“Efendim, bana “Tanrı’ya yoksulluk, iffet ve bağlılık yemini ediyor musunuz” diye sordunuz. Sizi duydum, cevabım: “Hayır”. Hanımlar, beyler ve özellikle siz anne ve babam, sizler şahidimsiniz. Burada zorla tutuluyorum. Bana yapılan zulme herkesin önünde karşı çıkmak için anne babamın arzusuna razı gelmiş gibi yaptım. İlahi bir çağrı almadım. Aileme boyun eğmek istemiyorum. Sevgili ailem, rahibe dışında benden istediğinizi yapın. Rahibe olmak istemiyorum! Hayır!”
İsteği dışında rahibe olmaya zorlanan genç bir kızın ve maruz kaldığı dinsel ve toplumsal baskıların hikâyesi.
Aydınlanma Çağı’nın önemli isimlerinden Fransız filozof ve yazar Denis Diderot’nun aynı adlı romanından uyarlanan bir Fransız yapımı. Senaryosunu Jean Gruault ve Jacques Rivette’in yazdığı ve yönetmenliğini de Rivette’in üstlendiği film tıpkı kaynak olarak aldığı roman gibi kilisenin ve iktidarın tepkileri ile karşı karşıya kalmış ve sansür kurulundan onay almasına rağmen hükümet tarafından gösterime girmesi engellenmiş bir yıldan uzun bir süre boyunca. Yazıldıktan on altı yıl ve Diderot’nun ölümünden iki yıl sonra basılabilen romandan uyarlanan film ailesi tarafından manastıra kapanıp rahibe olmaya zorlanan ve sadece dinin -insan doğasına aykırı- kuralları ile değil, kilise kurumunun ve özellikle de manastır hayatının dayattıkları ile de boğuşmak zorunda kalan ve on sekizinci yüzyılda kadınların toplum düzeni içindeki çaresizliklerini ve sadece dinin değil, toplumsal hayatın katı dayatmaları karşısındaki konumlarını da karşımıza getiren önemli bir çalışma. Hikâyesini uzun uzun anlatırken, final bölümlerini nedense bir parça hızlı geçen, başroldeki Anna Karina’nın anti-manastır olarak tarif edebileceğimiz çekiciliği ve oyunculuğu ile ciddi bir katkı sağladığı ve insanı içinde yaşaması mümkün olmayan ve onu insanlığından çıkaran hayatlara zorlayan toplumsal düzen ve kurallara sert bir eleştiri getiren bir çalışma bu.
Filmin başında, anlatılanın bir kurgu hikâye olduğu ama Diderot’un gerçek karakterlerden esinlendiğini belirten ve kadınların kapatıldığı manastır hayatı ile ilgili bilgi veren bir metin yer alıyor. Gerekliliği ve katkısı tartışılır olan bu metinden sonra sürekli çalan çanların sesinin eşlik ettiği bir jenerikle açılıyor film. 1757 yılında Paris’teyiz; bir genç kızın iffet, bağlılık ve yoksulluk yemini ile manastıra kabul edileceği bir töreni izliyoruz. Kızın tüm karşı koymasına ve yardım çığlığına rağmen, onu ve manastırın temsilcilerini töreni seyredenlerden ayıran perde rahibe adayının çaresizliğinin üzerine kapanır. Çaresizdir çünkü kadının seçim hakkının olmadığı bir toplumsal düzen vardır, ailesinin maddî durumu iyi değildir ve törende neden olduğu skandal nedeni ile bir eş bulması da mümkün değildir artık; evlenemeyen tüm kadınlara olduğu gibi sonu ya düşkünlerevi ya cezaevi ya da akıl hastanesi olacaktır. Bu nedenle kaderini kabul etmek ve manastıra gitmek zorundadır. Yönetmen Jacques Rivette bu ilk sahneleri herhangi bir süslemeye gitmeden, doğrudan diyebileceğimiz bir dil ile anlatıyor. Anne ile genç kadının konuşmalarında bu iki karakterin diyaloglarına çan seslerinin eşlik etmesini sağlayarak ve onları duvarda asılı bir çarmıha gerilmiş İsa ikonası altında görüntüleyerek kadının mücadelesini kime karşı kaybedeceğini de vurguluyor Rivette.
Suzanne Simonin adını taşıyan genç kadının bundan sonraki hayatını temel olarak dört farklı bölümde anlatıyor hikâye: Gittiği ilk manastırda iki farklı başrahibe ile olan dönem, ikinci manastır dönemi ve finalde dışarıdaki hayat. Her biri kendi acıları ve umutları olan bu bölümler kadının aradaki tüm “mutlu” günlerine rağmen sürekli olarak dibe doğru sürüklenmesinin resmini çiziyorlar bize. Alain Levent’in büyük bir kısmı manastır içinde geçen hikâyedeki başarılı görüntü çalışmasının (özellikle dinsel motiflerin ağır bastığı sahnelerde din temalı klasik tabloların estetiğini yaratması ile dikkat çekiyor bu çalışma) önemli bir değer kattığı film, manastır hayatının insan ruhunu nasıl ezdiğini ve yok ettiği ve doğasının yerine dinsel kökeni nedeni ile tabu olan bir hiyerarşiyi yerleştirdiğini güçlü bir biçimde ve dilini hiç sakınmadan anlatıyor. Manastırın “Tanrı’nın bağışı ve cezalandırması” kavramlarının damgasını bastığı günlük hayatı içinde kadının hiç vazgeçmediği kaçma ve kurtulma hayalinin ona bir yandan umut sağlarken bir yandan da bir işkence kaynağı olduğu gerçeğini hep canlı tutuyor Rivette. İsyanlar, korkular, saflık, pişmanlık, umut, direniş ve mücadele ile geçen uzun bir dönemi tüm bu yanları ile elle tutulur kılıyor film ve baş karakterinin bir avukat aracılığı ile seküler düzeni dinsel düzenin karşısına çıkarmasını da iç burkan bir çaresizliğin neden olduğu acılık ile anlatıyor bize.
Suzanne Simonin karakteri üzerinden bir din ve kilise eleştirisi yapıyor film ama bu eleştiriden daha çok öne çıkan manastır hayatının oradaki tüm karakterlerde yarattığı travmanın dehşeti. İnsanın tüm doğal dürtülerini bastırmaya zorlandığı ve belki tam da bu yüzden bir ikiyüzlüğün hayatını yaşamaya zorunlu tutulduğu bir yer olarak işaret ediyor manastırı. Genç kadının “Manastırı da, bu durumu da, dini de sevmiyorum. Ne buraya ne başka bir yere kapatılmak istiyorum” sözleri bu travmanın önemli dışavurumlarından biri; “Dini de sevmiyorum” ifadesinin sadece bu cümlenin muhatabı olan başrahibeyi değil, cümleyi kuranı da aynı ölçüde dehşete düşürmesinin bir örneği olduğu gibi, dinin ilk çıkış anından sonra nasıl süratle anlamını yitirmeye başladığını, -sahip olduğu inananlarca kabul edilen- gerçekliğini nasıl yitirdiğini ve sonuçta inananını bile inancından şüpheye düşürebildiğini anlatan bir hiikâye bu. Neyle suçlandığı sorulduğunda “Suçum ilahi bir çağrı almamış olmak ve sözümden dönmek” diyen kadının hikâyesi üzerinden bir inanca ve o inancın katı kurallarına boyun eğmeye zorlanan tüm bireylerin hikâyesini anlattığını söyleyebiliriz filmin. Finalde görüntüye gelen ve Katolik Kilisesi’ne karşı Fransız Kilisesi’nin haklarını savunan Jacques Benigne Bossuet’ye ait olan sözlerin de (“Denize açılmayı bilmeyen adamın kılavuzsuz sefere çıkmasına sebep olan deliliği, Tanrı’nın rehberliği olmadan dinî hayata giren mahlûkların deliliğine benzer”) vurguladığı bir deliliği ve bu deliliğe zorlananları anlatıyor trajik bir hikâye ile Jacques Rivette. Tek umutları “Bir kapının açık unutulması, manastırın yanması veya duvarların bir bir çökmesi” olan karakterlerin hikâyesini, manastır dışında da özgür olamayacaklarını söyleyen yalın ve âni bir finalle bitirerek de etkisini katlıyor.
Jean-Claude Eloy’un modern ve gerilimli notalarının eşlik ettiği hikâye boyunca klasik müziğin ustaları François Couperin, Johann Pachelbel ve Jean-Philippe Rameau’nun eserleri de kullanılmış dönemin atmosferini başarılı bir biçimde yeniden yaratabilmek için. Bir insanın sömürünün ve baskının her türü (cinsel, dinsel, toplumsal vb.) ile karşılaştığı film, görüntüsünün aksine, sadece dine değil, insan üzerinde baskı kuran tüm unsurlara eleştiri getiriyor ve elle tutulur bir tecrübesinin bile olmadığı “dışarıdaki dünya”ya kaçmak isteyen bir kadının trajik sonunu sergiliyor bize. Jean Grualt’nun önce tiyatroya (Rivette bu oyunun yönetmenliğini de yaparken, Anna Karina da başrolde yer almış oyunda), daha sonra sinemaya uyarladığı Diderot romanına dayanan bu film yalın, sert ve etkileyici bir sinema yapıtı, özet olarak.
(“Suzanne Simonin, La Religieuse de Denis Diderot” – “The Nun”)