Okul Tıraşı – Ferit Karahan (2021)

“Herkes okul tıraşı olacak!”

Issız bölgedeki bir devlet yatılı okulunda bir çocuğun, hastalanan arkadaşına ilgi gösterilmesi için okul yönetimini harekete geçirme çabasının ve karşılaşılan bürokratik zorlukların hikâyesi.

Ankara ve Antalya’da en iyi film seçilen, Berlin’de Panorama bölümünde gösterildiğinde FIPRESCI (Sinema yazarları örgütü) ödülünü kazanan, senaryosunu Ferit Karahan ve Gülistan Acet’in yazdığı ve yönetmenliğini Karahan’ın yaptığı bir Türkiye ve Romanya ortak yapımı. Tamamı dağ başında ve yoğun kar alan bir bölgedeki bir yatılı okulun içinde ve bahçesinde geçen hikâye ile sadece o okuldakilerin değil, o okulun mikrokozmosu olduğu Türkiye’nin bugününün, bugünü oluşturan ve geleceği de şekillendiren geçmişinin resmini çizen film özellikle ikinci yarısında bir gizemli suç soruşturmasına dönüşen senaryosunun başarısı ile dikkat çekiyor öncelikle. Zaman zaman doğrudan olma tercihinde bulunsa da, hikâyesinin politik boyutunu akıllıca işleyen ve hareketli kamera kullanımının gerilim ve gerçekçiliğini artırdığı film başroldeki küçük oyuncu Samet Yıldız ve Selim adındaki öğretmeni oynayan Ekin Koç’un başarılı performansları ile de ilgiyi hak ediyor.

Çekimleri Van’da gerçekleştirilen film bir yatılı okulda, banyo saatinde yıkanmak için kuyruğa girmiş çocukların görüntüsü ile açılıyor. Tastan dökündükleri su ile yıkanan çocuklar arasında çıkan bir tartışmaya müdahale eden nöbetçi öğretmen onları soğuk su ile banyo yapmaya zorlar. Bu çocuklardan biri olan Mehmet ile aynı odada kalan Yusuf sabah yakın arkadaşını nefes almak dışında adeta ölü durumda bulur. Hikâyenin bundan sonrası, Yusuf’un arkadaşlığının rahatsızlığını öğretmenlere ve okul yönetimine anlatabilme telaşı ve bir çözüm arayışı olarak ilerlese de; öykü bir yandan da hastalığın nedenini anlamaya ve “suçluyu bulma soruşturması”na dönüşürken, bir polisiye havasına da bürünecek ve finaldeki sürpriz ile etkileyici bir sonuç yaratacaktır seyirci üzerinde.

Kısa adı YİBO olan yatılı bölge okullarından birinde geçiyor hikâye. Nüfus yoğunluğunun düşük olduğu bölgelerde, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde açılan bu okullar avantajları ve dezavantajları ile zaman zaman tartışma konusu olan kurumlar; öğrencilerin yemek dahil tüm ihtiyaçlarının ücretsiz karşılandığı ve bu anlamda ciddi bir sosyal katkısı olan bu okulların küçük yaştaki çocukları ailelerinden uzun süreler boyunca uzaklaştırması ve eğitici kadrosunun gerekli ve yeterli pedagojik ve yönetim becerilerine sahip olmaması gibi sorunları da var. Karahan’ın hikâyesi de bu okulların sorunları üzerinden ilerlerken; okulda otoriteyi temsil edenlerin, öğrencilere olan yaklaşımını ülkedeki otoritelerin vatandaşına (özellikle de Kürtlere) olan ilgisiz, sevgisiz ve baskıcı tutumunun sembolü olarak kullanıyor. Bu bağlamda bakıldığında, kuşkusuz hayli politik bir hikâye seyrettiğimiz ama birkaç diyalog ve birkaç kısa sahne dışında bu konuda -neyse ki- doğrudan bir dile başvurmuyor film.

Öğretmenlerin tümünün hep otorite sahibi olmaktan yola çıkan bir şekilde yaklaştığını görüyoruz çocuklara. Kuşkusuz bu derece kalabalık ve idaresi zor bir yaş grubuna hitap etmenin gerektirdiği bir durum bu ama çok ciddileşene kadar Mehmet’in rahatsızlığına gösterilen ilgisizlik ve sonra bunu takip eden bürokratik engeller hem bir sevgi hem de önem verme eksikliğini gösteriyor yönetimi temsil edenlerde. Birbirini takip eden ihmaller ve hatalar, çeşitli suçlar da olsa, problemin asıl kaynağının bu sevgisizlik olduğunu vurguluyor. Bunların üzerine devletin tarafındaki problemleri (okulun revirindeki tek “sağlıkçı”nın öğrencilerden yaşça büyük biri olması ve onun “Başka ilaç var da, ne işe yarar bilmiyorum” sözü ile durumu açık bir şekilde özetlemesi gibi) ekleyince, ortaya iyi bir sonuç çıkması mümkün değil kuşkusuz. Filmin Mehmet’in rahatsızlığı üzerinden ülkenin “Kürt rahatsızlığı”nı anlatmaya soyunduğu açık ve senaryonun anlattığı bireysel sıkıntı ile ilgili tüm neden ve sonuçların toplumsal olana da uyduğu kesin. Müdürün öğrencilere hitap eder, daha doğrusu azarlarken sarf ettiği şu sözler de destekliyor bunu: “Devlet size yatacak yer veriyor, yemeğinizi veriyor. Haftada bir banyo yapıyorsunuz, ayda bir harçlık alıyorsunuz. Hâlâ şikâyet ediyorsunuz”.

Tüm bu görmezden gelme, acizlik ve önemsememenin karşısına hikâye Yusuf’un özenli ilgisini ve mücadelesini koyuyor ve onun hep sorgulayan; biraz isyankâr, biraz da anlamlandırmaya çalışan bakışlarını önemli bir eleştirinin aracı olarak kullanırken, Yusuf’u olan bitenlerin şahidi yapıyor bir bakıma. Bu eleştirinin hikâyenin genel havası içinde bir parça radikal kalan “Geç yerine! Kürt bölgesi diye bir yer yok, Doğu Anadolu Bölgesi!” sahnesinin gereksizliğinin yanında çok daha güçlü olduğu açık. Bir başka sahnede, öğretmenlerden birinin cep telefonu ile konuşurken Atatürk büstü üzerindeki karı temizlemesi veya yöneticilerden birinin arabasının içindeki Türk bayraklı obje sembolizmin ve bir durumu saptamanın çok daha incelikli örnekleri. Okuldaki “askerî” düzenin uzantısı olarak da görülebilecek yemek duası ve sürekli yağan karın okulu ve içindekileri dünyanın geri kalanından soyutlaması da eklenebilir bu örneklere. Cep telefonunun çekmemesinin sonuçları, daha da önemli olarak revir kapısını her açanın başına gelenler üzerinden dozunda ve hoş bir mizah havası da katıyor öyküye senaryo ve üstelik bunu olan bitenin ciddiyeti ile ilgili bir sıkıntı yaratmadan yapmayı başarıyor.

Film yozlaşmayı bireyler üzerinden de anlatıyor ve aslında öğrenciler dahil kimseyi idealleştirmiyor (finalde öğrendiğimiz gerçek bunun en güçlü örneği); öğrencilere sigara satan kantinci, okulun kömüründen kendi evine gönderen kaloriferci ve döner sermayeyi özel harcaması için kullanan memur gibi farklı örnekleri var bu bireysel kusurların. Burada senaryonun açık bıraktığı noktaları da söylemek gerek: Örneğin dışarısı ile iletişimin çok zor çeken cep telefonları ile yapılmaya çalışıldığı okulda sabit hat olup olmadığını ve bu aracın varlığı veya yokluğunun nedenini anlayamıyoruz. Devletin bu kadar çok öğrencinin olduğu bir YİBO’daki acil sağlık ihtiyacını bu kadar görmezden gelip, reviri bir öğrenciye emanet etmesi de pek gerçekçi değil.

Kapanış jeneriğinde alıntıların iki Rumen yazar Herta Müller ve Gellu Naum (jenerikte Neum olarak yazılmış) ile Rus yazar Dostoyevsky’den yapıldığı söylenmiş ama burada özel bir ifade veya hikâyeden bahsedilmiyor olsa gerek. Zaten yönetmenin filmin Antalya’daki gösteriminden sonra Sinematürk’e verdiği röportajda esin kaynakları arasında Hitchcock ve Abbas Kiarostami’nin yanında bu yazarları da anması daha çok tematik bir esinlenmenin söz konusu olduğunu gösteriyor. Sinemadaki ilham kaynakları olarak İngiliz ve İranlı iki ustayı doğru bir şekilde belirtmiş Karahan; burada özellikle Hitchcock’u anmakta yarar var. İkinci yarıda gerçeğin ne olduğunu ve nasıl olduğunu anlamaya yönelik konuşmalar, iz sürmeler ve birdenbire ortaya çıkan ve gittikçe artan gizemi çok iyi işleyen bir senaryo var karşımızda. Finale kadar uzanan bu bölümler ilgiyi artıran, öyküye beklenmedik ek bir boyut katan ve gerçeğe ulaşana kadar herkesin suçunun tek tek ortaya dökülmesini sağlayan bir içeriğe sahip ve Karahan hiçbir oyuna, zorlamaya başvurmadan çok doğal bir şekilde görselleştirmiş bu içeriği.

Sinemada daha önce pek çok filmde (örneğin Truffaut’nun 1959 tarihli “Les Quatre Cent Coups” (400 Darbe) adlı başyapıtı) gördüğümüz bir son kareye sahip film. Tıpkı Jean-Pierre Léaud’un kameraya, bize yönelttiği “hesap soran; hüzünlü; belirsizlik, umut ve hayal kırıklığı dolu” bakışın bir benzerini Yusuf’un yüzünde görüyoruz finalde. Yaşananların sertliğini artırdığı bu bakışa Yusuf’un öykü boyunca sahip olması, Karahan’ın bu tercihini bir öykünme ve esinlenme olmanın ötesine taşıyor. Tek bir sahne dışında hep hareketli bir kamera tercihi var filmde ve o sahnedeki farklılık, gördüğümüzün etkisini artırıyor. Kamera bizim Yusuf ile aynı bakışa sahip olmamızı sağlıyor bu sahnede; o ve Mehmet revirin içinde birliktedirler bu sahnede ve pencereye doğru bakmaktadır Yusuf. Pencerenin ardında ise bir hareketlilik vardır Mehmet ile ilgili ve pek çok öğrenci de içeriyi görmek için cama yığılmıştır. Karahan’ın, görüntü yönetmeni Türksoy Gölebeyi ile birlikte, çerçevelemenin hikâyenin içeriğine uygun düşen “akademi oranı” olarak belirlenmesinin de katkısı ile, yarattığı kasvetli görselliğin örneklerinden biri bu görüntü.

Bir gün içinde geçen, önemli bir kısmı gerçek zamanlı anlatılan ve Karahan’ın kendi çocukluğundaki yatılı okul günlerinde yaşadıklarından esinlenen öyküde çocuk oyuncuların yönetimi sinemamız ölçüleri içinde bakıldığında başarılı ve bu derece kalablık bir kadronun yönetiminde dikkat çeken bir aksama olmamış. Yusuf’u canlandıran Samet Yıldız ise hiç aksamadığı gibi; öykünün, meselesini anlatmasının önemli bir aracı olan çoğunlukla sessiz bakışlarını ciddi bir başarı ile kullanıyor ve aksi bir durumda oluşabilecek gerçekçilik problemini yok ettiği gibi, filme ek bir zenginlik katıyor.

Başta müdür karakterinin davranışları olmak üzere bazen, klişe olmasa da, beklenenlere fazlası ile uyan unsurları olan filmin başında Mehmet ile Yusuf arasındaki, Mehmet’in sözleri ve talepleri üzerinden ima edilen “ilişki” için de bir söz söylemek gerekiyor. Yusuf’un “Adımızı mı çıkaracaksın?” tepkisini de içeren bu sahne, ima edilen ama gerçekliğinin olup olmadığını finalde öğrendiğimiz cinsel taciz unsurunun aksine belirsiz bırakılmış sanki. Gerilim duygusunun hakkını veren ve müziğe hiç yer vermemesi nedeni ile, eylemler ve duyguların algılanması açısından -filmin tüm unsurları her zaman aynı tutumda olmasa da- tarafsız kalan film revirdeki sedirde yatan Mehmet’in temsil ettiği masumiyeti yok eden bir toplumda yaşadığımızı hatırlatan, son dönemin sinemamızdaki önemli örneklerinden biri.

Cennetten Kovulmak – Ferit Karahan (2013)

“Bu evlerin yüzde 90’ını Kürtler yapıyor ama inşaat bittiğinde yanlarına bile yaklaşamıyorlar”

Erkek kardeşi askerde PKK ile çatışmalarda hayatını kaybeden ve çoğunlukla Kürt işçilerin çalıştığı bir şantiyede şef olarak çalışan bir kadının ve o işçilerden birinin Muş’taki köyünde yaşayan bir küçük kızın hikâyesi.

Serdar Demirel’in de katkı sağladığı senaryosunu yazan Ferit Karahan’ın yönetmenliğini de yaptığı bir Türkiye ve İtalya ortak yapımı. Karahan’ın ilk uzun metrajlı filmi olan yapıt Antalya’da Ramin Matin’İn “Kusursuzlar”ı ile En İyi Film ödülünü paylaşırken, Yardımcı Kadın Oyuncu (Gülistan Acet) ve Jüri Özel Ödülünün de (filmin küçük oyuncusu Rojin Tekin) sahibi olmuştu. Kürt sorunu ile ilgili “Çözüm Süreci’ döneminde çekilen ve bugün bir benzerinin anlatmakta ve göstermekte zorlanacağı meseleleri dile getirebilmesi ile önemli olan yapıt, sineması açısından ise bazı sorunlara sahip. Etnik sorunu, sınıfsal boyutu tamamen unutarak anlatması da tartışmaya açık olan yapıt ülkenin yakıcı bir meselesini ele alması ve dürüst yaklaşımı ile yine de önemli bir çalışma.

Filmin yapımına destek verenler arasında iki kurum dikkat çekiyor: Kültür Bakanlığı ve Anadolu Kültür Vakfı. İlki hükümetin bir organı, ikincisi ise o “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçu ile ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılan Osman Kavala’nın kurucusu olduğu bir vakıf. Üstelik filmin destekçileri arasında hükümetin kendisine karşı düzenlenen eylemlere ve teröre destek verdiğini iddia ettiği Heinrich Böll Vakfı da var. Oldukça çelişkili görünebilir bu durum ama film 2012’de çekilmiştir ve dönem hükümetin büyük bir şaşaa ile başlattığı “Çözüm Süreci” zamanlarıdır; liberaller hükümetin yanındadır hâla ve Gezi ile maskesi iyice düşecek olsa da, hükümet ülkenin en önemli sorunlarından birine barışçıl ve özgürlükçü çözümler bulmayı amaçladığını söylemeye devam etmektedir. Hikâyenin girişinde şu sözlere yer verilebilmesi de işte bu “özgür” hava sayesinde mümkün olmuştur: “Türkiye’de uzun yıllar boyunca Kürtler hakları uğruna hükümetin karşısında durdu. Yüz binlerce Kürt evlerini terk etmeye zorlandı. Kürtler 2001 yılından itibaren tüm büyük şehirlerde gerilla olarak örgütlenmeye karar verdi. İki taraftan 40.000’den fazla insan yaşamını yitirdi”. Bu ifadede resmî bakışa uygun olan “terörist” sözcüğünün değil, “gerilla”nın kullanılması; çatışmanın unsurlarını eşitleyen” taraf” kelimesinin seçilmesi ve tüm ölümlere eş değer verilmesi gibi, günümüz iktidarının şiddetle karşısında duracağı bir anlayışın izleri var ve bu anlayışı taşıyan bir filme bırakın destek sağlamayı, onu cezalandıracak güçler egemen bu ülkede bugün.

Film karlı bir havada askerlerin araçları kontrol için çevirdiği bir sahne ile açılıyor ve finalde tekrar o ana dönüyor. Arada izlediğimizi ise Ferit Karahan’ın senaryosu Türkiye’nin iki farklı coğrafyasında yaşayan iki kadının paralel hikâyeleri olarak kurgulamış; ama özellikle Muş’ta köyde yaşayan küçük Ayşe’ninkinde başka karakterler de önemli paylara sahip olduğu için, bu paralellik yeterince dengeli inşa edilememiş. Kuşkusuz bu bir sorun olmazdı aslında ama kurgu çabası paralelliğe işaret ettiği için bir aksaklık çıkmış ortaya. Emine İstanbul’daki bir inşaatta şantiyede şef olarak işe başlayan elektrik mühendisi genç bir “beyaz Türk”; erkek kardeşi askerde olan genç kadın şantiyedeki işçilerin etnik kimliklerini hiç önemsememektedir ta ki kardeşinin “şehit olduğu” haberi gelene kadar. Ayşe ise Muş’taki köyünde yaşayan bir kız çocuk ve ara sıra çatışmaların sesini duyduğu bir coğrafyada, arazilerine el koymak isteyen korucubaşının tehdit ettiği ailesi ile birlikte zor bir yaşam sürmektedir, her ne kadar kendisi çocukluğun “evcilik oyunu” masumluğunda bunun çok da farkında olmasa da. Senaryo bu iki kadının hikâyelerinin çakışma noktalarında genellikle iyi bir kurguya sahip ama hedeflenen “zıt / farklı yaşamlar” hissi oluşmuyor ve finaldeki o “buluşma” da yetersiz kalıyor bu duyguyu sağlamada.

Filmde olaylar 2001’de geçiyor; çekimlerin yapıldığı dönemin değil, yaklaşık 10 yıldan uzun bir süre öncesinin seçilmesi ilginç ve iki farklı açıklaması mümkün bu durumun: Çözüm Süreci dönemi olduğu için; güncel değil, daha eski bir tarihin seçilmesi özellikle tercih edilmiş olabilir veya AKP’nin 2002’de iktidara geldiği düşünülürse, hikâyenin AKP öncesi bir dönemde geçtiğini vurgulama ihtiyacı / zorunluluğu (Bakanlık desteği nedeni ile) nedenidir bu durumun. Buna karşılık, Kürt hareketinin bir parçası olan ve öykü boyunca politik söylemlerine tanık olduğumuz bir genç adamın devlet güçlerince (JİTEM?) yargısız infazı (bu ülkenin tarihinde defalarca yaşandığı gibi) başta olmak üzere, anadil yasağı ve okulda öğretmenin Türkçe konuşma baskısı (ki bu baskıyı öğrenciler evlerine de taşıyorlar), silah seslerinin sık sık kendisini hissettirmesi ve arada kalmanın korkunç psikolojisini yaratması, “dağa çıkmaya” yol açan koşullar ve korucuların bir zulmün aracına dönüşmesi gibi farklı gerçekleri net bir şekilde göstermesi filmin değer ve önemini artırıyor.

Ayşe’nin istanbul hayalini yeterince güçlü anlatamayarak (Calvino’nun “Görünmez Kentler” kitabı Ayşe’in yaşına uygun olmamasının da katkısı ile, oldukça dolaylı bir gönderme Kürt bölgelerinin ve halkının görünmezliği için) filmin etkisini azaltan senaryonun inşaat işçilerinin yaşam koşullarını ve elleri ile inşa ettikleri evlerin yanına bile yaklaşamayacak olmalarını sadece etnik bir mesele olarak çizmesi de doğru olmamış. Evet, etnik yanı da olan bir mesele bu ama sınıfsal boyutunun tamamı ile bir kenara bırakılarak, sanki sadece Kürt olmakla ilgiliymiş gibi sunulması yanıltıcı kesinlikle. Bu açıdan bakınca, Ferit Karahan’ın senaryosu daha çok günümüz liberallerinin bakışının izlerini taşıyor ve bir fırsatı da kaçırıyor öykünün bu boyutunu eksik bir bağlamda ele alarak. Yola “Öyle bir film çekeceğim ki slogan atmayacak… İki tarafın da acılarına dokunacak… Birbirinizi anlamaya çalışın mesajını verecek” düsturu ile çıkan Ferit Karahan bu hedeflerini genel olarak yakalamış ama senaryosu için bir başarıdan söz etmek zor. Emine’nin sabah kahvaltıda annesine “Anne, ben (işe) geç kaldım” diyerek masadan kalktığı sahnedeki gibi pek de iyi düşünülmememiş, yazılmamamış ve çekilmemiş sahnelerin ana nedenlerinden biri de bu senaryo olmuş. Öykünün ana karakteri olan Emine’nin değişimi de inandırıcı değil ve onca önyargıyı bir cenazenin kırması ikna edemiyor bizi ama yine de filmin hedeflediği umuda uygun ve gerekli bir unsuru senaryonun.

Antalya’dan ödüllü iki oyuncunun kadronun geri kalanının ortalamalarda gezinen performanslarının önüne çıktığı filmin, bu oyunculardan biri olan ve hikâyede Narin’i canlandıran Gülistan Acet için kişisel bir yanı da var. Batman’da doğan Acet 7 yaşındayken ailesi bölgedeki Hizbullah teröründen kaçarak İstanabul’a göç etmek zorunda kalmış ve sanatçı “sınıfta Kürtçe şarkı söylediği için dayak yiyen ve bir daha okulda hiç konuşmayan arkadaş” gibi travmatik anların da şahidi olmuş. Özetlemek gerekirse, bazıları önemli eksiklikleri olsa da kesinlikle önemli ve iyi niyeti ile bile izlenmeyi hak eden bir çalışma bu.

(“Derbûyîna Ji Binustê” – “The Fall from Heaven” – “The Fall from Heaven”)