Fransız ekonomistler Jean Fourastié ve Claude Vimont’un birlikte yazdıkları kitap, yazarların ifadesine göre, “son elli yıldır temel sorunlar olarak görünmüş olan nüfus ve ekonomi sorunları”na odaklanan bir inceleme. İlk kez 1956’da basılan kitap bizde 1968 baskısı temel alınarak 1975 yılında yayımlanmış. Dolayısı ile günümüzden elli yıl önce yayınlanmış ve “Yarının Tarihi” başlığını taşıyan bir inceleme belki eskimiş görünebilir ama aslında tam da bu “eski”liği nedeni ile okunması ilginç bir çalışma bu. Elli yıl öncesinde sorun olarak görünen olguların ve çözüm önerilerinin nasıl değiştiğini/değişmediğini görebilmek için iyi bir düşünme alanı sağlayan kitap, dünya nüfusunun 3 milyarın biraz üzerinde olduğu günlerin gerçekleri üzerinden yarın ile ilgili tespitler ve öneriler içeriyor; bugün dünya nüfusunun 7.6 milyar olduğunu düşünürsek bu tespit ve önerilerin nüfusun iki katından fazlasına çıktığı bir dünyadaki geçerliliklerini gözden geçirmek meraklısı için epey keyifli olabilir.
Giriş yazısına “Yarın bolluğa kavuşacak mıyız, yoksa insanlar 2000 yılında savaştan ölecekler mi” diye başlamış yazarlar ve yarın ile ilgili -nüfus artışının sonuçları açısından- iyimser (nüfus artış hızının yavaşlayacağına ve teknik gelişmenin verim artışı sağlayacağına inananlar) ve kötümser (nüfus artışının boyutları değişmeyen bir dünyada açlığa neden olacağını düşünenler) bakışlar üzerinden ifade etmişler düşüncelerini. Kötümserlerin 2000 yılında nüfusun 7 milyarı bulmasını beklediklerini, buna karşılık dünya nüfusunun 2000 yılında 6.1 milyar olduğunu düşünürsek -nüfus açısından- kötümserlerin endişelerinin haksız çıktığını söylemek mümkün ama elbette kitapta ele alınan ana konu nüfusun kendisi değil sadece. Aynı sayı için BM’nin 1958’de yaptığı tahminin daha isabetli olduğunu (6.7 milyar) ama onun bile gerçekleşen sayıdan 600 milyon fazla olduğunu da belirtelim.
İncelemedeki kimi istatistikleri bugünkü değerler ile karşılaştırmak, yazarların kitap boyunca korudukları ve genellikle iyimser olarak nitelendirilebilecek bakışlarını destekliyor. Örneğin Fransa’da 1965 yılında “doğumda beklenen yaşam süresi” 67.5; aynı değer bugün BM’ye göre 81, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ise 82 olmuş durumda. Yazarların “teknik gelişme” olarak ifade ettikleri tüm yeniliklerin de -onların öngördüğünden de- hızlı bir şekilde insan hayatına katkı sağladığını görüyoruz günümüzde. Buradaki asıl sorun -yazarların da vurguladığı gibi- zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasında açılan uçurum. Bu giderek artan farkın nedenleri olarak yoksul ülkelerdeki daha hızlı olan nüfus artışını ve teknik ilerlemelerin yetersizliğini gösteriyor Jean Fourastié ve Vimont ikilisi. Burada kritik nokta, yoksul ülkelerin bu problemlerinin tamamen kendi eylem ve yaşayış şekillerinden kaynaklandığını öne sürmeleri. Örneğin “az gelişmiş ülkelerin ilerlemesine gerçek engel, parasal ya da teknik düzlemden çok, insansı, felsefel, törel ya da dinsel düzlemdir” diyorlar. Sonuç bölümünde ise şöyle yazıyorlar: “… yoksul uluslar(ın) Batı’nın gücünü sömürgeciliğe ve emperyalizme yükledikleri… oysa bizim gücümüzü sömürgeler oluşturmadı; tersine gücümüz, teknik ilerlemenin sağladığı gücümüz, bizi bu gücü kötüye kullanarak sömürgeler ele geçirmeye yöneltti.” Emperyalizm ve sömürgeciliğin neden değil, sadece sonuç olduğunu çok kesin bir biçimde ifade ediyor yazarlar ama bu fazlası ile liberal bakışın aksine, Batı’nın zenginliği -boyutu zamana ve koşullara bağlı olarak azalıp artmakla birlikte- emperyalizm ve sömürgeciliğin de sonucu olarak oluştu elbette. “Kapitalist ekonomili ülkelerde, ilerlemeye iten temel neden, yarışma ile ilerlemeye olan inançtır. Yarışma, işletmelerden daha iyi ya da ucuz bir ürün yapmak ya da satmak ve böylece pazarın daha büyük bir bölümünü ele geçirmek isteği…” ve “Reklamcılık, bilimin bulduğu yeni ürünlerin ve yeni düşüncelerin yayılmasını sağlar” gibi ifaderle rekabet ortamının ve bugün geldiği noktada asıl amacı tüketicinin ihityacını en iyi/doğru şekilde karşılamak değil, “tüketicide ihtiyaç yaratmak” olan reklamcılığın övülmesinin yazarların politik görüşleri ile tutarlı ama eleştirilmesi gereken ifadeler olduğunu da belirtelim.
“Doğu kavrayışı geleneksel biçimi içinde her türlü ilerleme düşüncesini dışta bırakır; Batı kavrayışı ise tersine toplumsal ve ekonomik ilerlemeyi benimser…” diye belirten yazarlar “İnsani Yardım” bölümünde Türkiye’nin Köy Enstitüleri deneyimini çok hatırlatan bir yöntemden bahsediyorlar ilginç bir şekilde. Zengin ülkelerin sorunlarını ele aldıkları bölümde, işsizlik, aşırı üretim ve zor kullanarak pazarlar aramak gibi sorunları “sahte” sorunlar olarak nitelendiriyorlar (sahte kelimesini tırnak içinde kullanmış yazarlar kitapta). Bu sorunların tümününün çözülebilirliğine oldukça iyimser denebilecek bir bakışla bakıyor yazarlar ama bahsettikleri tüm sorunlar, aradan geçen elli yıldan sonra varlıklarını aynen koruyorlar. Kapitalizmin doğasında yer alan krizlere ve bu krizlerin neden olduğu bireysel ve toplumsal yıkımlara hiç değinmeyen kitap, BM’nin hazırlayacağı ve yöneteceği bir programın (teknik ve insani yardım programı) yoksul ile zengin ülkeler arasındaki “ekonomik ve siyasal kopma”yı oldukça azaltacağına inanıyorlar ama en azından günümüzde pek de gerçekleşmiş bir durum değil bu. Kaldı ki sorun sadece ülkeler bazında değil elbette; ülkelerin içindeki zengin ve yoksul sınıflar arasındaki ekonomik kopmadan pek bahsedilmiyor kitapta ama sadece şu istatistik bile sınıflar arasındaki uçurumun nasıl büyüdüğünü gösteriyor bize: OECD ülkelerinde 2015 yılında en zengin %10’un geliri en yoksul %10’un 9.6 katıyken, bu oran 1980 yılında %7 civarındaymış. Leonard Cohen’in “Everybody Knows” şarkısında söylediği, gibi yoksulun yoksul kaldığını, zenginin -daha da- zenginleştiğini herkes biliyor sonuçta. Sorun buna nasıl yaklaşacağımız ve çözümü nerede aradığımız…
(“Histoire de Demain”)