Théo et Hugo Dans Le Même Bateau – Olivier Ducastel / Jacques Martineau (2016)

“Dünyada şimdi biraz daha fazla aşk var”

Bir eşcinsel seks kulübünde ilk kez karşılaşan iki adamın, bir Paris gecesi boyunca ilerleyen ilişkilerinin ve kulüpteki tutkulu ve tedbirsiz birlikteliklerinin yarattığı risk ile yüzleşmelerinin hikâyesi.

Olivier Ducastel ve Jacques Martineau’nun birlikte yazdıkları ve yönettikleri bir Fransa yapımı. Açılıştaki yaklaşık 18 dakika süren ve oldukça sert bir gerçekçiliği olan kulüp sahnesi ile başlayan ve cinsel içeriğini erotizm sözcüğünün yetersiz kalacağı bir şekilde seyircinin karşısına çıkaran filmin tüm hikâyesi sabaha karşı 04.27’de başlıyor ve tüm olan biten gerçek zamanlı anlatılarak, aynı gün 05.59’da sona eriyor. Erotik bir romantizm olarak tanımlanabilir filmin türü ama baştaki seks sahnelerini ortalama bir seyircinin ne kadar kaldırabileceği tartışmaya hayli açık olan yapıtın, bu sahne ve AIDS teması bir yana bırakılarak da düşünülmesinde ve değerlendirilmesinde yarar var açıkçası. Böyle bir yaklaşım ise filmin hem lehine hem aleyhine sonuç verebilir ama sonuçta tüm sertliğine rağmen, romantizmin zarif yumuşaklığını ilk 20 dakikasından sonrasında her karesi ile hissettiren film, bir aşkın doğuşunu tüm sıcaklığı ile anlatabilmesi ile ayrıca önem taşıyor.

Ducastel‘in 1989’da tek başına yönettiği kısa filmi (“Le Goût de Plaire“) bir yana bıraklırsa, o ve Jacques Martineau 1998’den başlayarak tüm filmlerinin yönetmenlik sorumluluğunu birlikte almışlar. 1995’te tanışan ve o tarihten sonra hem profesyonel hem özel yaşamlarını paylaşan ikilinin bu yapıtı, başrol oyuncuları Geoffrey Couët (Théo) and François Nambot’nun (Hugo) fiziksel ve ruhsal olarak müthiş bir uyum içinde olması ile dikkat çekiyor öncelikle. Bir seks kulübünde bir “orgy”nin parçası olarak tanışan iki adamın tutkulu/sert bir seksle başlayan ilişkilerinin bir Paris gecesindeki bir buçuk saat içinde sıcak bir aşka dönüşmesinin hiçbir gerçekçilik problemi yaratmamasında bu iki oyuncunun performanslarının önemli payı var. Bedenlerini bir ananakım filmde, seksin zirve anlarında bile çekincesiz bir şekilde sergileyebilmek oldukça cüretkâr ve -Fransız sineması için bile- kuşkusuz zor bir iş ve bunu başarırken iki oyuncu, hikâyenin bir cinsellik sömürüsünden, ihtimalinden genel olarak uzak durabilmesinin de önemli birer aracı olmuşlar. Burada iki yönetmenin, seyrettiğimizi, kendi cinsel yönelimlerinin de katkısı ile olsa gerek, oldukça içeriden bir dil ile anlatabilmelerinin ve samimiyetlerinden hiç kuşku uyandırmamalarının asıl etmen olduğu açık kuşkusuz. Ne var ki tüm bu başarı, açılış sahnesinin gerekliliğini sorgulamaya da tamamen engel olamıyor.

Elbette yönetmenler o net ve sert cinsellik anları ile dolu açılış sahnesini çok daha “edepli” bir biçimde çekebilirlerdi ve bunu yaparken de erotik bir merak ve tutku dolu sevişmelerinin ablamını ve hikâyenin sonrasında yaşananlar ile ilişkisini yine de aktarabilirlerdi seyirciye. Eşcinsel ya da heteroseksüel ayrımı yapmadan, şunu sorgulamak gerekiyor: Erotizm ile porno arasındaki o gri alana sık sık girmeye gerçekten ihtiyaç var mıydı? Açıkçası tüm doğrudanlığına rağmen, o anlarda bile estetik ve zarif görünümünü yitirmiyor film ama neden o derece uzun bir süre onlarca kişinin bir şekilde parçası olduğu cinsellik görüntülerine “maruz kaldığımızı” anlamak zor. Normalde ilişkilerin tersi yönde gelişmesine bir alternatif süreç anlatıyor burada hikâye bize ama yine de bu ilişkinin başlangıcına bu denli tanık olmamız gerekmezdi diye düşünüyorum.

1980’lerin ikinci yarısında “synth-pop” akımının en önemli grupları arasındaydı The Communards. Her ikisi de eşcinsel olan Jimmy Sommerville ve Richard Coles’dan oluşan grubun 1988 tarihli “Red” albümlerindeki şarkılardan biri olan “There’s More to Love Than Boy Meets Girl” aşkın sadece “oğlan kıza rastlar” hikâyelerinden ibaret olmadığını ve işte bu filmde olduğu gibi “oğlan oğlana rastlar”ın da bir aşk öyküsünün başlangıcını anlatabileceğini dile getirir. “For love is strange and uncontrolled, it can happen to anyone” (Çünkü aşk tuhaf ve kontrol dışıdır, herkesin başına gelebilir) der şarkıda ikili; Ducastel ve Martineau’nun hikâyesi de bir orgy’nin ortasında başlatıyor aşkı ve o sırada asıl partner olarak başkaları ile birlikte olan iki erkeği bu aşkın tarafları yapıyor. Oldukça vahşi bir başlangıç şekli bu şüphesiz ama bir gecelik olarak başlayan ve belki de böyle kalacak bir “ilişki” taraflardan birinin AIDS virüsü taşıdığını açıklaması, diğerinin ise prezarvatif kullanmadığını söylemesi ile zorunlu bir hâl alıyor. Bu kader ortaklığı ve sorumluluk duygusu onları bağlayacaktır birbirlerine ama sonuçta aşkın ortaya çıkmak için en ufak bir bahaneyi bile kullanabilme becerisinin de sonucu olarak, zorunluluk gönüllülüğe dönüşecektir. İlişkinin adının konduğu final sahnesi ise tüm gerçekçiliği ile öyküye çok çekici bir kapanış sağlarken, aşkın güzelliğinin her koşulda var olabileceğini de söylüyor.

İlk uzun metrajlı çalışmasında görüntü yönetmeni Manuel Marmier oldukça başarılı bir iş çıkarmış ve romantizmi zorlama estetiklere başvurmadan, geceyi ise özellikle tekinsizliğine vurguda bulunmadan hoş bir şekilde görselleştirmiş. Yönetmenlerin Marmier ile birlikte oluşturduğu yalın görsellik küçük oyunlarla daha da çekici kılınmış. Örneğin o “ünlü” açılış sahnesindeki orgy’nin ortasında bile bir kişisel samimiyetin yakalanabileceğini gösteren hoş bir kamera çalışması var filmde: Robert Wise ve Jerome Robbins’in 1961 tarihli “West Side Story” (Batı Yakasının Hikâyesi) filmini seyredenler hatırlayacaklardır; iki rakip çetenin danslar aracılığı ile kapıştığı sahnede, dans eden onlarca karakterin içinden ikisini, -Maria (Natalie Wood) ve Tony (Richard Beymer)- kamera tüm o kalabalıktan soyutlar birdenbire ve bunu diğerlerinin netliğini aşırı derecede düşürerek yapar. Burada da Ducastel ve Martineau, Théo ve Hugo’yu o toplu seks eyleminin ortasında birdenbire diğerlerinden soyutluyor ve en uygunsuz ortamda bir kişisel öykünün başlamak üzere olduğunu müjdeliyorlar adeta. Cinsel birleşmenin kahramanlarımız tarafından “Aşkın saf bir yaratısıydı” ifadesi ile tanımlanması, bu görsel çalışma sayesinde hiç de zorlama görünmüyor.

İlk 18 dakikasında bardaki anlarına mavi, kelimenin iki anlamı ile de yeraltındaki anlarına ise kırmızının egemen olduğu filmde bir bakıma neonun yapaylığı araç olurken anlatıma; kamera kulüpten dışarı çıktığından itibaren, sepya tonları olan ve Paris’in klasik romantizmine göndermede bulunan ama modernliğinden de ödün vermeyen bir doğallık hâkim oluyor öyküye. İşte bu öykünü eleştiriye açık bir yanı ise, belki yönetmenlerin kişisel hayatlarının da uzantısı olarak zaman zaman (özellikle orta bölümlerinde) bir eğitim filmini çağrıştırması. Seks yaparken korunmanın öneminin altını çizmek için hazırlanmış bir belgesele yakışacak anları var filmin; bu elbette yanlış değil ama hikâyenin kurgusunu bir parça da olsa zayıflatıyor bu tercih. Hastalıkla ilgili bu anların yerine, “Seni hem öpmek hem de suratına bir tane çakmak istiyorum” benzeri diyaloglar ya da “Arzu ne kadar aptalca bir şey; ama seni bu kadar arzulamak çok güzel” türünden itiraflar hastalık (ya da ihtimali) ve önlemler konusunda çok daha fazla ve doğru şey söylüyor.

“Ya sonra” sorusunun olası cevaplarının güzelliği ya da aslında aşkta bu sorunun gereksizliği konusunda da sıcak bir son (açık uçlu bir son aslında) sunan filmin Karelle & Kuntur imzalı elektronik tınılı müzikleri hikâyeyi modernleştirirken romantizmden erotizme uzanan havaları ile hikâyeye yakışmış görünüyorlar. Onların müzikleri dışında, bir Suriyelinin çalıştığı Antalya Kebapçısı’ndaki sahnede çalan şarkının Hossam Ramzy, Jeevan Anandasivam ve Martin Smith imzalı “Sür Keyfini Sür” ve öykünün kahramanlarının kulüpteki sekslerinden sonra dinlediğimizin ise Asaf Avidan’ın “The Jail That Sets You Free” olduğunu da ekleyelim meraklıları için.

Hikâyenin önemli bir kısmında sadece iki genç adamı görüyor olsak da, ilişkilerinin gelişimini/geleceğini belirleyen ama bu özellikleri kolayca gözden kaçabilecek iki ayrı sahne var: Bunların ilki metroda geçiyor; günün ilk seferini yapan trende bir yaşlı kadının yanına oturuyor kahramanlarımız ve hemen hep kadının konuştuğu ve yaşlılıktan, eski aşklarından ve çalışmak zorunluluğundan söz ettiği bir sohbet geçiyor aralarında. Bir diğerinde ise iki adam sabah açlığını yatıştırmak (şehvetli seksten sonraki açlıklarını bastırmak)için girdikleri kebapçıda Suriyeli bir çalışanla konuşuyorlar; yine karşılarındakinin daha çok konuştuğu ve Suriye’deki baskıcı ortamdan ve Fransa’da yaşadıkları için Théo ve Hugo’nun şanslı olduklarını ima ettiği bir sohbet oluyor bu. İlk bakışta, hikâye ile ilgisi yok gibi görünen karakterler ve konuşmalar bunlar ama aslında yavaş yavaş oluşan ve güçlenen aşkın çok önemli birer işareti işlevi görüyorlar. İki adamın artık bir “çift” olarak muhatap alındıklarını ve onların bir “çift” olarak hareket edebilme becerisi ve arzusunu gösterdiklerini gösteriyor bu sahneler ve bu bağlamda hikâyenin sade gücüne önemli katkı sağlıyorlar.

Seksin (özellikle de açılıştaki türden bir seksin) kişiselliksizliğinden aşkın kişiselliğine giden yolu bulan iki adamın bu hikâyesi aşkın, dayanışmanın, ilk heyecanın ve paylaşmanın güzelliğini hatırlamak için görülmesi gereken erotik, hayli erotik bir yapıt özetlemek gerekirse.

(“Paris 05:59: Théo & Hugo” – “Paris 5:59”)