zaman zaman temposunu da gereksiz düşüren film ama yine de Hoffman ve medya üzerine sergiledikleri ile ilgi çekebilir. Asistan muhabirin finalde dönüştüğü kişi ve içinde bulunduğu sektörün gerçeklerine gösterdiği hızlı uyum ise medyanın “kötücüllüğü” konusunda kötümser ama gerçekçi bir tespit olarak seyirci üzerinde etki yaratacaktır mutlaka.

(“Çılgın Şehir”)

Eden à l’Ouest – Costa Gavras (2009)

“Dünyada o kadar çok karışıklık var ki ancak bir sihirbaz düzeltebilir bu durumu”

Kaçak olarak Avrupa’ya giren bir yasa dışı mültecinin yaşadıklarının hikâyesi.

Costa Gavras’ın sembol olarak seçtiği bir karakter üzerinden anlattığı bir mülteci hikâyesi. Baş karakterimizin Fransa’da sahile çıkması ile başlayıp onu Paris’te belirsiz ama ülkede kalmaya kararlı bir şekilde bırakarak biten film, hikâyesi boyunca adamın başına gelenleri adeta bir mitolojik karakterin uzun bir yolculuk boyunca yaşadıkları biçiminde anlatıyor. “Dil” sorunu nedeni ile filmde oldukça az konuşan karakterinin inatçı ve sevimli halini Riccardo Scamarcio başarılı bir biçimde canlandırırken, Gavras günümüz dünyasının bu önemli sorununu mizahı da içine alan, dinamik ama yönetmenin geçmişindeki parlak başarıları düşünüldüğünde biraz zayıf bir biçimde getiriyor karşımıza.

Gavras ve Jean-Claude Grumberg’in birlikte yazdıkları senaryo filmi bir kartpostal görüntüsünün içine birdenbire giren ve kaçakları taşıyan bir tekne görüntüsü ile başlatıyor ve belirsiz ama umutlu bir sonla, ışıkları yanıp sönen Eyfel kulesine doğru yürüyen karakterimizin görüntüsü ile sona erdiriyor. Bu ikisinin arasında ise birkaç ülkede dolaşmak zorunda kalan kahramanımızın mizahı da içeren ve temel olarak her biri onun “sömürülmesini” anlatan küçük hikâyeleri geliyor karşımıza. Bu sömürü aklınıza gelebilecek her konuda; kahramanımızın gençliği ve yakışıklılığından yararlanmak isteyen kadın ve erkeklerden (film özellikle eşcinsel karakterleri kaba mizansenlerle anlatarak Gavras adına talihsiz bir tercihte bulunuyor maalesef) çok düşük ücrete çalıştırmak isteyen işverenlere ve eşyalarını çalmaktan çekinmeyen onun gibi mülteci olan diğer karakterlere, onu kullanmaya kalkışan karakterlerden geçilmiyor ortalık. Ne var ki film tüm bunları fazlası ile yumuşak bir tonda anlatıyor ve bir süre sonra kararlı bir karakterin başına gelenlerle nasıl mücadele ettiğini seyrettiğimiz ve nerede ise asıl temayı, mültecilerin sorunlarını unutturacak bir hale bürünüyor. Özetle eğer filmin yaratıcıları satirizmin peşine düşümüşlerse bunu da yeterince başaramadıkları ve gerçekçiliğe de uzak düşen bir sonuç elde etmişler.

Hikâye baş karakterin milliyetinden hiç söz etmiyor (ama Yunanca konuşuyor filmde) ve bu karakterden yola çıkarak tüm mültecilerin trajedisini anlatmaya soyunuyor. Ne var ki daha başlardaki çıplaklar kampından başlayan ve özellikle de otelde kalan misafirlerin kaçak mülteci avına çıkmaları ile doruğuna ulaşan bir “durumu mizahlaştırma” çabası filme epey zarar veriyor. Film özellikle buna gayret göstermese de bir süre sonra kahramanımızın mülteci olduğunu unutup sadece ait olmadığı bir yerde kalmaya çabalayan adamın kimi küçük komik hikâyelerini aktaran bir esere dönüşüyor maalesef. Açıkçası bu nedenle de hikâyenin asıl özünü hatırlamak için aklınızda onun mülteciliğin trajedisini yaşayan bir adam olduğunu kendinize sık sık hatırlatmanız gerekecektir. “Missing – Kayıp” veya “Z – Ölümsüz” gibi filmlerin başarılı yönetmeni Gavras’ın son filmleri öncekiler kadar başarı olamadı. Yönetmenin klasikleşen filmleri ile örneğin bu filmi karşılaştırırsak, en temel farklılık olarak Gavras’ı benzersiz kılan belgesele yakın gerçekçilik tarzından uzaklaşması gösterilebilir. Yönetmen bu filmi de benzer bir tarz ile ele alsaydı nasıl bir eser çıkardı karşımıza bilmiyorum ama bu hali ile film ne yeterince gerçekçi ne de yeterince masalsı.

Yumuşak renkli görüntülerinin filmin hafif havasına uyduğu ama eleştirdiğim yanını da artırdığı filmde baş oyuncu Scamarcio hikâyenin tarzına uygun “hafif ve sevimli” performansı ile işini başarı ile yapıyor. Filmin gereğinden hafif havasını ne kadar erken kabullenirseniz o kadar içine gireceğiniz, konusu ile önemli, insanlığın bu büyük sorunu karşısında umudumuzu yitirmememize destek olacak iyimser havası ve dinamik anlatımı ile de çekici bir film bu ama bildiğimiz anlamda bir Costa Gavras beklentisi ile seyredilirse hayal kırıklığı yaratması muhtemel bir çalışma olduğunu da akılda tutmak gerek.

(“Eden is West” – “Cennet Batıda”)