The Fighter – David O. Russell (2010)

“Neden sadece çeneni kapatıp, benim için mutlu olmuyorsun? Hayatımın son on yılını senin ve annemin ayarladığı kötü maçlarla harcadım. Nihayet iyi bir şey oluyor ve sen benim adıma mutlu olamıyorsun? Neden?”

Kendisi de eskiden boksör olan ama şansını iyi değerlendiremeyen ağabeyinin gölgesinde kalan ve bir çıkış yakalamaya çalışan boksör Micky Ward’ın gerçek hikâyesi.

Hafif Walter Sıklet’te WBU (World Boxing Union) şampiyonu olan Micky Ward ve onun antrenörlüğünü yapan ve kendisi de eski bir boksör olan ağabeyi Dicky Englund’un hikâyesini anlatan bu Amerikan filminin yönetmenliğini David O. Russell üstlenirken, senaryoyu Paul Tamasy, Eric Johnson ve Keith Dorrington’un hikâyesinden yola çıkarak Tamasy, Johnson ve Scott Silver yazmış. Kapanış jeneriği ile birlikte karakterlerin gerçek hallerinin de karşımıza çıktığı film bir boksörün hikâyesi olduğu kadar aynı zamanda aile kurumunun bireyler üzerindeki etkisine ve amatörlük ile profesyonelliğin çatışmasına da eğilen bir eser. Güçlü oyuncu kadrosu (Micky rolünde Mark Wahlberg, Dicky’i canlandıran Christian Bale, annelerini oynayan Melissa Leo ve Micky’nin kız arkadaşı rolündeki Amy Adams) ile dikkat çeken film sonlarda süratle tipik bir Hollywood eseri havasına bürünse de hikâyesinin gerçekliğinden başarı ile yararlanan, bir boksör hikâyesinin odağının boksörün kendisi olması gerektiğini unutmayan ve boks sahnelerinde Scorsesevari gösterişlere gereğinden fazla başvurmadan da etkileyici anlar yakalayabilen; kısacası ilgiyi hak eden bir çalışma.

Hikâyemizde iki boksör var: Dicky ve Micky. İlki bir zamanlar hayli popüler olan, en büyük boksörlerden biri olan Sugar Ray Leonard ile de maç yapmış ve kaybettiği bu maçta onu yere düşürmüş (bu düşmenin Leonard’ın ayağının kaymasının sonucu olduğu kabul edilse de) ve eline geçen fırsatları değerlendirmeyip şimdi zamanını kardeşine antenörlük yaparak geçiren ve bir alkol ve uyuşturucu bağımlısına dönüşmüş bir karakter. İkincisi ise hep ağabeyinin gölgesinde kalmış olsa da ondan aldığı eğitimin katkısının da farkında olan ve hikâyemizin ana kahramanı olan bir boksör. HBO Dicky üzerine bir belgesel çekmektedir; Dicky bu belgeselin kendisinin “geri dönüş”ü üzerine olduğunu söylese de film onun bağımlı olarak hayatı üzerinedir aslında. Daha önce Dicky için yaptığı gibi Micky’nin menajerliğini de anneleri üstlenmiştir; farklı erkeklerden yedi de kızı olan bir kadındır anne. Film bize bu karakterlerin hikâyesini Micky’nin kız arkadaşını da (o da üniversiteye gitmişse de içki alışkanlığı nedeni ile hayatı dağılmış, şimdi barlarda çalışarak hayatını sürdüren genç bir kadındır) katarak anlatırken, bir boksörün yükselişi ve/veya çöküşüne eğilmiyor asıl olarak; filmin temel meselesi Micky’nin kariyerinde ailenin mi yoksa profesyonellerin mi etkisinin ağır basacağı ve kahramanımızın ailenin kısıtlayıcı değil, destek veren ve zenginleştiren karakterinden yararlanıp yararlanamayacağı.

Ailenin gözdesi olan ağabeyinin hep gölgesi altında kalan genç boksörün kendi kişiliğini ve gücünü ortaya özgürce çıkarabilme çabasını anlatan filmi yerinde ve doğru bir tempo ile anlatıyor yönetmen David O. Russell. Christian Bale’in konuşkan ve hareketli karakterini ustası olduğu türden bir fiziksel performansla canlandırdığı ve yardımcı oyuncu dalında Oscar kazandığı filmde Mark Wahlberg ise karakterine uygun bir sessizlikle oynamış ve tıpkı hikâyenin kendisinde olduğu gibi ağabeyinin gölgesinde kalmış görünse de sade bir oyunculukla üzerine düşeni yapmış görünüyor. Yine yardımcı oyuncu Oscar’ını kazanan Melissa Leo ödülünü kesinlikle hak eden ve her sahnesinde etkileyici kıldığı bir performans sunarken, Amy Adams da tıpkı Wahlberg gibi Leo’ya göre daha dizginlenmiş bir oyunculuk gösteriyor ve bu sadeliğin içinden güçlü bir etki çıkarmayı başarıyor.

Güçlü bir soundtrack’i olan film bir “stepping-stone” (asıl boksörlerle maç yaparak bir bakıma onlara antrenman sağlayan ve maçların kaybedeni olacağını herkesin bildiği boksör olarak tanımlayabiliriz bu ifadeyi) değil, gerçek bir dövüşçü olmayı hedefleyen genç adam için ağabeyi hem önemli bir engel hem de aynı önemde bir destek. Antrenörlük görevini sefil hayatı ile sık sık ihmal eden, boks dünyasının ve menajerliğin gerektirdiği kurumsallığın karşısında annesi ile birlikte amatör bir çift oluşturan ve başarısızlığı küçük kardeşi için de hep bir tehdit olan bu adam bir yandan da kardeşini çok iyi tanımasından kaynaklanan iyi bir yol göstericidir. Annenin aile içindeki hâkim kişiliği de Micky için hem bir destek hem bir engel oluşturur. Hikâyenin çekici yanlarından biri aile kurumunun bireyler üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerini zaman zaman mizaha da başvuran, gerçekçi ve samimi bir dil ile anlatabilmesi. Dicky ile annesinin araba içindeki şarkılı sahnesi filmin bu konuda ulaştığı başarının en güzel örneklerinden biri. Kadınların toplu kavgası ve kız kardeşlerin göründüğü tüm sahneler gibi bölümleri ile seyircisini eğlendirmeyi de başaran eserin sonlarda -gerçek hikâye öyle olsa bile- dönüştüğü Hollywoodvari biçim ve içerik ise filmi bir parça sıradanlaştırıyor açıkçası.

Bağlar, travmalar, ilişkiler, beklentiler, hayal kırıklıkları, bağımsızlık ve özgürlük gibi aile kurumu ile ilişkilendirilebilecek temalar üzerinde dönen filmin yeterince güçlü bir etkiye sahip olamamasının temel nedeni baş karakterinin gerektiği ölçüde güçlü çizilmemiş olması senaryo tarafından. Ana karakter olmasına rağmen, Micky diğer tüm karakterlerin gölgesinde kalıyor zaman zaman. Bu da arada bir de olsa bir odak kaybına (veya daha doğru bir ifade ile, odak yokluğuna) neden oluyor. Şunu da eklemek gerekiyor ki -senaryo bunu amaçlamadığı halde- Dicky hikâyenin ana kahramanına dönüşüyor sık sık senaryonun ona sunduğu imkânlar ve çekicilik nedeni ile. Bu kusuruna ve finali ile ana akım sinemasına dönüşmesine rağmen filmin yukarıda sıralananlar dışında da bir çekiciliği var. Massachusetts eyaletindeki Lowell şehrinin işçi sınıfına dürüst ve gerçekçi bir tavırla yaklaşan bir hikâye bu. Şehrin sokaklarını, o sokaklardaki pek de bakımlı görünmeyen evleri ve Kamboçyalı göçmenleri hikâyenin doğal bir parçası olarak gören ve bunu bize de yansıtan içeriği ile karakterlerine saygı ile yaklaşıyor ve onları kusurları, sertlikleri, zayıflıkları ile birlikte birer insan olarak görüyor. Boks maçı sahnelerinde elbette yavaşlatılmış çekimleri de göreceğiniz ama şiddeti sömürmekten özenle kaçınan ve ilgiyi hak eden bir film bu, özet olarak.

(“Dövüşçü”)

American Hustle – David O. Russell (2013)

“Gördüğüm kadarıyla herkes istediğini elde etmek için sürekli birbirini dolandırıyordu zaten. Kendimizi bile dolandırıyoruz. Kendimizi ikna edip, ihtiyacımız olmayan ya da aslında istemediğimiz şeyleri süsleyerek kendimize satıyoruz. Riskleri ve çirkin gerçekleri görmezden geliyoruz. Şuna dikkat edin: Hepimiz öyle ya da böyle kendimizi kandırıyoruz hayatla baş edebilmek için”

FBI ile çalışmaya zorlanan bir dolandırıcı çiftin, partner oldukları FBI ajanının hırsı nedeni ile mafya ve politikacıları da içine alan büyük işlere bulaşmalarının hikâyesi.

1970’lerin sonları ve 80’lerin başlarında yürütülen bir FBI operasyonundan esinlenen bir ABD yapımı. David O. Russell’ın yönetmenliğini üstlendiği, senaryosunu ise Eric Warren Singer ile birlikte yazdığı film hiçbirini kazanamasa da aralarında en iyi filmin de olduğu 10 dalda Oscar’a aday gösterilmiş bir çalışma. Bir dolandırıcı (veya filmin bizde gösterildiği adı ile söylersek, düzenbaz) çiftin kendilerini enseleyen ajanın şantajı sonucu FBI’ın bir operasyonunda çalışmak zorunda kalmalarını ve içine atıldıkları işin büyüklüğü karşısında yaşadıklarını anlatan film dinamik ve eğlenceli bir çalışma. 10 adaylığı nedeni ile ve anlaşılan Oscar’ı bir “sanatsal ödül” olarak görmenin de katkısı ile doğan beklentiyi kimileri için karşılamamış olsa da film hedefini, bir suç filmi olarak heyecanlandırmayı ve mizahı ile de eğlendirmeyi, yakalıyor kesinlikle. Zengin oyuncu kadrosu ve akıllıca kurgulanan senaryosu ile dikkat çeken film bir eğlencelik ve keyif veren Hollywood eserlerinden biri.

“Bu olayların bazıları gerçekten oldu” uyarısı ile başlıyor film. Yedi Temsilciler Meclisi üyesi, bir senatör ve bir belediye başkanının da aralarında olduğu pek çok kişinin ceza alması ile sonuçlanan bir FBI operasyonundan esinlenen kurgusal bir hikâye anlatıyor film bize. Kredi bulma olasılıkları düşük olan insanları bir komisyon karşılığında kendilerine kredi bulacaklarını söyleyerek kandıran, bu arada sahte ve çalıntı tablo işi de yapan bir adamın tanışıp aşık olduğu ve birlikte çalışmaya başladığı kadınla birlikte FBI’a yakalanmalarını ve onların bir operasyonunda “uzmanlık”larını kullanmak zorunda kalmalarını anlatıyor film. Baş karakterleri gibi aldatmak ve dolandırmak üzerine bir hikâyesi var filmin ve baştan sona kadar gittikçe de dozu artan bir şekilde herkesin birbirini aldattığı/kandırdığı/dolandırdığı bir hal alarak epey eğlendiriyor seyircisini. Belediye başkanını tuzağa düşürme operasyonunu göstererek açılan film, FBI ajanının aceleci amatörlüğü nedeni ile aksayan bu işten sonra geriye dönerek ana karakterlerini ve bu noktaya nasıl gelindiğini anlatıyor. Bir süre sonra tekrar başladığımız noktaya dönüyoruz ve operasyonun nasıl geliştiğini ve sonuçlandığını izliyoruz. Zaman zaman düzenbaz adamın, partneri olan kadının veya başka bir karakterin anlatıcı rolüne de büründüğü film bol konuşmalı ama temposu ve diyaloglarının eğlenceli olması sayesinde seyircisini hiç sıkmayan bir çalışma. Tüm karakterler için özenle oluşturulmuş kişisel hikâyelerin ve diyalogların bu eğlencede önemli bir payı var kesinlikle. Hikâyenin sonundaki sürpriz bu tür hikâyelere alışık seyirciler için belki tahmin edilebilir olsa da yine de şaşırtmayı başarıyor açıkçası.

Herkesin kendi üçkağıdının ve hedeflerinin peşinde koştuğu hikâye bu “karmaşa”sı nedeni ile seyirciyi yorabilir gibi görünse de hiç de öyle olmuyor; bu başarının temel nedeni ise Russell ve Singer’ın senaryolarının deyim yerinde ise hemen hep yağ gibi akması ve seyirciyi eğlendirirken netliğini hiç yitirmemesi. Eğlencesinin doruğa çıktığı anları (FBI ajanlarının kutlama sahnesi, mafya patronunun Arapça bildiğinin ortaya çıkması, ajanın gittikçe artan ama bir türlü karşılığını bulamayan cinsel arzusu, ajan ile amiri arasındaki pek çok farklı sahnede kullanılarak sürdürülen buz balıkçılığı hikâyesi ve özellikle de hemen tüm karakterlerin bir araya geldiği bir akşam yemeği sahnesi) ve özellikle 70’lerden seçilmiş ve bir “Best of” havasını taşıyan şarkıları ile seyircisine vaat ettiği dinamizm ve eğlenceyi sunmayı başaran film hikâyenin tüm ögelerinin birbirine doğal bir biçimde bağlanmış olması ile de dikkat çekiyor.

“İnsanların inanmak istediklerine inandıkları” için oyuna geldikleri üzerine kurulu olan hikâyenin önemli bir kozu da oyuncuları. Oldukça zengin bir kadrosu var filmin: Christian Bale, Amy Adams, Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Jeremy Renner, Robert de Niro, Louis C.K., ve Michael Peña gibi güçlü oyuncuların yer aldığı kadronun tümü kendilerini de eğlendirdiği anlaşılan karakterlerini sağlam bir biçimde canlandırırlarken, Cooper hırsı yeteneklerinden büyük FBI ajanı rolünde bir adım öne çıkıyor ve damgasını basıyor göründüğü her sahneye. Özetle derdini iyi anlatan, şık çekilmiş ve oynanmış, ana temasını (aldatmayı/dolandırmayı) iyi işleyen ve gösterişini abartmayan iyi bir eğlencelik bu David O. Russell filmi. Çok özel değil bir film değil belki ama çok eğlenceli bir çalışma.

(“Düzenbaz”)