“Senaristlerden daha zeki olduğumu düşünmüyorum; sadece onların beyinlerinin sahibi olduğumu ve bu beyinleri nasıl kullanacağımı bildiğimi düşünüyorum”
Hollywood’un stüdyo sisteminin inişe geçmesinin hemen öncesinde parlak bir genç yapımcının hikâyesi.
F. Scott Fitzgerald’ın tamamlayamadan öldüğü ve daha sonra eleştirmen ve arkadaşı Edmund Wilson tarafından yayına hazırlanan romanından yapılan bir uyarlama. Amerikan sinemasına büyük stüdyoların hükmettiği dönemde harika çocuk olarak tanımlanan bir yapımcıyı anlatan film, bu sinemanın usta isimlerinden Elia Kazan’ın da son filmi olmuş. Kamera arkasında ve önündeki parlak kadro ve Fitzgerald’ın büyüsüne rağmen film ne yazarın atmosferini perdeye yeterince taşıyabiliyor ne de kendi başına yeterince çekici bir film olabiliyor. Kazan’ın durgun yönetimi filmin akıcılığını da olumsuz yönde etkilemiş görünüyor.
“The Great Gatsby” romanında olduğu gibi burada da yalnız, güçlü ve gizemli bir adam baş karakterimiz ve o romanda geçmişteki bir aşkın peşinde iken burada geçmişteki bir aşkı hatırlatan bir yeni aşkın tutkusuna kapılıyor. Her iki aşkın da akıbeti aynı oluyor bir bakıma ve kahramanımız ilkinde hayatını kaybederken burada gücünü kaybetmiş bir şekilde (ve belki hayatını da kaybetmek üzere) koca bir kapının arkasında kayboluyor. Anlaşılan Fitzgerald romanları sinemaya hakkı ile uyarlanamayacak hiçbir zaman; ne “The Great Gatsby” ne de “The Last Tycoon” romanların yarattığı duyguya yaklaşabildi ve ne de bu romanlardan bağımsız sinemasal olarak yeterli bir güce sahip olabildi bu fimler. Filmdeki tutkunun ne oluşumu ne de sondaki hüzne dönüşümü hak ettiği bir sinema dili ile ulaşabiliyor seyirciye. Üstelik Robert De Niro’nun her türlü gösterişten uzak incelikli oyununa rağmen başarılamayan bir şey bu. Hollywood’un efsane genç yapımcılarından biri olan ve Amerikan sinema endüstrisinde bugün bile izlenen pek çok yapım yönteminin yaratıcısı olarak bilinen Irvin Thalberg’in hayatından esinlenen karakterini, Robert De Niro özellikle stüdyodaki günlük hayatı ustalıklı bir şekilde yönettiği ve senaristlerle ve sorunlu yıldızlarla uğraştığı sahnelerde ustalıkla canlandırıyor. Kimi anlarda ise onun da performansı filmin tümüne paralel olarak düşüyor sanki.
Filmin yıldız isimleri sadece Robert De Niro ve Elia Kazan ile sınırlı değil. Senaryoyu yazan usta İngiliz yazar Harold Pinter ve müzikler Maurice Jarre imzasını taşıyor. De Niro’ya eşlik eden oyuncu kadrosunda ise Tony Curtis’den Robert Mitchum’a, Jeanne Moreau’dan Ray Milland’a ve Donald Pleasence’den Jack Nicholson’a hayli ünlü isimler var ama herhangi biri, biraz da ilginç bir biçimde, özel bir oyunculuk gösterisi sergilemiyor film boyunca. Baş karakterimizin tukusunun nesnesini canlandıran Ingrid Boulting ise karakterinin gizemini ve trajedisini sadece fısıltı ile konuşarak aktarmayı yeterli görmüş olacak ki bu zengin oyuncu kadrosunun iyice gerisinde kalıyor performansı açısından. Son filminde sinema dünyasını ve bu dünyanın değişmekte olan yüzünü (anlatılan dönem stüdyo sisteminin artık kaybolmaya yüz tuttuğu ve sinemanın finansçıların ve bankacıların eline geçmeye başladığı bir dönem) anlatan Elia Kazan’ın sinemasının eski gücünden uzak olduğu bu çalışmada kimi politik unsurlar da dikkat çekiyor. Jack Nicholson’ın canlandırdığı komünist senarist ve yapım şirketinin yöneticilerinin komünizmden nefretleri hikâyede kimi ilginç diyalogların da yer almasını sağlamış. Irvin Thalberg’in de faşizm ve ondan da fazla komünizmden nefreti düşünüldüğünde hikâyenin bu politik yanları bir gerçekliği aktarıyor şüphesiz ama film Jack Nicholson karakteri üzerinden herhangi bir olumsuz imada bulunmuyor grev tehdidi yapan ve sendikalaşma faaliyetleri olan senaristlere. Hollywood senaristlerinin 1988’de ve daha sonra 2007-2008 arasındaki grevleri de düşünülürse yapımcıların başı hep derttle olmuş bu yazarlarla anlaşılan.
Kazan’ın bu durgun ve yeterince sarmayan filmini seyre en değer kılan De Niro’nun oyunu olmuş özet olarak. Romandan da kaynaklanan bir şekilde derli toplu bir hikâye içermemesi ile ve sonunun eksik kaldığı hissini yaratması ile de dikkat çekiyor. Yine de De Niro’un oyununa yine onun sahildeki yapım aşamasındaki evde geçen sahnelere kattığı romantizmi ekleyince görülebilir bir çalışma denebilir “The Last Tycoon” için. Bittikten sonra baş karakterimizin tutkusunun ve melankolisinin görsel karşılığını yeterince üretemediği için üzüleceğiniz bir film.
(“Son Patron”)