“Keşke seni dinleseydim. Fakat bu iş artık bizi aştı. Seni ters bir şey yapmaya zorluyorlar. Seni korkutmak istemiyorum ama… seni öldürmeye hazırlar”
İşten çıkarıldığı için, çalıştığı müzenin yöneticisini ve ziyaretçileri rehin alan bir güvenlik görevlisinin ve tesadüfen orada bulunan bir televizyoncunun hikâyesi.
Costa Gavras’tan medya üzerine bir film. Tom Matthews ve Eric Williams’ın hikâyesinden Matthews’ın senaryosunu yazdığı film (ki kendisinin de sinema dünyasındaki tek senaryo çalışması bu) “saf” ve sıradan bir adamın işten çıkarılmasından duyguğu öfke ve gelecek korkusu nedeni ile kalkıştığı bir işin medyanın da karışması nedeni ile nasıl büyüdüğünü anlatıyor. Dustin Hoffman, John Travolta ve Alan Alda gibi ünlü isimlerin rol aldığı film yeni bir şeyler söylemeyen ve üstelik daha önce söylenmiş olanları da farklı bir biçimde söyleyemeyen bir çalışma ama Hoffman’ın oyunu, Travolta’nın en azından aksamayarak oynamayı başardığı karakterinin ilginçliği, medyanın tehlikeleri ve dünyayı onun filtresinden algılayanlar üzerine düşündürdükleri ile ilgi çekebilecek bir eser.
Hikâyemizin temel olarak beş kahramanı var: Ekonomik sıkıntı nedeni ile küçük müzedeki işinden çıkarılan ve iyi niyetli ama bir parça saf olan güvenlik görevlisi (Travolta), ana haber sunucusu ile canlı yayında takıştığı için merkezden küçük bir şehire atanan televizyon muhabiri (Hoffman), havalı ana haber sunucusu (Alda), muhabirimizin asistanlığını yapan ve hikâyede filmin temasına uygun bir dönüşüm yaşayan genç muhabir (Mia Kirshner) ve müzenin yöneticisi olan kadın (Blythe Danner). Bu karakterler üzerinden anlatılan hikâye ise bir olgunun, bir olayın medyanın eline düştükten sonra nasıl biçim ve içerik değiştirebileceğini, gerçeğin kaybolup hayatı televizyon ekranında gördükleri üzerinden algılayan yığınların gördüklerinin/görmeleri istenenlerin asıl “gerçeğe” dönüştüğünü ve günümüz dünyasında tüm bu düzen içinde insanın değil onun “görsel değerinin” önemli olduğunu söylemeye çalışıyor. Film bunu anlatmaya çalışırken en büyük dayanağını senaryodan çok senaryodaki güvenlik görevlisi karakterinden alıyor. Travolta’nın belki çok parlak değil ama onun ölçüleri ile düşünüldüğünde aksamaması nedeni ile övgüye değer olduğu söylenebilecek bir performans ile canlandırdığı karakter öncelikle iyi niyeti ve saflığı ile dikkat çekiyor. Tek amacı iki çocuğunun ve saflığı nedeni ile hayatının idaresini eline bıraktığı karısının geçimini sağlayabilmek ve bunun için işine geri dönebilmek. Bu anti-kahramanın farklılığı filme en büyük çekiciliği katan öğe temel olarak; yoksa hikâyenin herhangi bir rehin alma filminden veya anti-kahramanın halkın gözünde kahramanlık ile kötü adam arasında gidip geldiği benzer filmlerden çok da bir farkı yok. Senaryo bu çekici karakterine bir şeyi daha ekliyor ve olayın içine kattığı muhabir aracılığı ile medya üzerine olan düşüncelerinin görsel karşılığını da üretmeyi başarıyor.
Hem televizyon muhabiri hem de haber sunucusunun hikâyeyi kendi kurguları ile kamuoyuna sunma çabaları her ne kadar sürpriz şeyler söylüyor olmasa da medyanın bize yansıttıklarının ne kadar “gerçek” olduğunu düşünmemize neden olacak unsurlar. İlki kahramanımızı da korumaya çalışır ve onu kamuoyuna iyi niyetlerle “pazarlarken” öte yandan kendi başarı hikâyesini de yaratmaya çalışıyor. İkincisi ise ilkinin aksine hikâyedeki insana değil o insanın haber değerine odaklanıyor sadece. Gavras bunları karşımıza getirirken de hem medyanın hem de halkın ikiyüzlü davranışlarını sergiliyor ama bu sergilemedeki hafif mizah dozu gösterdiklerinin etkisini de bir parça azaltıyor. Olayı nasıl yansıtacaklarını anlık seyredilme oranları ile belirleyen medyadan, kocasının hayatını riske atttığını bilerek para karşılığı medya ile görüştüren kadına veya medyanın röportajlarda söylenenleri kesip biçerek nasıl bambaşka ifadelere dönüştürdüğü üzerine eğlenceli örnekler var filmde ama işte tam da bu “eğlence” havası doğru olmamış gibi görünüyor. Film halktan da esirgemiyor eleştirilerini ve olay yerinin bir panayır alanına dönüştüğünü ve televizyona çıkıp “şöhret” olmak için bilmediklerini bilir davranan insanları getiriyor karşımıza.
Dustin Hoffman’ın sakin ama güçlü bir oyun sergilediği filmde Alan Alda ve Mia Kirshner senaryonun karakterlerini fazla tanıdık çizmiş olması nedeni ile pek öne çıkamamış görünüyorlar. Gavras finale doğru, açılan müzenin kapısından çıkanlara leş kargaları gibi saldıran televizyoncuları gösterdiği sahne dışında mizansen olarak çok fazla öne çıkmamayı tercih etmiş gibi görünüyor. Medyanın “gerçeği” üzerine ille de bir Amerikan filmi izlenecekse Sidney Lumet’in 1976 yapımı “Network” filmi ya da bir rehin alma ve kamuoyunun suçluya olan sempatisi üzerine bir sinema eseri merak ediliyorsa yine Lumet’in 1975 yapımı “Dog Day Afternoon” adlı çalışması önerilir açıkçası. “Mad City” ise senaryosunun fazla tanıdık gelmesi ve kimi şematik görünümlerden kaçınamamış olması nedeni ile yeterince çarpıcı olamayan ve zaman zaman temposunu da gereksiz düşüren film ama yine de Hoffman ve medya üzerine sergiledikleri ile ilgi çekebilir. Asistan muhabirin finalde dönüştüğü kişi ve içinde bulunduğu sektörün gerçeklerine gösterdiği hızlı uyum ise medyanın “kötücüllüğü” konusunda kötümser ama gerçekçi bir tespit olarak seyirci üzerinde etki yaratacaktır mutlaka.
(“Çılgın Şehir”)