“Müziğinize siyaseti karıştırmamanız lazım. Etraf sıradan gruplarla dolu, biliyorum; ama sizin fazla politik olmamanız lazım. Hayat politik, evet. Benim hoşuma gitmiyor ama. Politika müzikle de iç içe olunca asabımı bozuyor”
Cinsel hayatla ilgili ürünler satan bir dükkanda çalışan genç bir adamın, yaşama bakışları ve politik tutumları kendisininki ile tamamen farklı olan The Clash grubuna “roadie” olarak katılmasının hikâyesi.
Senaryosunu David Mingay, Jack Hazan ve Ray Gange’ın yazdığı, yönetmenliğini Mingay ve Hazan’ın yaptığı bir Birleşik Krallık filmi. Müzik tarihinin en politik gruplarından biri olan The Clash’ın üyelerinin, sonuçtan hiç memnun kalmadıkları için ilişkilerini tamamen kestikleri film, bir yandan kendi adı ile oynayan “roadie” Ray’i ve grupla geçirdiği zamanları anlatırken, bu anlatımı The Clash’ın hayli çekici konser görüntülerini de içeren hikâyeleri ve dönemin İngilteresi’nin görünümü ile zenginleştiriyor. Kurgu ile belgeselin iç içe geçtiği film 1960’larda Jamaika’da başlayan, 1970’lerde İngiltere’de de görünen “Rude Boy” kültürü üzerine kurulu olan sahicilik duygusu ile de kendini ilgi ile izletiyor ama başta The Clash’ın itirazının nedeni olmak üzere politik açıdan biraz dağınık ve kafası karışık da görünüyor. Berlin’de Altın Ayı için yarışan ve zamanla kült statüsüne erişen ilginç bir yapıt.
“Rude Boy” ifadesi 1960’larda Jamaika’da doğan bir sokak kültürü ve yine Jamaika kökenli ska türü müziğin fanları için kullanılmış. Bu ülkeden gelen göçmenlerle 1970’lerin ikinci yarısında İngiltere’de de kendisini gösteren bu kültürün müzikteki karşılıklarından biri, filmde de canlı konser kaydını izleme şansı bulduğumuz The Clash şarkısı “Rudie Can’t Fail” olmuştu. Başarılı grup bu şarkıda Rude Boy kültürünün kökeni olan Jamaika’da 1960’larda ebeveynlerinin kültürüne ve değerlerine karşı çıkan gençleri anlatmıştı ve 1979’da çıkardıkları ve müzik tarihin en başarılı albümlerinden biri olan “London Calling”de yer vermişti. “Roadie” sözcüğü ise bir müzik grubunun turnesine eşlik eden ve sahnedeki müzk ekipmanlarını kuran ve söken kimselere verilen bir isim.
Filmde kendi adı ile oynayan Ray Gange hikâyenin Rude Boy’u; gerçek hayatında bir sex-shop’ta değil, bir plakçıda çalışan (çekimler başlayınca plakçıdaki işinden ayrılması sonucu parasız kalınca, kısa bir süre bir sex-shop’ta çalışmış ama) ama tıpkı filmdeki gibi The Clash grubu ile arkadaş olan Gange, yönetmen David Mingay’ın daveti ile katılmış filme ve hiç tecrübesinin olmadığı “roadie” hayatını tanımak için ilk İngiliz punk gruplarından biri olan Subway Sect’in turnesine katılmış iki hafta boyunca. Gange’ın filmdeki performansındaki “rahatlık” ve “profesyonellikten uzaklık”, konser sahneleri dışındaki anlar ve onun tüm sahneleri kurgu olsa da filme ilginç bir belgesel havası katıyor. Sahnelerinin bir kısmında doğaçlama oynamış Grange ve örneğin The Clash grubunun solisti ve gitaristi Joe Strummer ile müzisyenin lavaboda İtalyan sol militan grup Kızıl Tugaylar’ın sembolünü taşıyan tişörtünü yıkadığı sahnedeki konuşması tamamen doğaçlama ve benzerleri gibi, filmi değerli kılan anlardan biri. Bu sahne müzik tarihinin en politik ve bu kimliğini hep koruyan gruplarından biri olan The Clash’a da uygun bir an olarak ayrıca parlıyor film içinde. Joe Strummer konserlerde sık sık iki silahlı sol örgütün (İtalya’dan Kızıl Tugaylar ve Batı Almanya’dan Baader Meinhof olarak da bilinen Kızıl Ordu Fraksiyonu) tişörtlerini giymesi ile bilinen ve kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir müzisyendi. Senaryo onların tüm şarkılarında kendisini gösteren solculuklarının karşısına, Ray karakterinin sağa yakınlığını koyuyor, bu tuhaflıktan gerektiği kadar yararlan(a)mıyorsa da. Şöyle diyor bir sahnede Ray: “Sosyalist Birlik Partisi üzerine okuyunca kapitalist olduğuma daha çok ikna oldum. Zengin olmak istiyorum ben”. Ray’in yaşadığı ve pek de iyi bir görünümü olmayan dev apartmanın merdivenleri boyunca yazılı olan “Defolun siyahlar” gibi ırkçı sloganlar ve sokaklardaki aşırı sağ Milli Cephe Partisi afişleri hikâyenin geçtiği dönem hakkında bir fikir de veriyor. Meraklısı için şu bilgiyi de verelim: Filmin çekildiği dönem bir ara seçim zamanına denk geliyor. Seçimi ne The Clash’ın yakın durduğu sosyalistler ne de milliyetçiler kazanır; kazanan ölen milletvekilinin de üyesi olduğu İşçi Partisi olur.
David Mingay ve Jack Hazan’ın senaryosunun aksadığı nokta The Clash ve bir roadie’nin günlerini bazen gerçek görüntüleri de kullanarak bir belgesel olarak anlatırken, karşımıza getirdiği görüntülerden -en azından “politik” tutum açısından- bütüncül bir resim çıkarmaya engel olan dağınıklığı. Örneğin açılışta Ray’in penceresinden izlediği ve herhalde kraliyet ailesinin araçlarından oluşan konvoyun görüntüsünü bir yere oturtmak zor. The Clash’ı filmi eleştirmeye iten bir unsur da aynı kapsamda değerlendirilebilir. Siyahlardan oluşan bir yankesici grubunu çalışırken ve daha sonra da yakalanırken görüyoruz farklı sahnelerde. Strummer siyahların filmde sadece bu sahnede öne çıkarılmalarına ve onda da olumsuz bir resmin parçası olarak gösterilmelerine çok tepki göstermiş; oysa bu sahneler filmin “hikâye”si içinde tatmin edici bir yerlere oturtulabilseydi, Strummer’ın bir parça abartılı olduğunu da kabul etmemiz gereken tepkisi oluşmayacaktı.
Birleşik Krallık tarihinin en sağcı ve emekçi düşmanı lideri Margaret Thatcher’ın iktidarının hemen öncesinde geçiyor hikâye. Finalde onu başbakanlık konutu önünde gösteren gerçek görüntüler ise belgesel ile kurgunun karışımının sadece biçimsel olarak değil, filmin meselesi düşünüldüğünde, içerik olarak da doğru ve güçlü bir söylem yaratttığını kanıtlıyor. Müziğin tek başına dünyayı değiştirmeye yetmeyeceğini ama dünyayı değiştirmeye soyunmaya cesaret eden bir halka güç vereceği gerçeğini aklımızda tutarsak, senaryonun karamsarlığı seçmediğini, bir hatırlatmada bulunduğunu söyleyebiliriz. Mingay ve Hazan’ın filminin kuşkusuz en çekici yanı konser bölümleri ama bunun dışındaki gerçek görüntüler de hamlıkları ve doğrudanlıkları ile önemli bir cazibe kaynağı oluyorlar. Sol gruplarla faşistlerin karşılıklı düzenlediği protesto gösterileri ve aralarında tampon bölge oluşturan polisler, The Clash konserine gelen gençler, polisle taşlı sopalı çatışan gruplar vs. o kadar el değmemiş bir hamlığa sahipler ki filme etkileyici bir sahicilik tadı katıyorlar. Bu sahnelerin sadece kendileri değil bu duyguyu yaratan, onları kullanım şekli de katkıda bulunuyor güçlü bir havanın yaratılmasına. Örneğin polisle çatışan grupların görüntüsü, The Clash’ın bir konserine bağlanıyor ve onları çılgınca dans eden ve zıplayan gençlerin karşısında “Police and Thieves” şarkısını seslendirirken görüyoruz: “Polis ve hırsızlar sokaklarda / Korkutuyorlar milleti / Silahları ve cephaneleriyle”. Bu sahnede ince bir gönderme de var müzik meraklılarının ilgisini çekebilecek: sokaklardaki çeteleri ve polis şiddetini anlatan şarkının orijinali Jamaikalı reggae şarkıcısı Junior Murvin tarafından 1976’da kaydedilmiş. The Clash kendi adlarını taşıyan ve 1977’de yayımlanan ilk albümlerinde şarkıyı kendilerine has bir punk yorumu ile kaydetmişler ve işte onların bu yorumundan çok etkilenen Jamaikalı Bob Marley yine 1977’de, en bilinen şarkılarından biri olan “Punky Reggae Party”i yazmış. Filmde The Clash “Police and Thieves”i seslendirirken, seyircilerin arasında duran Ray’in üzerinde bir Bob Marley tişörtü var!
Ve konser bölümleri! Her bir saniyesi bu bölümlerin filmi görmeye yeterli bir neden tek başına. Grubun ve özellikle Joe Strummer’ın müthiş performansı, müthiş punk şarkıları ve konserdeki gençlerin çılgınca ve tüm bedenlerini kullanarak onlara eşlik etmesi o kadar el değmemiş bir “olduğu gibi” havasına sahip ki kendinizi tam da o ânın içinde buluyorsunuz; böyle hissetmekten öte, gerçekten oradasınız adeta. Yönetmenlerden biri olan Jack Hazan’ın görüntü yönetmeni olarak bu sahnelerdeki kamera tercihleri çok güçlü; öyle ki kamera sanki grubun beşinci üyesi oluyor ve biz de onun aracılığı ile kendimizi The Clash’ın parçası gibi hissediyoruz. Punk’ın güçlü ve sesini çıkartmaktan çekinmeyen bir müzik türü olduğuna ve bu bağlamda politik bir söyleme çok yakıştığına, The Clash’in benzersizliğine ve insanların toplu coşkusunun büyüleyici gücüne bizi ikna ediyor bu sahneler. Strummer’ı stüdyoda kayıt yaparken dinlediğimiz ama sadece onun sesini duyduğumuz sahnede müziğin konser anlarındaki gücünden uzak kalışı ise punk’ın canlı ve dinleyicisi/seyircisi ile birlikte yaratıldığında asıl kimliğine kavuştuğunu gösteriyor olsa gerek.
Filmin 2003’te çıkarılan DVD’sine “Just Play The Clash” seçeneği (Sadece Clash’in konser sahnelerini seyretme seçeneği) eklenmiş; bunun da iki temel nedeni olsa gerek: Grubun hayranlarına kolaylık sağlamak ve filmin çekiciliğinin asıl olarak The Clash’ın performansından geldiğinin düşünülmesi. Evet, pek de yanlış değil bu nedenler ama 1970 sonlarındaki İngiltere’den karşımıza çıkardığı görüntüler, başta politik ortam olmak üzere dönemin havasını hissettirmesi ve öncelikle bizim de grubun “roadie”si gibi hissetmemizi sağlayacak konser-dışı sahneleri olmak üzere farklı çekici yönleri de var yapıtın. Başta politik alanda olmak üzere çok daha derin ve dolu bir içeriği gerektirse de ve bu alandaki düzeyi kesinlikle The Clash’ın hak ettiği olmasa da, ilginç ve müzik dolu bir punk film.