“Herkes okul tıraşı olacak!”
Issız bölgedeki bir devlet yatılı okulunda bir çocuğun, hastalanan arkadaşına ilgi gösterilmesi için okul yönetimini harekete geçirme çabasının ve karşılaşılan bürokratik zorlukların hikâyesi.
Ankara ve Antalya’da en iyi film seçilen, Berlin’de Panorama bölümünde gösterildiğinde FIPRESCI (Sinema yazarları örgütü) ödülünü kazanan, senaryosunu Ferit Karahan ve Gülistan Acet’in yazdığı ve yönetmenliğini Karahan’ın yaptığı bir Türkiye ve Romanya ortak yapımı. Tamamı dağ başında ve yoğun kar alan bir bölgedeki bir yatılı okulun içinde ve bahçesinde geçen hikâye ile sadece o okuldakilerin değil, o okulun mikrokozmosu olduğu Türkiye’nin bugününün, bugünü oluşturan ve geleceği de şekillendiren geçmişinin resmini çizen film özellikle ikinci yarısında bir gizemli suç soruşturmasına dönüşen senaryosunun başarısı ile dikkat çekiyor öncelikle. Zaman zaman doğrudan olma tercihinde bulunsa da, hikâyesinin politik boyutunu akıllıca işleyen ve hareketli kamera kullanımının gerilim ve gerçekçiliğini artırdığı film başroldeki küçük oyuncu Samet Yıldız ve Selim adındaki öğretmeni oynayan Ekin Koç’un başarılı performansları ile de ilgiyi hak ediyor.
Çekimleri Van’da gerçekleştirilen film bir yatılı okulda, banyo saatinde yıkanmak için kuyruğa girmiş çocukların görüntüsü ile açılıyor. Tastan dökündükleri su ile yıkanan çocuklar arasında çıkan bir tartışmaya müdahale eden nöbetçi öğretmen onları soğuk su ile banyo yapmaya zorlar. Bu çocuklardan biri olan Mehmet ile aynı odada kalan Yusuf sabah yakın arkadaşını nefes almak dışında adeta ölü durumda bulur. Hikâyenin bundan sonrası, Yusuf’un arkadaşlığının rahatsızlığını öğretmenlere ve okul yönetimine anlatabilme telaşı ve bir çözüm arayışı olarak ilerlese de; öykü bir yandan da hastalığın nedenini anlamaya ve “suçluyu bulma soruşturması”na dönüşürken, bir polisiye havasına da bürünecek ve finaldeki sürpriz ile etkileyici bir sonuç yaratacaktır seyirci üzerinde.
Kısa adı YİBO olan yatılı bölge okullarından birinde geçiyor hikâye. Nüfus yoğunluğunun düşük olduğu bölgelerde, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde açılan bu okullar avantajları ve dezavantajları ile zaman zaman tartışma konusu olan kurumlar; öğrencilerin yemek dahil tüm ihtiyaçlarının ücretsiz karşılandığı ve bu anlamda ciddi bir sosyal katkısı olan bu okulların küçük yaştaki çocukları ailelerinden uzun süreler boyunca uzaklaştırması ve eğitici kadrosunun gerekli ve yeterli pedagojik ve yönetim becerilerine sahip olmaması gibi sorunları da var. Karahan’ın hikâyesi de bu okulların sorunları üzerinden ilerlerken; okulda otoriteyi temsil edenlerin, öğrencilere olan yaklaşımını ülkedeki otoritelerin vatandaşına (özellikle de Kürtlere) olan ilgisiz, sevgisiz ve baskıcı tutumunun sembolü olarak kullanıyor. Bu bağlamda bakıldığında, kuşkusuz hayli politik bir hikâye seyrettiğimiz ama birkaç diyalog ve birkaç kısa sahne dışında bu konuda -neyse ki- doğrudan bir dile başvurmuyor film.
Öğretmenlerin tümünün hep otorite sahibi olmaktan yola çıkan bir şekilde yaklaştığını görüyoruz çocuklara. Kuşkusuz bu derece kalabalık ve idaresi zor bir yaş grubuna hitap etmenin gerektirdiği bir durum bu ama çok ciddileşene kadar Mehmet’in rahatsızlığına gösterilen ilgisizlik ve sonra bunu takip eden bürokratik engeller hem bir sevgi hem de önem verme eksikliğini gösteriyor yönetimi temsil edenlerde. Birbirini takip eden ihmaller ve hatalar, çeşitli suçlar da olsa, problemin asıl kaynağının bu sevgisizlik olduğunu vurguluyor. Bunların üzerine devletin tarafındaki problemleri (okulun revirindeki tek “sağlıkçı”nın öğrencilerden yaşça büyük biri olması ve onun “Başka ilaç var da, ne işe yarar bilmiyorum” sözü ile durumu açık bir şekilde özetlemesi gibi) ekleyince, ortaya iyi bir sonuç çıkması mümkün değil kuşkusuz. Filmin Mehmet’in rahatsızlığı üzerinden ülkenin “Kürt rahatsızlığı”nı anlatmaya soyunduğu açık ve senaryonun anlattığı bireysel sıkıntı ile ilgili tüm neden ve sonuçların toplumsal olana da uyduğu kesin. Müdürün öğrencilere hitap eder, daha doğrusu azarlarken sarf ettiği şu sözler de destekliyor bunu: “Devlet size yatacak yer veriyor, yemeğinizi veriyor. Haftada bir banyo yapıyorsunuz, ayda bir harçlık alıyorsunuz. Hâlâ şikâyet ediyorsunuz”.
Tüm bu görmezden gelme, acizlik ve önemsememenin karşısına hikâye Yusuf’un özenli ilgisini ve mücadelesini koyuyor ve onun hep sorgulayan; biraz isyankâr, biraz da anlamlandırmaya çalışan bakışlarını önemli bir eleştirinin aracı olarak kullanırken, Yusuf’u olan bitenlerin şahidi yapıyor bir bakıma. Bu eleştirinin hikâyenin genel havası içinde bir parça radikal kalan “Geç yerine! Kürt bölgesi diye bir yer yok, Doğu Anadolu Bölgesi!” sahnesinin gereksizliğinin yanında çok daha güçlü olduğu açık. Bir başka sahnede, öğretmenlerden birinin cep telefonu ile konuşurken Atatürk büstü üzerindeki karı temizlemesi veya yöneticilerden birinin arabasının içindeki Türk bayraklı obje sembolizmin ve bir durumu saptamanın çok daha incelikli örnekleri. Okuldaki “askerî” düzenin uzantısı olarak da görülebilecek yemek duası ve sürekli yağan karın okulu ve içindekileri dünyanın geri kalanından soyutlaması da eklenebilir bu örneklere. Cep telefonunun çekmemesinin sonuçları, daha da önemli olarak revir kapısını her açanın başına gelenler üzerinden dozunda ve hoş bir mizah havası da katıyor öyküye senaryo ve üstelik bunu olan bitenin ciddiyeti ile ilgili bir sıkıntı yaratmadan yapmayı başarıyor.
Film yozlaşmayı bireyler üzerinden de anlatıyor ve aslında öğrenciler dahil kimseyi idealleştirmiyor (finalde öğrendiğimiz gerçek bunun en güçlü örneği); öğrencilere sigara satan kantinci, okulun kömüründen kendi evine gönderen kaloriferci ve döner sermayeyi özel harcaması için kullanan memur gibi farklı örnekleri var bu bireysel kusurların. Burada senaryonun açık bıraktığı noktaları da söylemek gerek: Örneğin dışarısı ile iletişimin çok zor çeken cep telefonları ile yapılmaya çalışıldığı okulda sabit hat olup olmadığını ve bu aracın varlığı veya yokluğunun nedenini anlayamıyoruz. Devletin bu kadar çok öğrencinin olduğu bir YİBO’daki acil sağlık ihtiyacını bu kadar görmezden gelip, reviri bir öğrenciye emanet etmesi de pek gerçekçi değil.
Kapanış jeneriğinde alıntıların iki Rumen yazar Herta Müller ve Gellu Naum (jenerikte Neum olarak yazılmış) ile Rus yazar Dostoyevsky’den yapıldığı söylenmiş ama burada özel bir ifade veya hikâyeden bahsedilmiyor olsa gerek. Zaten yönetmenin filmin Antalya’daki gösteriminden sonra Sinematürk’e verdiği röportajda esin kaynakları arasında Hitchcock ve Abbas Kiarostami’nin yanında bu yazarları da anması daha çok tematik bir esinlenmenin söz konusu olduğunu gösteriyor. Sinemadaki ilham kaynakları olarak İngiliz ve İranlı iki ustayı doğru bir şekilde belirtmiş Karahan; burada özellikle Hitchcock’u anmakta yarar var. İkinci yarıda gerçeğin ne olduğunu ve nasıl olduğunu anlamaya yönelik konuşmalar, iz sürmeler ve birdenbire ortaya çıkan ve gittikçe artan gizemi çok iyi işleyen bir senaryo var karşımızda. Finale kadar uzanan bu bölümler ilgiyi artıran, öyküye beklenmedik ek bir boyut katan ve gerçeğe ulaşana kadar herkesin suçunun tek tek ortaya dökülmesini sağlayan bir içeriğe sahip ve Karahan hiçbir oyuna, zorlamaya başvurmadan çok doğal bir şekilde görselleştirmiş bu içeriği.
Sinemada daha önce pek çok filmde (örneğin Truffaut’nun 1959 tarihli “Les Quatre Cent Coups” (400 Darbe) adlı başyapıtı) gördüğümüz bir son kareye sahip film. Tıpkı Jean-Pierre Léaud’un kameraya, bize yönelttiği “hesap soran; hüzünlü; belirsizlik, umut ve hayal kırıklığı dolu” bakışın bir benzerini Yusuf’un yüzünde görüyoruz finalde. Yaşananların sertliğini artırdığı bu bakışa Yusuf’un öykü boyunca sahip olması, Karahan’ın bu tercihini bir öykünme ve esinlenme olmanın ötesine taşıyor. Tek bir sahne dışında hep hareketli bir kamera tercihi var filmde ve o sahnedeki farklılık, gördüğümüzün etkisini artırıyor. Kamera bizim Yusuf ile aynı bakışa sahip olmamızı sağlıyor bu sahnede; o ve Mehmet revirin içinde birliktedirler bu sahnede ve pencereye doğru bakmaktadır Yusuf. Pencerenin ardında ise bir hareketlilik vardır Mehmet ile ilgili ve pek çok öğrenci de içeriyi görmek için cama yığılmıştır. Karahan’ın, görüntü yönetmeni Türksoy Gölebeyi ile birlikte, çerçevelemenin hikâyenin içeriğine uygun düşen “akademi oranı” olarak belirlenmesinin de katkısı ile, yarattığı kasvetli görselliğin örneklerinden biri bu görüntü.
Bir gün içinde geçen, önemli bir kısmı gerçek zamanlı anlatılan ve Karahan’ın kendi çocukluğundaki yatılı okul günlerinde yaşadıklarından esinlenen öyküde çocuk oyuncuların yönetimi sinemamız ölçüleri içinde bakıldığında başarılı ve bu derece kalablık bir kadronun yönetiminde dikkat çeken bir aksama olmamış. Yusuf’u canlandıran Samet Yıldız ise hiç aksamadığı gibi; öykünün, meselesini anlatmasının önemli bir aracı olan çoğunlukla sessiz bakışlarını ciddi bir başarı ile kullanıyor ve aksi bir durumda oluşabilecek gerçekçilik problemini yok ettiği gibi, filme ek bir zenginlik katıyor.
Başta müdür karakterinin davranışları olmak üzere bazen, klişe olmasa da, beklenenlere fazlası ile uyan unsurları olan filmin başında Mehmet ile Yusuf arasındaki, Mehmet’in sözleri ve talepleri üzerinden ima edilen “ilişki” için de bir söz söylemek gerekiyor. Yusuf’un “Adımızı mı çıkaracaksın?” tepkisini de içeren bu sahne, ima edilen ama gerçekliğinin olup olmadığını finalde öğrendiğimiz cinsel taciz unsurunun aksine belirsiz bırakılmış sanki. Gerilim duygusunun hakkını veren ve müziğe hiç yer vermemesi nedeni ile, eylemler ve duyguların algılanması açısından -filmin tüm unsurları her zaman aynı tutumda olmasa da- tarafsız kalan film revirdeki sedirde yatan Mehmet’in temsil ettiği masumiyeti yok eden bir toplumda yaşadığımızı hatırlatan, son dönemin sinemamızdaki önemli örneklerinden biri.