Lo Imposible – J.A. Bayona (2012)

“26 Aralık 2004’te tarihteki en ölümcül tsunami Asya’nın Güneydoğu kıyılarını vurdu. Dünyanın her yerindeki sayısız ailenin yaşamı sonsuza kadar değişti. Bu, o ailelerden birinin gerçek hikâyesidir”

2004 yılıında Hint Okyanusu’nda meydana gelen 9,1 şiddetindeki depremden sonra oluşan tsunamiye yakalanan ailelerden birinin hayatta kalma hikâyesi.

Senaryosunu Sergio G. Sánchez’in yazdığı, yönetmenliğini J.A. Bayona’nın yaptığı bir İspanya, ABD ve Tayland ortak yapımı. Yaklaşık 228 bin kişinin hayatını kaybetmesine ve en çok ölümün 131 bin kişi ile Endonezya’da gerçekleşmesine neden olan tsunamiye 21. Yüzyıldaki en büyük ve tarihte kaydedilen en büyük 3. deprem yol açmıştı. Bu büyük faciayı ve sonrasını Tayland’da tatil yapan bir İspanyol aile (filmde aile Britanyalı olmuş) üzerinden anlatan eser bir felaket filminin olmazsa olmazı olan görkemli sahneleri ile göz dolduran, set tasarımları ile hayli başarılı ve başta anneyi oynayan Naomi Watts ve ailenin büyük oğlunu canlandıran Tom Holland olmak üzere oyuncularının başarılı performanslar sunduğu bir çalışma ama nihayetinde geniş kitleler için çekilmiş ve o büyük felaketin içinde bile bir “kendini iyi hisset” havası yakalamanın peşine de düşmüş bir yapıt. Hikâyenin gerçekliğine rağmen özellikle kavuşma sahnesi ile pek de o hissi vermeyen film ticarî sinemanın pek de önemsemeden göz atılabilecek örneklerinden biri.

Hikâyesi anlatılan ailedeki anne María Belón çekimler boyunca sette bulunmuş ve danışmanlık görevini üstlenmiş. Belón hikâyede gerçekte olup bitenden en büyük sapmanın çocukların oynadığı topun rengi olduğunu iddia ederken, açılış jeneriğinde de yapımcılar iki kez anlatılanın gerçek olduğunu belirtme ihtiyacı duymuşlar. Gerçekten de çok büyük bir felaket 2004’te yaşanan ve ölen onca insanın yanında gerçekten de birer “mucize” yaşayarak hayatta kalanlar da oldu; ne var ki başta final sahnesi olmak üzere, bu ısrarla vurgulanan “gerçek”liğin en azından sinema boyutu açısından sorunlu bir içeriği var. Tüm o karakterlerin göz yaşırtan bir sahne için o kaosun ortasında aynı anda aynı yerde bulunmaları filmin adının da itiraf ettiği gibi “imkânsız” ve bu da filmin -bir ticarî bakışın ürünü olduğu için aslında pek de yadırgamamız gereken- niyetini ortaya koyuyor. Anlatılan hikâyede olduğu gibi bir doktor olan María Belón’un, ailesi ile birlikte atlattığı büyük felaketten sonra bir “motivational speaker” (motivasyon konuşmacısı) olması da filme tereddütle yaklaşılmasını gerektiren bir diğer faktör kuşkusuz.

Bir İspanya yapımının gerçek hayatta bir İspanyol ailenin başından geçenleri anlatırken aileyi Britanyalı yapması ve filmin hemen tümünün İngilizce olması uluslararası seyircinin hedeflendiğini gösteren ve işte sonuçta ısrarla altı çizilen gerçekliği zedeleyen bir unsur. Hikâyedeki çocukların adları gerçektekiler ile aynı tutulurken, anne ve babanın isimlerin “İngilizceleştirilmesi”nin bir başka örneği olduğu bu tutum bol aksiyonlu, görkemli ve göz yaşartıcı bir hikâye peşinde olanları rahatsız etmeyecektir elbette ama bir film gerçekliğini ısrarla vurguluyorsa, gerçeklikten her saptığında eleştirilmeye de açık olacaktır doğal olarak.

3 erkek çocuğu olan bir çift Maria ve Henry. Adam Japonya’da çalışmaktadır, kadın ise üç çocuğu ile ilgilenebilmek için doktorluğa ara vermiştir. Noel tatili için Tayland’da deniz kenarındaki harika bir otele gelmişlerdir. Hikâye onların “mükemmel bir aile” olarak “mükemmel bir tatil” yapmakta olduklarını gösteriyor kısa bir süre ve ardından korkunç tsunamiyi getiriyor karşımıza. Kesin bir ikna ediciliği olan, hayli etkileyici anlatılmış bu tsunami sahnesi filmin en önemli kozu. Tsunaminin yarattığı su baskını neredeyse bir belgesel seyrediyormuşsunuz havasını veren bir gerçekçilikle oluşturulmuş ve filmi açıkçası seyre değer kılan da en önemli unsur. Bu dehşet ânının hikâyenin hemen başında yer almasını kimileri eleştirmiş ama film onca başarı ile çekilen bu sahnelere rağmen asıl olarak bir “hayatta kalma” ve “birbirine kavuşma” hikâyesi anlatmayı tercih etmiş ve bunu yaparken de duygulandırmayı ve sonuçta da seyircisini mutlu etmeyi hedeflemiş. Ortaya çıkan sonuç da, bu hedef açısından değerlendirildiğinde, bir başarıyı gösteriyor.

Beş kişilik ailenin tümü -en küçük çocuk dahil olmak üzere- bir kahramanlık hikâyesinin parçası oluyorlar ve aile olarak tekrar bir araya gelebilmek için insanüstü bir gayret gösteriyorlar. Bir mücadele, sevgi ve dayanışma hikâyesi bu ve film boyunca sadece tek bir karakteri (bir Batılı turisti) tüm bu olumlu atmosferin dışına düşen bir bencillikle davranırken görüyoruz. Bu açıdan filmin bir Avrupa filminden çok, bir Hollywood yapımına çok daha yakın olduğunu görüyoruz. Dökülen yaşlar, tutulan eller, ayrılan eller, atılan çığlıklar, omuza konulan başlar, bol bol sarılmalar vs. hemen hiç eksilmiyor görüntüden. Bu tür filmlerden hep beklenmesi gerektiği gibi, anlatılan yine “beyazlar”ın hikâyesi oluyor ve yerli insanlar hikâyeye sadece zorunlu olan durumlarda giren ve işleri biter bitmez çıkan yan karakterler olarak geliyor karşımıza. Ağır yaralanan bir beyaz kadına yardım eden onlarca yerliyi gördüğümüz sahne örneğin; evet, yerlilerin gerçekten de sergiledikleri büyük bir fedakârlığı göstermeyi amaçlıyor belki asıl olarak ama bu sahnenin nerede ise “bir beyaz tanrıçayı taşıyan” yerliler havasını taşıdığını da kabul etmek gerekiyor. Ölen yaklaşık 228 bin kişiden sadece çoğu Avrupalı olan 9 bininin yabancı turist olduğunu hatırlamakta da yarar var.

Bir sigorta şirketinin finale yakın bir sahnede, kör kör parmağım gözüne deyimini hatırlatacak ve hayli kaba bir biçimde gözümüze sokulmasının çok rahatsız edici olduğu film bunun üzerinden bir şeyi daha hatırlatıyor hiç istemeden: Bu dünya ayrıcalıklı zenginlerin dünyası ve kimileri basit bir tıbbî müdahaleye bile erişemediği için ölürken, kimileri de yüksek sigorta primlerini ödeyebilmeleri sayesinde özel jetlerle uçuruluyorlar pahalı tedavilerini görecekleri yerlere. Sonra da buna hiç değinmeden, dünyayı dolaşıp motivasyon konuşmaları yapanların dünyası burası ne de olsa.

(“The Impossible” – “Kıyamet Günü”)