Kırk Yedi’liler – Füruzan

Gerçek adı Feruze Çerçi olan, eserlerinde Füruzan adını kullanan yazarın 1974’te yayımlanan ve 1975’de Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazanan romanı. “Parasız Yatılı” adlı öykü kitabı ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nın sahibi olan, 2023’te ise Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Füruzan, aynı isimli kendi romanından uyarladığı ve Gülsün Karamustafa ile birlikte yönettiği, yönetmen olarak tek filmi olan “Benim Sinemalarım” ile de beğeni toplamıştı. Ailesinin ekonomik koşulları yüzünden ilköğretimden ileriye gidemediği bir eğitim hayatı olan sanatçının bu romanı 12 Mart Muhtırası sonrasında kurulan yönetimin ezip yok ettiği 1947’liler kuşağını anlatıyor. 1947 o kuşak için seçilen sembol bir yıl aslında; bunun birkaç yıl öncesinde veya sonrasında doğan ve ülkesi için daha iyi bir gelecek için mücadele eden devrimci gençlerin tümünün hikâyesi okuduğumuz ve Emine karakteri üzerinden ve güçlü bir dil ile yazar dönemin ve genel olarak tüm darbe dönemlerinin kurbanlarını anlatıyor aslında. Karakterinin farklı yaşları arasında, geçmiş ve bugün arasında gidip gelen yapıt edebiyatımızın en önemli örneklerinden biri kuşkusuz ve Erdal Öz Ödülü’nün gerekçesinde yer alan “1970’lerden itibaren çöken burjuva ailelerinin… umutlu gelecek için emek verenlerin uğradıkları haksızlıkları ve toplumsal yaraları ele alırken kişileri derinlemesine inceledi, anlatımını ayrıntılarla besledi” ifadelerini doğrulayan bir çalışma.

Emine ve arkadaşlarının sol örgütlerinin adı geçmiyor romanda ama ilk eylemini Aralık 1970’de gerçekleştiren, kuruluşunu kamuoyuna 12 Mart Muhtırası’ndan sekiz gün önce (4 Mart 1971) duyuran THKO’nun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) kurucu üyeleri tam da romanın 1947’liler dediği kuşaktan ve anlatılan bir bakıma onların öyküleri. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Kadir Manga ve Cihan Alptekin 1947, Sinan Cemşit 1944, Alparslan Özdoğan 1946, Taylan Özgür ve Hüseyin İnan 1948, Mustafa Yalçıner ise 1950 doğumluydu ve Yalçıner dışında tümü 1969 ile 1972 arasında idam edilerek, güvenlik güçleri ile çatışmada vurularak veya kimliği hiç ortaya çıkmayan kişi(ler) tarafından öldürülerek yaşamlarını yitirdiler; günümüzde sadece Hüseyin Yalçıner hayatta. Emine karakterinin geçmişi ile, Deniz Gezmiş’inki arasında doğum yılları dışında başka ortak yanlar olduğunu da hatırlatmakta yarar var: her ikisinin yaşamında da Erzurum şehrinin yeri var ve ikisinin de babası ilköğretim müfettişi, anneleri ise ilkokul öğretmeni.

Füruzan 1932 doğumlu ve dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi bizde de özellikle üniversite öğrencilerinin yoğun bir şekilde politik mücadeleler içinde olduğu 1968 dönemini bir öğrenci olarak değil ama -kendi ifadesi ile- yazarlığının “gençlik hevesi” yıllarını yaşayarak geçirmişti.; ama bu durum romanda ele aldığı karakterlere hayli yakından, özellikle Emine karakterini derin bir şekilde analiz eden bir bakışla bakabilmesine engel olmamış. Hatta yazarın, yarattığı bu karakterlere, onlardan on beş yaş büyük olmasının sağladığı konumla bir anne şefkati ile yaklaştığını söylemek mümkün. Romanın kahramanı olan Emine 12 Mart Muhtırası’ndan sonra tutuklanan öğrencilerden biri ve roman onun Erzurum’daki çocukluğu, üniversite günleri, tutukluyken işkenceye maruz kaldığı günler ve serbest bırakıldıktan sonrasındaki yaşamı arasında gidip gelirken, bize hem bu genç kadının hem de onun şahsında tüm bir kuşağın öyküsünü anlatıyor.

Genç kadının işkence anlarını, o anların dehşetini sömürmeden ve kurbanın fiziksel ve duygusal tepkileri üzerinden oldukça etkileyici bir dil ile anlatıyor roman ve bu insanlık dışı eylemin, Türkiye’nin kendi geleceğini oluşturan bir neslin üzerinden bir buldozer gibi geçtiğini hatırlatıyor acı bir şekilde. Kırk Yedi’liler kuşağını ezen bir başka olgu ise romanın ana temalarından biri; bu kuşağın cumhuriyetin ilk aydın nesli diyebileceğimiz ebeveynlerinin idealizminin başarısızlığa uğraması ve bu durumun politik bilinç taşıyan, ülkesini daha aydınlık bir dünyaya kavuşturmak için mücadele eden çocukları üzerinde yarattığı tepki. Füruzan, ebeveynlerin başarısızlığını ve hatta yozlaşmalarını (ama bunun tam aksi bir konumda olduklarına inanmalarını) Emine ile annesi arasındaki sorunlu ilişkiler üzerinden güçlü ve özenli bir şekilde dile getiriyor. Babanın evdeki iktidarı bırakmış olduğu anne, Füruzan tarafından cumhuriyetin bu ilk aydın kuşağının halktan kopukluğunun ve halka hep tepeden bakışının somutlaşmış hâli adeta. “Cahil kitleler”e bahşettiği iyiliklerde onlara yönelik en ufak bir sevgi duygusu yok sanki annenin ve hatta yeterince minnettarlık görmediği için şikâyetçi de. Yanlarında bir nevi besleme olarak yaşayan ve evin işlerini gören Kiraz adlı küçük kıza davranışları, annenin halka bakışının bir uzantısıdır. Halkı anlama, onun “dil”ini konuşabilme veya onunla eş olma çabası yoktur annenin kuşağının ve ortaya çıkan uyumsuzlukta ya da toplumsal gerilikte sorumluluğun kendilerine ait olan paylarını, tüm ülkücülüklerine rağmen anlamaya asla yanaşmamalarıdır sorun. Emine ve diğer Kırk Yedi’lilerin, ebeveynlerinin bu tutumları ve sorumluluklarının farkında bile olmamaları karşısında duyduğu öfkeyi romanın hemen her satırında görmek mümkün. Füruzan’ın bu olguyu Cumhuriyet’in tüm idealinin aksine ve çoğunlukla tepeden inmeci kadrolar yüzünden halkla bütünleşememesinin nedeni olarak gördüğü açık. İşte tam da bu nedenle Emine’nin bu konudaki sorgulamaları çok önemli ve yazar romanı aracılığı ile, günümüze kadar uzanan ve bir takım toplumsal meselelerin kaynağı olan sorunu güçlü bir şekilde geçiriyor okuyucuya.

Bir önceki kuşağın tüm aydın olma iddialarına rağmen, Emine’nin annesinin kadınların toplumsal rolleri ve bir kadın öğretmenin yaşadıkları ile ilgili düşünceleri üzerinden anlatılan, bu neslin tam da aydın olma alanındaki başarısızlıkları romanın ana konularından biri. Buna halktan kopukluğu ve Batı’ya ait olanı yerel olanın önüne gözükara bir biçimde geçirme telaşını ekleyince, devrimlere rağmen karşı karşıya kalınan hayal kırıklığı daha güçlü hissediliyor. “Bach’a, Beethoven’e dönerken Itri’yi unutmak” bu kendi halkına sırt dönmenin örneklerinden biri, karakterlerden birinin ağzından dile getirildiği üzere. Burada -belki bir parça eleştiriye açık olarak- da, romandaki tüm “halk karakterleri”nin olumlu çizildiği, onlardan olumsuza kayanların da, büyük şehir hayatına karışanlar olduğunu söylemek gerekiyor. Halka ait olan her şey, türkülerden yaşama bakışlarına hep olumlu ve ideal olan olarak çıkıyor karşımıza ve halkın bilgeliği övülüyor; onlardan uzaklaşmak ve bunun neden olduğu sonuçlar ise Emine’nin kitap boyunca sık sık tanığı olduğumuz sorgulamalarının ve saptamalarının konusu ve aracı oluyor. “Halkın bilinçsizliği”ni unutmuyor ama bunun “aydınların başarısızlığının özrü” olmasına itiraz ediyor Füruzan ve halkın “ezik değil, ezilen” olduğunu vurguluyor.

Emine’nin ablası (“salt boyun eğiş değil, yozlaşma da”) ve kendisinden küçük erkek kardeşinin yaşamlarında seçtikleri yollar, gönüllü olarak veya zorlanarak, ortanca kardeşleri Emine’nin politikliğinin tam zıt yerinde duruyor ve bu durum hem politik olana devletin uyguladığı işkenceyi (kelimenin her anlamı ile) daha etkileyici kılarken, hem de siyasetten uzak duran neslin bugüne uzanan durumu üzerine düşündürüyor okuyucuyu. Zaman içerisinde ileri geri gidip gelen ve gelecekteki gelişmelere geçmişin içinde kısa cümlelerle yer vererek öykünün farklı dönemlerini bir araya getiren romanda Emine’nin günlük hayat dili, romanın politik boyutu ve bu karakterin kendisini tamamen verdiği politik mücadele ile tamamen uyumlu ama bugünün gençleri için bu konuşmalar doğal bulunmayabilir. Örneğin Emine’nin ablası ile sevgi üzerine tartışırken söyledikleri (“İnsanlık bilincine varmış, varma hakkını elde etmiş, emeği ile dünyayı her gün kuran bütün insanları kapsayan bir sevgi anlattığımız, önerdiğimiz”) yapay ve zorlama bile bulunabilir hatta ama günümüz neslinin hayal edebileceğinin ötesinde politize olmuş bir kuşaktı Kırk Yedi’liler. Kitaptaki devrimci gençlerin (Emine ve başta Haydar karakteri olmak üzere, tüm mücadele arkadaşları) söylemlerinin doğallığını anlayabilmek için 1970’lerin politik ortamı hakkında en azından temel bir bilgiye sahip olmak gerekiyor.

Sadece yaşadıkları dünyayı değil, kendi devrimci pratiklerini de sorgulayan bir kuşaktı Kırk Yedi’liler ve hatalarını da (halkla iletişim, mücadelenin biçim ve hızı gibi konularda) özeleştirileri kapamında ele alıyorlardı. Haydar’ın devrimci mücadelelerini “Toplu söylenmiş, söylenecek bir türkünün ilk dizelerinin hazırlığı” olarak nitelemesi bu kapsamda çok önemli kuşkusuz. “Kahramanlığa heves etmeyen, kahraman olmaktan sakınan” bu genç insanların devletin hoyratlığının kurbanı olması acı bir tat bırakıyor ağızda okurken ve romanın her ânında yer alan Emine’nin yaşadıkları, düşündükleri ve hissettikleri, Tezer Özlü’nün “Yaşamın Ucuna Yolculuk”taki “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi“ ifadesini doğruluyor ama başta işkence bölümleri olmak üzere aslında hayli karanlık bir resim çizen roman bir devrimci umuduna işaret etmekten de hiç geri durmuyor. Özgünlüğü ve titiz dilinin, yazarın halkın dilini iyi araştırmasının sonuçlarını yansıttığı romanda Haydar karakterinin -fazlası ile idealleştirilip, mükemmel bir devrimci olarak çizilmiş olsa da- varlığı ve diğer tüm devrimcilerin tavır ve düşünceleri, ve elbette Emine’nin sorgulamaları, eylemleri ve kararları da bu umudu destekliyor hep. Devrimci gençlerin birden fazlası için resmî dosyalardan alınmış gibi yazılan kısa biyografiler romanın gerçekçiliğini artırırken, bu vatansever gençlerin birer birer yok edildiği gerçeğine rağmen umudu unutmamamızı sağlamayı başarıyor yazar.

12 Eylül darbesinden sonraki geriye yönelik sorgulamalarda ve özellikle liberal çevrelerde dile getirilen, devrimci örgütler içindeki eril dil ve erkek egemen anlayış eleştirisinde bir haklılık payı vardı kuşkusuz. Füruzan’ın Emine karakteri bu sıkıntıyı aşmış görünen bir devrimci çerçeve içinde resmedilirken, gerek o gerek diğer kadınlar dikkat çeken bir eşitliği yakalamış görünüyorlar erkeklerle. Bu olguyu da Füruzan’ın, kendi siyasî duruşunun da uzantısı olarak, devrimci gençleri ve mücadelelerini bugün bir parça taraflı görünecek bir şekilde övüyor olması bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Sonuçta kadın ve erkek eşitliği hakkında gerçekle arasında az ya da çok bir mesafe olan bu resim o günün politik ortamında cesur bir tutumdu şüphesiz.

Geçmişi, cumhuriyet öncesini ret eden ama “batılışma”ya da yüzeysel yaklaşan ve özentiden ileriye geçemeyen bir kuşağın öfkeli çocuklarının iç burkan bu güçlü hikâyesi, üzerinden geçen 50 yıl sonra hem anlattığının önemi hem de edebî değeri ile okunmayı hak eden bir çalışma. 2024 Şubat’ta hayatını kaybeden Füruzan’ın edebiyat tarihimizdeki önemini hatırlamak ve onu anmak için, ve o dönemin -olumlu ve olumsuz anlamda- politize atmosferine bugün daha tarafsız bir gözle bakabilmeyi sağladığı için kesinlikle okunmalı.

Benim Sinemalarım – Füruzan / Gülsün Karamustafa (1990)

“Söylemiş miydim? Ben sinemayı çok severim. İçeri girersin; film başlar, her şey rüya gibi güzeldir. Öyle değil mi?”

Yoksul bir genç kızın sinemanın büyülü dünyasında kendisini kaybederek gerçek hayatından kaçmasının hikâyesi.

Füruzan’ın 1973 tarihli “Benim Sinemalarım” aslı öykü kitabına adını veren öyküden kendisinin senaryolaştırdığı ve yönetmenliğini Gülsün Karamustafa ile birlikte üstlendiği bir Türkiye yapımı. Her iki ismin de ilk ve son yönetmenlik çalışması olan film 1990’da Cannes’da Eleştirmenlerin Haftası bölümüne seçilmiş ve bir “ilk film” olarak Altın Kamera ödülüne de aday olmuştu. İki kadın sinemacının anlattığı ve kahramanı kadın olan bu film sinemamızın ciddi bir kriz içinde olduğu dönemde çekilmiş, “eli yüzü düzgün” olarak nitelendirilebilecek çalışmalardan biri. Bir yandan ticarî bir anlayıştan uzak duran ama öte yandan Hülya Avşar’ın fiziğini -hikâyenin içeriği ile uyumulu olsa da- bolca kullanmaktan kaçın(a)mayan film biri yazar diğeri ressam olan iki yönetmeninin sanatlarının katkılarının hissedildiği; senaryonun kaynak hikâyenin gerisinde kaldığı ve hikâyenin bir sinema süresine uzatılırken aksamasından kaynaklanan sorunlar taşıdığı ve sinema dilinin yeterince tutarlı ve olgun görünmediği bir çalışma. Çekim koşullarından kaynaklanan sıkıntıları da olan film yine de sinemamızın sinemanın büyüsünü gündeme getirdiği nadir örneklerden biri olarak, yoksulluğun ve çıkışsızlığın sonuçlarını dürüst bir şekilde dile getiren ve bir meseleyi dert edinen yaklaşımı ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma.

Aynı görüntü ile başlıyor ve sona eriyor film: “Gemici Sinbad” (Richard Wallace’ın yönettiği 1947 yapımı “Sinbad, the Sailor”) filminin yazlık sinemada gösterileceğini müjdeleyerek sokaklarda dolaşan ve filmin dev bir afişinin asılı olduğu bir kamyonet ve onun peşinde koşan çocuklar. Bu çocuklardan biri filmin kahramanı olan Nesibe, diğeri ise onun sinema sevgisini paylaşan arkadaşıdır. Sinemanın büyüsüne kapılan iki küçük kızla ilk tanışmamız için doğru bir film bu; çünkü sonuçta Sinbad da büyülü denizlerin kahramanıdır ve filmin başrollerindeki Douglas Fairbanks Jr. ve Maureen O’Hara sinema sanatının sevenlerine armağan ettiği büyülü dünyanın iki büyük yıldızıdır. Tarih belirtilmese de 1940’ların sonlarına ait olduğunu varsayabileceğimiz bu görüntülerden sonra filmin asıl hikâyesi 1950’li yıllarda geçiyor. Selim Atakan’ın nostaljiyi hatırlatan melodileri ve klasik Yeşilçam’ın sanat müziği tonlarına sahip olan müziği eşliğinde seyrettiğimiz hikâye evden kaçtığı anlaşılan ve 3 gündür ortada olmayan Nesibe’nin yaşadıklarını ve bu noktaya nasıl gelindiğini geriye dönüşlerle anlatıyor. Annesinin içinde yaşadıkları hayatın bir başka kurbanı olduğu hikâyede bu geriye dönüşler zaman zaman zarif ve dokunaklı bir hava taşıyor; ne var ki günümüz ile geçmiş arasındaki bu geçişler her zaman yeterince etkileyici olamıyor. Tek tek belli bir başarısı olan sahneler bir araya geldiğinde toplamları kadar güçlü bir etkiye ulaşamıyor ve geçişler de her zaman yeterince yumuşak değil. Bir başka ifade ile söylersek, sürekli değil kesik kesik bir anlatımı var filmin adeta.

Hemen tüm dış çekimlerde sokakların bomboş olması (kalabalık sokakların gerektirdiği bütçenin ortada olmaması nedeni ile herhalde) ve evlerin pencerelerinde bile bir insan yüzünün görünmemesi filme yadırgatıcı ve rahatsız edici bir ıssızlık havası veriyor. Dolayısı ile Nesibe ve erkek arkadaşı kalabalık bir pastaneden dışarı çıktığında karşılaştığımız boş sokaklar tuhaf bir duruma neden oluyor. En azından birkaç figüran neden kullanılmamış bilmiyorum ama bu sonuç hikâyenin gereksinim duyduğu atmosferin tam tersini yaratıyor sık sık ve genç kızın erişmeye çalıştığı renkli ve büyülü hayattan uzak tutuyor bizi. Hikâyenin bütünü içinde bir yere oturtulamayan sahneleri de var filmin: Örneğin büyük bir evin farklı odalarını paylaştıkları komşulardan biri olan sakallı adam ve çarşaflı karısı o tek sahnelerinde neden gösteriliyor bize? Amaç genç kadının yaşadığı hayat ile yaşamak istediği hayat arasındaki farkı vurgulamaksa, bu amaca hizmet etmiyor bu sahne ve daha çok ilgisiz bir “yobazlık” eleştirisi gibi duruyor. Çocuk oyuncuların performansı ve genel olarak dublaj çalışması da çok parlak değil filmin ve yeterli katkıyı sağlayamıyorlar filme.

“Kırmızı Değirmen” (John Huston’ın 1952 yapımı “Moulin Rouge”), “Kontun Aşkı”, “Lekeli Kızlar”, “Otel Emperyal” (Robert Florey’in 1939 yapımı “Hotel Imperial”, “Kamelyalı Kadın” (George Cukor’un 1936 yapımı “Camille”), ”Niagara” (Henry Hathaway – 1953), “Aşkım Kılıcımdır” (Milton Krims ve Vittorio Vassarotti’nin 1954 yapımı “Crossed Swords”) fimlerinin de aralarında yer aldığı dönemin popüler filmlerinin dev afişlerinin -ne yazık ki metruk olduğu gizlenemeyen- binalara asıldığı ve sinemaların tavanlarının zarif kabartmalarla süslü olduğu (İstanbul’un yok olan sinema mekanlarından biri olan Alkazar sinemasında geçen bir sahne de var filmde) dönemde geçiyor hikâye. 1950’li yıllar şehirlere göçün yavaş yavaş başladığı, Batı’nın kapitalizmi ile ilişkilerin arttığı ve sanayileşme ile işçi (ve yoksul) sınıfın büyümeye başladığı bir dönem. Hikâyedeki Nesibe karakterinin özellikle yaşlı erkeklerle beraber olurken bir anlamda kendisini yok ettiğini söylemek mümkün. Bu beraberlikler sırasındaki ve sonrasındaki kayıtsızlığı da olmak istediği ile olduğu arasındaki derin farkı çözememekten kaynaklanan bir “kendini cezalandırma” olarak görülebilir sanırım. Annenin geleneksel Türk kadını olarak -içindeki derin bir mutsuzlukla birlikte- kabullendiği hayattan kurtulma çabası sırasında saptığı ayrıksı ve tehlikeli bir yolun yolcusu olacaktır Nesibe. Senaryonun aksaklıklarına rağmen ve kaynak öykünün gücü sayesinde genç kadınının hikâyesini etkileyici ve ilginç kıldığını söyleyebiliriz ama sahip olduğu postansiyeli yeterince değerlendiremediği de açık filmin.

Nesibe’yi canlandıran Hülya Avşar’ın sade bir oyunculukla rolünün hakkını verdiği, komşuları olan kadına sinema sevgisini anlattığı ve Marilyn Monroe’nun “Niagara”daki bir sahnesini taklit ettiği bölümde olduğu gibi zaman zaman parladığı filmin onu hikâyenin içeriğine her zaman uygun bir biçimde kullanmayıp “leğen içindeki banyo” sahnesinin gereksiz uzatılmasının bir örneğinde olduğu gibi hikâyeye yakışmayan bir noktaya yerleştirdiğini de söylemek gerekiyor. Özellikle iç mekan tasarımlarının başarısı ve sonlardaki “sinema lobisindeki kırmızılı kadın” (bir Marilyn Monroe göndermesi bu ve muhtemelen Nesibe’nin akıbetinin de habercisi bu kadın) sahnesi ve benzeri başarılı bölümleri ile ilginç ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma bu. Önemli kusurları ve bir “tam olmamışlık” hali olsa da, görülmeli.