The Outfit – Graham Moore (2022)

“Mükemmelliği hedeflemezseniz, hiçbir şeyi iyi yapamazsınız. Ne var ki gerçek mükemmelliğe erişmek mümkün değildir”

1950’li yıllarda Chicago’da, özel diktiği kıyafetlerinin müşterileri genellikle gansgterler olan bir terzinin dükkânında geçen kanlı ve akıl oyunlarının çatıştığı bir gecenin hikâyesi.

Yönetmenlik kariyerinde öncesinde sadece 2008’de Ben Epstein ile birlikte çektiği “The Waiting Room” adlı kısa film olan ve “The Imitation Game” (Enigma) ile senaryo Oscar’ı kazanan Graham Moore’un ilk uzun metrajlı yönetmenlik çalışması. Senaryosunu Moore ile birlikte Johnathan McClain’in yazdığı, ABD ve Birleşik Krallık ortak yapımı olan film gerilimini ve çekiciliğini aksiyondan çok, senaryosundan alan türden bir suç öyküsü. Kendisini “Terzi değil, biçkiciyim ben” ifadesi ile tanımlayan Leonard karakterinde Mark Rylance’in çok sağlam, olgun ve yalın bir performans sunduğu filmin öyküsünün kurgusu ilk bir saatten sonra bir parça dağılıyor ve karışık hâle geliyor ama yine de ilginç bir suç filmi bu ve sinemanın son dönemdeki ilgiyi hak eden “akıl oyunları” hikâyelerinden biri olarak, görülmeyi hak ediyor.

1956’da Chicago’da yerlerin karla örtülü olduğu bir gecede geçiyor tüm hikâye; ara sıra kısa sürelerle geri dönüşler olsa da, tek bir gecede yaşanan kanlı bir öykü seyrettiğimiz. Zamandaki bu “kısıtlılık”, mekânda da kendisini gösteriyor ve kamera açılış ve finaldeki çok kısa süreler hariç, hep terzi dükkânında kalıyor hikâye boyunca. Londra’da aldığı terzilik eğitimi ile edindiği mesleğindeki ustalığını, yaşadığı (ya da yaşadığını iddia ettiği) büyük bir kişisel trajediden sonra Chicago’da sürdüren bir adam Leonard (Mark Rylance). Sekreteri ve asistanı olan bir genç kadınla birlikte çalıştığı iş yerinde diktiği özel kıyafetlerin ücretini rahatlıkla ödeyebilecek tek grup olan suç örgütlerinin üyeleridir asıl müşterileri. Hikâyenin başında gördüğümüz gibi, onlara verdiği tek hizmet terzilik de değildir. Dükkânındaki bir posta kutusu bölgeye hâkim olan örgütün kendi içindeki ve birlikte çalıştığı diğer örgütlerle olan haberleşmesi için de kullanılmaktadır. Leonard dükkânına bu amaçla girip çıkanları görmezden gelmektedir ve zanaatının gerektirdiği kumaş, makas, iğne, iplik ve mezura gibi araç gereçlere gömmektedir başını bu ziyaretler sırasında. Derken işler karışır ve herkesin posta kutusuna bırakılan bir ses kasedinin peşine düşmesi ile gerilim, yalan, oyun ve cinayet dolu bir hikâye başlar.

Leonard karakterinin işi (“Sanat değil, zanaat”) ve incelikleri üzerine konuştuğu anlatıcı sesi ile açılan ve bu sesin zaman zaman yine onun sadece mesleği (“Terzi değil, biçkici”) üzerine düşüncelerini dile getirdiği filmde adamın ustalığı üzerinde özenle duruyor kamera. Sonradan öğreneceklerimiz, sürprizler, gerçekmiş gibi söylenen yalanlar ya da yalanmış gibi söylenen gerçeklerin yanında, onun işini adeta kutsal bir görevmişçesine icra edişini ayrıntıları kaçırmadan sık sık gösteriyor bize Graham Moore. Bir suç öyküsü ile çelişir gibi görünen bu durum, aksine çok önemli bir işleve sahip: Tıpkı mesleğini sabırla, özenle, incelikle ve hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan yapması gibi, Leonard’ın bir başka ajandası daha olmasını ve tüm o sessizliği içinde bir akıl oyununu inşa etmesini daha da etkileyici kılıyor bu seçim. Diktiği takım elbiseleri için “Kimin için yaptığınızı anlamadan, ortaya iyi bir şey çıkarmak mümkün değil” düsturu ile hareket eden Leonard, planının tüm karakterlerine biçtiği rolleri de onların kim olduğuna, beklentilerine ve zayıf noktalarına göre belirleyecektir. Böylece terzilik / biçkicilik zanaatını, öykünün önemli bir unsuru yapıyor senaryo ve anlatıcı sesin söylediklerini de havalı / boş sözler olmanın ötesine taşıyarak, önemli bir işlev yüklüyor onlara.

Filmin orijinal adı olan “outfit” sözcüğü genellikle özel bir amaç için giyilen kıyafetler anlamına geldiği gibi, yine belli bir amaç için kurulan örgüt veya takımları tanımlamak için de kullanılıyor İngilizcede. Bu ismin seçimi de Graham Moore’un başarılarından biri; çünkü hem Leonard’ın gangsterlerin kıyafetlerini dikmesine hem suç örgütlerinin hemen tamamının bir arada toplandığı “The Outfit” adlı bir çatı örgütünün varlığına gönderme söz konusu bu isimle. Amerikan sinemasında “The Outfit” adını taşıyan iki film daha çekilmiş bugüne kadar ve bunların ikisi de (John Flynn’in 1973 ve J. Christian Ingvordsen’in 1993 tarihli filmleri) Moore’un yapıtı gibi, gangster hikâyeleri anlatırken, biri yine burada olduğu gibi FBI’da katmıştı hikâyesine. Meraklısı için, Flynn’in filminin türün ilginç ve önemli örneklerinden biri olduğunu da belirtelim.

Aralarında 2 Oscar’ın da bulunduğu pek çok ödülün sahibi olan Alexandre Desplat’ın, caz havası ile 1950’lerin Chicago’suna çok yakışan ve hikâyeye tıpkı Leonard’ın işini zarafetle yapması gibi bir şıklık katan müziklerinin dikkat çektiği filmin senaryosu kuşkusuz en önemli kozu. David Mamet’ın kendisini suç dünyasının içinde bulan ve bir oyunun kurbanı olan bir psikiyatristin hikâyesini anlattığı, 1987 tarihli “House of Games” (Oyun Evi) filminin senaryosu kadar çekici bir kurgusu var Moore ve Johnathan McClain’in çalışmasının. Seyirciyi aptal yerine koymayan sürprizleri; tek mekân, kısıtlı bir süre ve az sayıdaki karakterin yarattığı yoğunluk duygusunun gücü ve yalanlarla gerçeklerin, dayanışma ile manipülasyonun birbirine karıştığı zekâ düzeyi ile senaryo her türlü takdiri hak ediyor. Ne var ki anlaşılan bu zekâ oyununda durması gerektiği noktayı kaçırmış görünüyor Moore ve McClain ikilisi. İnandırıcılık fazla zedelenmiyor ama üst üste çıkan sürprizler, oyunlar vs. bir süre sonra yoruyor ve öykünün dağılmasına yol açıyor. Bu önemli kusuru bir kenara bırakırsak, senaryonun tıpkı hikâyenin kahramanının işindeki titizliği, özeni ve kalitesi gibi bir işçiliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Türe taze bir soluk kazandırdığını söyleyebileceğimiz filmin artılarından biri de Mark Rylance’ın performansı; oyuncu, karakterinin zekâsını, sabrını, “ince işçiliğini” onu filmin en çekici unsurlarından biri yapan bir güçle canlandırıyor. Oyuncunun bu başarısında sadelik içeren vücut dili kullanımı da çok önemli bir rol oynamış görünüyor. Set ve kostüm tasarımları, Dick Pope’un mekânı gerektiğinde olduğundan daha kısıtlı, gerektiğinde ise aksiyonu da barındırabilecek bir genişlikte göstermeyi başaran kamera çalışması, tıpkı baş karakterininki gibi “İngiliz havası” ve Hitchcock’tan Agatha Christie’ye uzanan farklı havaların esintilerine sahip olan film; Graham Moore’un kendinden emin, rahat ve, oyuncuların ve öykünün doğru tempoları yakalamalarını sağlayan yönetmenlik çalışması ile ilgiyi hak eden bir yapıt kesinlikle. Leonard karakterine atıfta bulunarak söylersek; bir filmin sadece bir sanat eseri değil, bir zanaat örneği olmayı seçtiğinde de başarıya ulaşabileceğini gösteren bu yapıt görülmeyi hak eden bir çalışma.