“Doğduğunda sağır olmadığını anlayınca çok ağlamıştım. Duyabilenlere hiç katlanamazdım. Baban “Merak etme, kafasında sağır olacak. Onu sağır gibi yetiştireceğiz. Şansı varsa hiçbir şey duymayacak” demişti… ve sen şimdi şarkı mı söylüyorsun?”
Kendisi dışındaki tüm ailesi sağır dilsiz olan ve onların dış dünya ile nerede ise tüm iletişimini sağlayan genç bir kızın okul korosuna girmesi ile değişen hayatının hikâyesi.
2014 yılında Fransa’da topladığı yedi buçuk milyonun üzerinde seyirci ile hayli popüler olmuş bir Fransa ve Belçika ortak yapımı. Fransız yönetmen Eric Lartigau’nun yönettiği film orijinal bir senaryodan yola çıkmış ve bir “mutlu son”u hem güldüren hem hüzünlendiren bir havada anlatarak kendi sınırları içinde de başarılı olmuş. “Kasabanın sıradan küçük kızı özel yeteneği ile meşhur olur” hikâyesi pek yeni görünmeyebilir ve açıkçası da değil zaten. Ne var ki film genç kız dışındaki aile bireylerinin sağır dilsiz olmasını hayli başarılı biçimde kullanıyor ve kolayca iki uçtan birine (ağır bir drama veya abartılı bir komediye) kayabilecek hikâyesini genellikle dengede tutarak çekici kılıyor. Gerçekten sağır olan ve ailenin küçük çocuğunu canlandıran Luca Gelberg dışındaki tüm oyuncular (anne rolündeki Karin Viard, babayı oynayan François Damiens, kahramanımız olan genç kızı canlandıran Louane Emera) uzun süre çalışarak işaret dilini öğrenmişler ve kesinlikle çok inandırıcı olmuşlar. Cinselliğin ve müziğin (özellikle de 1960, 70 ve 80’li yılların Fransız pop müziğinin usta ismi Michel Sardou’nun şarkılarının) tam da Fransızlardan bekleneceği şekilde eğlenceli biçimde hikâyeye yedirildiği film evet, çok önemli bir sinema eseri değil belki ama popüler sinemanın da bir tadı olabileceğini hatırlatması ile dikkat çeken bir yapım. Komedinin ille de sulu, cinselliğin ille de kaba olduğu çağdaş Türkiye sineması örnekleri ile karşılaştırınca, saygınlığı yitirmeden de popüler olunabileceğini acı acı düşünüyorsunuz elbette.
Filmin kahramanını canlandıran Louane Emera “The Voice” adlı televizyon programının Fransa versiyonunda yarı finale kadar çıkmış bir isim ve şarkıcılık yeteneği kadar oyunculuk yeteneği de olduğunu bu ilk tecrübesinde çarpıcı bir biçimde kanıtlamış; oyunculuğu ile César ödüllerinde “En İyi Yeni Kadın Oyuncu” ödülünün sahibi olmuş. Ödülü hak ettiği açık ama özellikle finalde “Je Vole” şarkısını bir yandan söylerken bir yandan sözlerini işaret dili ile paylaştığı sahne ciddi bir ustalık gerektiriyor ki pürüzsüz oynamış burada genç oyuncu. Michel Sardou’nun 1978 tarihli bu şarkısı aslında intihar eden ergenlik çağındaki bir çocuğun ailesine seslenişini anlatsa da sözlerde ufak değişiklikler yapılmış film için ve ailesinin yanından ayrılan bir gencin seslenişine dönüştürülmüş. Gerek bu Fransız pop klasiği gerekse diğer Sardou şarkıları (düet olarak dinlediğimiz “Je Vais T’Aimer” ve korodan dinlediğimiz “En Chantant” vs.) filme müzikal açıdan epey keyif katıyor kesinlikle, özellikle de bu şarkılara aşina olanlar için. Hikâyeyi Fransız kılan sadece bu şarkılar değil elbette; cinsellik şık bir şekilde dozunda tutularak hikâyenin özellikle de komedisinin parçası yapılmış tam da bir Fransız filminin yapacağı bir şekilde. Küçük kardeşin ilk seks denemesi ve özellikle de genç kızın anne ve babası ile doktora gittiği sahne komedi açısından hayli çekici. Genç kızın jinekolog ile ebeveynleri arasında “tercümanlık” yaptığı sahnede konuşulan konunun gerektirdiği mahremiyetin bir kenara bırakılmak zorunda olması sıkı bir komediye neden olduğu gibi sağır dilsizlerin günlük hayatta karşılaştığı sıkıntıları da aslında bir tokat gibi hatırlatıyor seyirciye.
Hem anne hem baba hem de küçük kardeş “özür”leri ile barışık yaşıyorlar ve film bu konuda bir komedinin sınırları içinde kalarak pozitif mesajını da veriyor. Pek bir yenilik yok burada ama filmin asıl başarısı bu mesajı doğal bir biçimde vermesi: Hikâye herhangi bir anında karakterlerin bu barışık halleri için özel bir çaba harcadıklarını vurgulamıyor, hatta hikâyeye eklenen bir yan öğe (babanın belediye başkanlığına aday olması) ile bu halleri normal kılınıyor ki mesajı doğal kılan da bu oluyor. Filmin gündeme getirdiği bir dram da var ki üzerinde durmak gerekli: Karin Viard’ın başarılı yorumladığı bu ebevyn dramı, bir annenin (veya babanın) yetiştirdiği bir çocuğunun özel yeteneğini hissedemeyecek olması, bu örnekte ise çocuğunun sesini hiç duyamayacak olması. Gerek bu durum gerekse kızın Paris’e müzik okumaya gitme ihtimalinin ailede neden olduğu krizler (ailenin tek duyan ve konuşabilen bireyi olarak tüm yakınlarının dış dünya ile iletişiminde eli ayağıdır çünkü genç kız) incelikle anlatılıyor ve seyirciyi özellikle kışkırtmıyor. Yine de tüm final bölümünde birkaç göz yaşı dökmesi büyük ihtimal taş yürekli olmayan bir seyircinin.
Film baş karakterlerinden üçünün konuşamıyor ve duyamıyor olmasının yaratması gereken akış problemini (işaret dilinin konuşmalara çevrilmesi veya tersi) pratik bir şekilde çözmüş ve çok da dert etmemiş tutarlılığı açıkçası. İşaret dili ile yapılan konuşmaların bazıları altyazı ile verilirken veya birisi tarafından “duyanlar” için sese çevrilirken bazıları için buna gerek duyulmamış. Açıkçası bu hiç de rahatsız etmiyor ve filmi düşebileceği tekrardan da kurtarmış görünüyor. Epey hafif bir dili var filmin ve popüler sinemanın kalıplarını kullandığını gizleyip bir sanat filmi tavırlarına da bürünmüyor hiç. Bir “derinlik” bekleyenleri üzebilir bu durum elbette ama film yine de kimi küçük oyunlarla onları da mutlu edebilir. Babanın seçimlere hazırlanırken François Hollande’ın kitabını okumasındaki göndermeden kızın genç bir erkekle yaptığı düet sırasında tüm seslerin kesilerek onu izleyen ailesinin “hissettikleri”nin bizimle paylaşılması gibi oyunlar filme farklılık katıyorlar bir şekilde. Müzik hocası rolündeki Eric Elmosnino’nun performansının da diğer oyuncularınki gibi başarılı olduğu filmde Romain Winding’in sıcak renkli görüntüleri de filmin samimi havasına katkıda bulunmuş. Basit hikâyesi, popüler sinemanın dilini akılıca kullanması, olumlu ve motive eden havası ile çok önemli değil belki ama “görülmeli” yargısını hak eden bir film yine de. Filmden sonra Michel Sardou’nun şarkılarından kendinize bir müzik ziyafeti çekmeniz de tavsiye olunur!
(“The Bélier Family” – “Hayatımın Şarkısı”)