L’iceberg – Dominique Abel / Fiona Gordon / Bruno Romy (2005)

“Madem sağırsın o zaman şunu söyleyebilirim. Çirkin bir pisliksin ve umarım benden önce ölürsün”

Sıkıldığı rutin hayatından bir buzdağını görmek için kaçan bir kadın, aşık olduğu denizci ve onu geri getirmeye çalışan kocasının hikâyesi.

Dominique Abel, Fiona Gordon ve Bruno Romy üçlüsünün birlikte yönettikleri ilk film olan “L’Iceberg” bu üçlünün daha sonra çektikleri ve İstanbul Film Festivalinde de gösterilen “Rumba” filminde tekrarlayacakları tarzın da ilk örneği. Ünlü ustalar Buster Keaton ve Jacques Tati’nin izinden giden, diyalogların çok sınırlı olduğu, oyuncuların kara mizah, parodi ve slapstick gibi farklı komedi türleri içinde zaman zaman bir palyaço havasında hikâyeyi yaşadıkları bir film bu ve sık sık yeterince eğlendiren ve arada bir sıkı bir kahkaha da attıran türden keyifli bir çalışma.

Tümü kesintisiz tek çekimden oluşan sahneler boyunca bazı anlarda bağımsız skeçler seyrediyor gibi hissetme ihtimali olsa da yine de hikâyenin bir şekilde tutarlı bir biçimde bağlanabildiği filmde Fiona Gordon ve Dominique Abel zaman zaman fiziksel komediye kayan ve eski sessiz filmleri de çağrıştıran bir hava içindeki oyunları ile seyredeni eğlendirmeyi başarıyorlar. Monoton bir hayat sürdüren bir ailede kadının kilitli kaldığı bir soğutucunun içinde geçirdiği bir geceden sonra oluşan buzdağına gitme tutkusunun başlattığı hikâye, süresi boyunca gerçekten komik sahnelere de fırsat veriyor. Abel’in yüzü ile oynadığı “esneme” sahnesi, Gordon’un yatakta bir insan bedeni ve bir çarşaf ile neler yapılabileceğini çok eğlenceli bir biçimde gösteren ve bana yedi ayrı şekilden nerede ise sonsuz sayıda resim çıkartılabilen tangram oyununu hatırlatan bölüm, fotoğraf çektirme ve soğutucuda kapalı kalma sahneleri ve sağır denizcinin kulaklarının açılması gibi anların seyredene kahkaha attırmaması mümkün değil. Bazı anlarında temposu biraz düşer gibi olsa da ki “Rumba” filminde de benzer bir durum vardı, kendisini kısa sürede toparlayan ve bittiğinde yaşattığı keyiften dolayı mutlu olacağınız filmlerden biri özetle.

Evet, filmde tarzından kaynaklanan ciddi bir Tati havası var ama anlattıklarının ciddiyeti açısından elbette Tati’den uzak bir film bu. “Les Vacances de Monsieur Hulot” filminde Fransız toplumundaki sınıfları çok başarılı bir şekilde hicveden veya “Mon Oncle” filminde kapitalizmin egemenliğinin artmasına ve Amerikanlaşmaya karşı bir duruş olan ve bu kapsamda tüketim toplumunu ve özellikle modernleşmeyi eleştiren Tati çok başka bir yerde duruyor elbette. Burada ise belki monotonlaşan ilişkiler ele alınıyor gibi ama bu daha çok hikâyeye bir vesile olması için düşünülmüş gibi duruyor. Ek olarak Tati’de daha doğal ve seyircinin sanki tesadüfen tanık olduğu bir hava varken burada sahneler seyreden için özellikle düşünülmüş, çizilmiş, tasarlanmış gibi görünüyor.

Gereksiz bir Tati kıyaslamasını bir kenara bırakırsak kendi içinde tutarlılığı olan, çelişkilere dokunmaktan çekinmeyen ve örneğin sınırdaki beyaz-zenci ayrımının altını çizen “Yes/No” bölümü ile bunu bir kara mizaha dönüştüren film başarılı, eğlendirici bir komedi. Filmi seyrederken Tati kadar ve bence ondan daha da fazla Buster Keaton’ı hatırlayacaksınız.

(“Buzdağı”)