Alphaville – Jean-Luc Godard (1965)

“Beni dinleyin, normaller! Biz sizin artık göremediğiniz gerçeği görüyoruz. O gerçek şu ki insanın özü sevgi ve inanç, cesaret, şefkat, cömertlik ve fedakârlıktır. Geri kalan her şey körlüğünüzün ve cehaletinizin önüne çıkardığı engellerdir. Bir gün… bir gün…”

Alphaville adındaki şehri teknokrat diktatörlükle yöneten kötücül bir bilgisayarın yaratıcısı olan profesörü ele geçirerek, Alpha 60 adındaki bilgisayarı yok etmeye çalışan bir adamın hikâyesi.

Jean-Luc Godard’ın yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Berlin’de Altın Ayı’yı kazanan film bu ünlü sinemacının Yeni Dalga akımı içinde çektiği kabul edilen ama elbette kendisine özgü pek çok unsuru barındıran bir bilim kurgu distopyası. Günümüzde (1960’lar Parisi) çekilen ve hiçbir fütüristik öğe içermeyen yapıt Eddie Constantine ve Anna Karına’nın varlıkları ile zenginleşen, bilim kurguya kara film ve polisiye havalarını da katarak özgün bir bileşim yakalayan ve Godard’ın hemen her zaman yaptığı gibi sinemada türlerin kalıpları başta olmak üzere, alışılageleni yıkarak yerine yenilerini önerdiği ilginç bir çalışma.

Godard filminin kahramanı olan Lemmy Caution karakterini Peter Cheyney adındaki İngiliz polisiye yazarının romanlarından ödünç almış ama tamamı ile özgün bir hikâye yazmış bu macerası için. Cheyney’in önce FBI ajanı, sonra özel dedektif olarak maceralarını anlattığı Caution karakteri toplam on bir romanda çıkmış okuyucunun karşısına ama karakter Amerikalı, yazar İngiliz olduğu halde bugüne kadar sinemada hiçbir İngilizce filmde hayat bulmamış; bilinen on beş uyarlamanın büyük bir çoğunluğu ise Fransız sinemacıların imzasını taşıyor. Bu uyarlamaların ilki Henri Verneuil’in 1952’de çektiği “Brelan d’as” (filmin 3 ayrı hikâyesinden sadece birinin kahramanı Lemmy Caution’dı) olmuş ve dedektifi Hollandalı oyuncu John van Dreelen canlandırmış. Godard’ın filminin yıldızı Eddie Constantine ise bu karakterle özdeşleşen bir oyuncu ve Fransız sinemasının yıldızlarından birine dönüşmesini de bir bakıma ona borçlu. İlk uyarlama dışındaki tüm filmlerde (13 sinema filmi, 1 televizyon filmi ve 1 televizyon dizisi) rol alan Constantine, Godard’ın filmi ile sekizinci kez hayat vermiş bu karaktere. Lemmy Caution’ın romanlarda ve diğer filmlerdeki maceraları 20. Yüzyıl’da geçiyordu; Godard ise yine bu yüzyıla ait mekânlarda ama gelecekte geçen bir öyküye taşıyor onu. Bir başka ifade ile söylersek, Godard onu farklı bir yüzyıla ve farklı bir galaksiye taşıyor kendisinden beklenecek bir hınzırlıkla.

“Dış Ülkeler” denen bölgeden (farklı bir galakside bulunduğunu anlıyoruz bu bölgenin) gazeteci kılığında Alphaville denen şehre gelen Lemmy Caution (Eddie Constantine) öykünün kahramanı; amacı ise şehri insanî unsurlardan uzak ve tam bir katı mantıkla yöneten Alpha 60 adlı bilgisayarı ortadan kaldırmak ve bunun için de, onu yaratan profesör Braun’u (Howard Vernon) ele geçirmektir. Alphaville yönetiminin, şehre dışardan gelen herkesi tabi tuttuğu denetim ve gözetlemenin parçası olarak Caution’ın hep yanında kalması için görevlendirdiği ve profesörün kızı olan Natacha (Anna Karina) hem kahramanımızın amacına ulaşmasının aracı olacak hem de başta aşk olmak üzere yasak sözcükler ve bu sözcüklerin sembolleri olduğu duygularla ilk kez tanışacaktır genç kadın. Hikâyenin başında karşımıza çıkan ve tıpkı Caution gibi Dış Ülkeler’den gelen bir casus olan Henry Dickinson’ın (Akim Tamiroff) akıbeti kahramanımızın işinin hiç de kolay olmadığının kanıtıdır.

Godard, Peter Cheyney’in dedektif karakterinin özelliklerine, onu gelecekte geçen bir bilim kurgu öyküsünün kahramanı yapmak dışında, sadık kalmış. “Ucuz roman” türü polisiyelerden aşina olduğumuz bir dedektif Caution; fötr şapkası, pardösüsü, “cool” havası, yumruklarını ve silahını iyi kullanması ve bu kahramanların hepsinde az ya da çok var olan maçoluğu ile romanlardaki gibi çıkıyor karşımıza burada da. Ne var ki sonuçta bu bir Godard filmi ve başta Caution’ın fiziksel ve ruhsal özellikleri olmak üzere, yönetmen tüm klişeleri hem kullanıyor hem yok ediyor ve bir bakıma alaycı bir yaklaşım getiriyor bu türe.

Farklı aralıklarla yanıp sönen bir lambanın görüntüsü ile açılıyor film ki bu imaj farklı versiyonları ile hikâye boyunca sürekli karşımıza çıkıyor. Aynı şekilde, ışık kaynaklarının kendisi de Godard’ın sık sık yer verdiği bir obje oluyor ve örneğin Caution ile Dickinson arasında geçen bir konuşma sahnesi boyunca tavandan sarkan ve yanan çıplak bir ampul örneğinde olduğu gibi, bir bakıma ilgili sahnelerin karakterlerinden biri oluyor adeta. Bu tercihlerin akla ilk getirdiği, karanlık ile aydınlığın çatışması oluyor doğal olarak ve Alphaville’in mantığın hâkim olduğu karanlığı ile “Dış Bölgeler”deki dünyaların aydınlığının savaşını hatırlatıyor bir bakıma. Karakterlerden birinin “İnsan hep sevdiğine doğru yürümeli, ışığa doğru” ifadesi de destekliyor bu yorumu. Hikâyede seyircinin yorumuna açık ve bu anlamda “eğlence” olarak görülebilecek başka tercihler de var. Örneğin görelilik kuramının kütle-enerji denkliğini ifade eden E = mc2 ve enerji ile frekans arasındaki ilişkiyi gösteren E = hf formülleri birden fazla defa karşımıza çıkıyor ve muhtemelen Alphaville’i katı mantıkla yönetme bilimselliğine gönderme oluyorlar. Godard’ın ilham kaynakları ve göndermelerinden bazılarını da yeri gelmişken anmakta yarar var: Sürrealist Fransız şair Paul Éluard’ın 1926 tarihli kitabı “Capitale de la Douleur“ kitabı hikâyenin ana temalarından biri olan, şiirin mantığa karşıtlığının sembolü olarak devamlı karşımıza çıkıyor ve Caution hem kendisi alıntılar yapıyor bu kitaptan hem de Natacha’ya veriyor bu eseri okuması için. Bu yazının girişinde yer alan sözcüklerin bir örneği olduğu gibi, filmin bazı diyalogları bu kitaptaki metinlerden doğrudan alınmış ya da o metinler değiştirilerek kullanılmış; öyle ki filmin senaristlerinden biri olarak görülebilir Éluard. Godard’ın ilham aldığı tek edebiyatçı da o değil. Örneğin Caution bir taksi içinde geçen sahnede “Gecenin sonuna doğru yolculuk ediyorum” cümlesini kuruyor; Louis-Ferdinand Céline’in 1932 tarihli ve bizde “Gecenin Sonuna Yolculuk” adı ile yayımlanan “Voyage au Bout de la Nuit” adlı romanından geliyor bu cümle kuşkusuz. Meraklısı diğerlerini de araştırabilir ama Godard’ın 1958’de çektiği bir kısa filmle (“Charlotte et Son Jules”) saygısını gösterecek kadar sevdiği Jean Cocteau’nun 1950 tarihli “Orphée” filmi ile “Alphaville” arasındaki benzerlikleri ayrıca anmakta yarar var: Cocteau’nun Yunan mitolojisindeki “Orpheus ve Eurydike” efsanesinden esinlenen 3 yapıtından biri olan filminde olduğu gibi, Godard’ın öyküsünün kahramanı da birini bulmaya çalışıyor, her iki yapıtta da şiir kötülüğü (Cocteau’da ölümü, Godard’da teknokrat diktatörlüğün yöneticisi bilgisayarı) alt etmek için kullanılıyor ve çok daha açık bir gönderme olarak, her iki filmde de kahraman kurtardığı kişiyi “arkasına bakmaması” için uyarıyor.

İstanbul doğumlu bir Fransız besteci olan ve Fransa sinemasının usta pek çok yönetmeninin filmleri için müzikler hazırlayan Paul Misraki’nin tam da bir Lemmy Caution macerasına yakışacak türden güçlü ve vurgulu çalışmasının eşlik ettiği hikâyede Alpha 60’ı gırtlak kanseri olduğu için elektrolarenks denen konuşma cihazı olan bir kişi seslendirmiş; söyledikleri ve sesi ile hayli önemli olan bu karakteri canlandıran kişinin kimliği ile ilgili herhangi bir bilgi yok ne yazık ki. Jenerikte oyuncularının sadece üçünün (Constantine, Karina ve Tamiroff) adının yer aldığını da belirtelim bu arada. Godard’ın ses efektindeki yaratıcılığı senaryoda da kendisini gösteriyor elbette; örneğin Caution, Figaro-Pravda adında bir gazetede çalıştığını söylüyor. Le Figaro Fransa’nın en eski ulusal gazetesi ve merkez sağ politikaya bağlı, Pravda ise Sovyet Komünist Partisi’nin resmi yayın organıydı. Politik açıdan zıt kutuplarda duran iki gazetenin isimlerinin birleştirilerek kullanılması tek başına basit ve hatta kaba bir buluş olarak görülebilir ki aslında bu, Godard’ın buradaki sarkastik yaklaşımı ile de uyumlu ama sinemacı bu karşıtları eşitleme işlemini Alpha 60’ın sesinden duyduğumuz şu ifadeler ile de destekliyor ve meselesinin parçası yapıyor: “Sözde kapitalist ya da komünist dünyanın özü, halkını telkin etmenin ya da paranın gücüyle boyunduruk altına alma yönünde kötücül bir irade değil; herhangi bir örgütün, tüm eylemlerini planlama yönündeki doğal hırsıdır”.

“İkna Bakanlığı”nın olduğu; insanların “mantıksız davranmak” suçu ile infaz edildiği; sakinleştirici hapların sürekli yutulduğu; her gün bazı kelimelerin yasaklandığı ve bu nedenle sözlüğün kutsal kitap muamelesi gördüğü; “Burada “neden?” yoktur, “çünkü” vardır” anlayışının egemen olduğu bir dünyaya karşı mücadele ediyor öykünün kahramanı ve bir yandan da Natacha’ya insanî olanı öğretmeye çalışıyor. Filmin, öykündüğü “ucuz romanlar”da görülecek cinsten bir eril anlayışı var aslında ve bu bağlamda bakınca, Lemmy Caution’ın tüm mücadelesini tek başına yapması ve bir yandan da kadının gözünü açan ve onu yönlendiren erkek rolüne girmesi türün özelliklerine uygun. Benzer şekilde, filmin naif, hatta banal denebilecek finali de (“Aşk mı? O da ne demek”ten, acemice telaffuz edilen “Sizi seviyorum”a geçiş) türün gerekleri ile uyum içinde. Caution’ın “Dick Tracy, Flash Gordon öldü mü?” sorusunu da o türün kahramanlarına bir saygı gösterisi örneği olarak görebiliriz.

“Vicdan, Alpha 60’ı yıkacak şey vicdan!”, “Şefkat gözyaşı dökenlerin kurtuluşudur” ve “Şehvet aşkın bir sonucudur ve onsuz var olamaz” gibi pek çok sözün karşımıza çıktığı, şiirin iyinin yanında olanların en etkili silahı olduğu ve ruhsuz bir teknoloji toplumunun karşısına aşkın ve şiirin hâkimiyetinin koyulduğu film, Alpha60’ın mekanik ve hırıltılı sesine karşılık, Natacha’nın “sfenkslerin mırıltısını andıran” sesini çıkarıyor bir bakıma da. Otel odasına kahvaltı getiren görevli rolünde ve tek bir sahnede, Fransız Yeni Dalga Akımı’nın sembol uyuncusu Jean-Pierre Léaud’nun da yer aldığı film Godard’ın eserlerinde sıklıkla görüldüğü üzere bolca doğaçlama da içeriyor ve özellikle yakın planları ile büyüleyen Anna Karina ve tam bir ucuz roman dedektifi olan Eddie Constantine’in varlıkları ile zenginleşiyor. Hiçbir efektin kullanılmadığı, Godard tarzı bir Yeni Dalga bilim kurgusu izlemek ve sinemanın farklı örneklerinden birini tecrübe etmek için görülmesi gerekli bir çalışma.

(“Alphaville: Une Étrange Aventure de Lemmy Caution”)

Masculin Féminin – Jean-Luc Godard (1966)

“Hayatınızın on altı ayı geçiyor; rahatlık olmadan, para olmadan, aşk olmadan ve boş zaman olmadan. Bir çeşit, modern yaşam gibi diyebiliriz. Günün her saati küstah otoriteye boyun eğmek ve on altı aylık bir debelenme. Bu genç Fransız göreceli bir özgürlük kazanmak zorundaydı otoriteye karşı, kültürle olan tüm bağları da koparılmışken. Bu bir kölelik! Kölelik yaşamı olabilirdi çünkü askerlik ve sanayi sektörü çok benzerdir; ikisi de para ve emirle yürütülür”

Askerden yeni gelen genç bir adamın ilişkileri ve, politik eylemleri ve düşünceleri üzerinden anlatılan bir 1960’larda Fransa gençliği hikâyesi.

Jean-Luc Godard’ın yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve İsveç ortak yapımı. Godard’ın en parlak başarılarından birine sahip olan yapıt Berlin’de Altın Ayı için yarışırken, başroldeki Jean-Pierre Léaud’ya da ödül getirmişti. Fransız Yeni Dalga’sının en kendine has sinemacılarından biri olan Godard’ın bir yandan bu akımın kimi özelliklerini taşıyan ve yine bu akımın “klasik sinemayı öldürerek, yenisini yaratmak” amacını takip eden filmi sinema tarihinin müstesna eserlerinden biri kuşkusuz. 1960’ların cinsellik, politika ve pop kültürü öğelerini Paul adındaki genç bir adamın hikâyesi üzerinden karşımıza getiren film; kendisine has sineması, Godard’ın yapıbozumun sinemadaki karşılığı olduğunu söyleyebileceğimiz dili, entelektüel sorgula(t)maları ve Yeni Dalga’nın sembol oyuncularından biri olan Jean-Pierre Léaud’un karakterini her ânında daha da zenginleştiren ve onu bir yandan adeta Truffaut filmlerindeki Antoine Doinel karakterinin devamı kılarken, bir yandan da ona özgün bir ruh verebildiği performansı ile önemli bir yapıt. Brigitte Bardot ve Françoise Hardy’nin, ikincisinin hiç konuşmasının da olmadığı, kısa sahnelerde görünerek renk kattıkları film Godard filmografisinin en önemli ve “içine girmesi” en kolay örneklerinden de biri.

Seyrettiğimizin bir film olduğunu ama aynı zamanda da kendine has olduğunu hep aklınızda tutacağınız bir havası var yapıtın. Klasik bir hikâye akışına hem uyan hem de ondan dilediği gibi özgürce sapan, oyuncuların bazen kameraya da konuştuğu, sıkı sık çıkan ara yazılarla seyirciyi meraklandıran ve düşündürten, bir yandan sıradan bir haydan da hayli politik olmaktan çekinmeyen bir film çekmiş Godard. Bir kafede oturan Paul’ü (Léaud) göstererek başlıyor hikâye; -muhtemelen-kendisinin yazdığı bir metni biraz da sanki heceleyerek okurken görüyoruz genç adamı. Cebinden çıkardığı paketten aldığı sigarayı havada fırlatıp döndürerek ağzına yerleştirirken kendinizi birden sanki Antoine Doinel‘in karşısında bulmuş gibi hissediyorsunuz; onun gibi çocuksu, sevimli ama bir yandan da hınzır bir hareket bu ve öykü boyunca da bu havayı hep koruyor Léaud. Belki oyuncunun bu karakteri ölümsüzleştirirken bir yandan kendisinin bir kopyasını beyazperdede yaratmış olmasının da etkisi ile, doğal olarak ortaya çıkıyor bu sinemasal gönderme ama seyrettiğiniz hikâyenin tümünü düşününce Godard’ın bu karakteri Truffaut’dan ödünç alıp kendi öyküsünün parçası yaptığını rahatlıkla iddia edebilirsiniz. Paul’ün general taklidi yaparken seçtiği ismin Doinel olmasını da atlamayalım. Filmin göndermeleri elbette bununla sınırlı değil; Sartre, Andre Malraux, Bob Dylan, Fransız şair Nicolas Boileau ve daha başka isimler sık sık karşımıza çıkıyorlar ama herhalde en ilginç gönderme, Godard’ın kendisinin bir önceki filmi olan “Pierrot le Fou”nun (Çılgın Pierrot, 1965) adını, bir kadının Paul’e genç adamın cesur olmadığını ima ederek söylediği “Sen bir Çılgın Pierrot değilsin” cümlesi içinde geçirmesi olsa gerek. Filmin ana değilise bile, yan karakterlerinden birinin sinema olduğunu söylememize olanak veren uzun sinema sahnesini de bu bağlamda değerlendirmek mümkün. Paul’ün anlatıcı sesinden bu sahnede duyduğumuz şu sözler de Godard’ın diğer Yeni Dalga sanatçıları gibi sinemayı sevmesinin ve bu sanatı hayatnın merkezine yerleştirmesinin örneği olsa gerek: “Sık sık sinemaya giderdik. Perde aydınlanır ve içimizde bir heyecan hissederdik. Ama Madeleine ve ben genellikle hayal kırıklığına uğrardık. Görüntü yıpranmış olurdu ve sıçramalar olurdu. Marilyn Monroe kötü yaşlanmıştı. Üzülürdük. Bu, hayallerimizin filmi değildi, her birimizin içimizde yaşattığımız film; çekmeyi ve hiç kuşkusuz, daha gizli bir şekilde yaşamayı istediğimiz film değildi”.

Gösterime girdiğinde 18 yaş sınırı getirilen film (bugün için çok masum bir içeriği var oysa ki) Godard’ın tam bir isabetle söylediği gibi, aslında tam da onları anlatan ve onların görmesi gereken bir yapıt. Paul’ün kız arkadaşı olan Madeleine’i dönemin pop şarkıcılarından ve Yé-Yé müzik türünün önemli isimlerinden Chantal Goya’nın varlığından ve şarkılarından bolca yararlanan, yaklaşmakta olan 1968 olaylarını işaret edercesine politikayı meselelerinden biri yapan ama öte yandan gençliğin tüm uçarılığını ve umursamazlığını da taşıyan ve 1966’da Fransa’da gençlerin yaşam şekilleri, hayalleri ve düşüncelerini odağına alan bu yapıt gerçekten de bir “gençlik filmi” aslında ve o yasak tam da bu nedenle hayli anlamsızmış kuşkusuz. Aslında Godard film için yola yapımcı Anatole Dauman’ın (sinemanın pek çok başyapıtında imzası olan bir isim) kendisine verdiği, ünlü Fransız yazar Maupassant’a ait iki öykü ile çıkmış: 1886 tarihli “Le Signe” ve 1881 tarihli “La Femme de Paul”. Ne var ki bu öyküleri bırakıp bambaşka bir film çekmiş Godard; ama ikinci hikâyeden karakterin sadece adını alırken, diğerini ise sinemada seyredilen filmin konusu yapmış yine de.

Daha ilk sahneden başlayarak sesi ilginç bir şekilde, zaman zaman yabancılaştırıcı, daha doğrusu hikâyenin atmosferine giren / girmeye çalışan bir unsur olarak kullanmış Godard. Ara yazılara eşlik eden silah seslerinden Paul’ün, oturduğu kafeye girerken kapıyı açık bırakanlara “Kapı!” diye bağırmasına pek çok farklı örneği var bu kullanımın ve Godard başta trafik gürültüsü ve tren sesi olmak üzere bir türlü tam anlamı ile engellenemeyen dış sesleri o ânın gerçekliğini artıran (gerçek dünyada karakterler diğer seslerden bu kadar soyutlanmazlar sonuçta) ve sinema atmosferini bozan bir unsur gibi değerlendirmiş. Elbette asıl kozu filmin görsellik alanında; sinemanın pek çok büyük yönetmeni ile çalışmaları olan Belçikalı görüntü yönetmeni Willy Kurant’ın kamerası çok önemli bir işlev yüklenmiş hikâyede. Godard’ın Yeni Dalga’ya uygun bir uçarılığa da sahip olan görsel tercihleri ve karakterleri özellikle konuşurken yakın plan ve kesintisiz gösterme anlayışı, yönetmenle pek çok filmde birlikte çalışmış olan Agnès Guillemot’un kurgusu ile bir araya gelince hayli etkileyici ve keyifli bir sonuç çıkmış.

Politika hikâyenin ana öğelerinden biri, Paul ve arkadaşı Robert’in de hayatlarının önemli birer parçası. “Bu filmin bir diğer adı da budur: Coca-Cola ve Marx’ın Çocukları” ara yazısı bugün filmin en çok hatırlanan sözlerinden biri olurken, filmin tüketim toplumunda politika yapanlara ve onların arada kalmışlıklarına da bir göndermesi olsa gerek. “İşçi sınıfının sermayenin bilinçli tercihleri sonucu olarak çok çalışması ve düşünecek zamanının kalmaması, bunun da partinin (Fransız Komünist Partisi’nin) durumunu izah etmesi”, Brezilya’da tutuklanan sanatçılarla ilgili imza kampanyası (“Aynısını geçen hafta da Madrid için imzalamamış mıydık, sırada ne var diye” soran Paul, “Atina, Bağdat ve Lizbon” cevabını alıyor), Vietnam savaşının sık sık gündeme gelmesi ve Amerikalı bir subaya karşı düzenlenen eylem (subayın yanındaki kadının Françoise Hardy olduğunu belirtelim yeri gelmişken), yaklaşan seçim için asılan afişler ve “Bir kişiyi öldürürsen katil derler, çok kişiyi öldürürsen fatih derler, herkesi öldürürsen Tanrı olursun” ya da “Bize bir televizyon ve bir de araba verin, özgürlüğümüzü elimizden alma hakkına sahipsiniz artık” gibi eleştirel söylemler de destekliyor bu politik içeriği. Öyle ki Paul sinema salonunda geçen sahnede konuştuğu için kendisini uyaran bir seyirciyi, “Kes sesini Troçkist” sözü ile azarlıyor. Ne var ki tüm bu politik unsurlar, tam da Godard’dan bekleneceği üzere, bir manifesto veya özel bir politik tutumun övgüsü değiller; hatta bir parça karamsarlık ve yılgınlık içerdiği bile rahatlıkla ileri sürülebilir onun tavrının.

Godard tüketim toplumuna da yöneltiyor eleştirilerini sık sık. Örneğin Paul’ün anket sorularını yönelttiği ve bir dergi tarafından “Miss 19” seçilen kızla ilgili bölüm “Bir Tüketim Ürünü ile Diyalog” başlığını taşıyor ve genç kadından alınan cevaplar toplumdaki ortalama apolitikliğin ve sadece popüler olana, ticarî olana ilgi göstermenin eleştirisine dönüşüyor. Bu noktada Godard ilginç bir şey daha yapıyor ve eleştirdiğini kullanıyor da bir yandan: Chantal Goya hikâyede bir pop yıldızı olma hedefi olan ve bunu başaran da bir genç kadın ve birkaç şarkısı (“Sois Gentil”, “Comme Le Revoir”, “Si Tu Gagnes au Flipper” ve “Tu M’as Trop Menti”) sık sık çalınıyor hikâye boyunca. Klasik müzik, özellikle de Bach düşkünü olan Paul’ün kız arkadaşının pop yıldızı olma çabası ile ilgili duyduğunun mutluluk olmadığı açık ama Godard da bir pop yıldızından yararlanıyor dönemin pop kültürü havasını yansıtmak için.

Kuşkusuz cinsellik de hikâyenin göbeğinde; bir (sinema tuvaletinde öpüşen iki erkeği de sayarsak iki aslında) masum öpüşmeden öteye gitmiyor bu tema görsel açıdan ama karakterlerin sözlerinde ve düşüncelerinde ön planda hep cinsellik var. Başta Paul ve Robert olmak üzere, tüm karakterlerin eylemlerini ya da eylemsizliğini cinselliğin yönettiğini görüyoruz. “Peki bu çıkmak yatmak anlamına da geliyor mu” sorusunu sessizlikle karşılayan bir erkeğin, hemen ardından ve konu değişmişken “Seninle yatmak istiyorum” demesi örneğin, akılda hep neyin olduğu konusunda hoş ve iyi bir örnek. Politik konuşmalarının ortasında, iki genç adamın kafedeki bir kadının göğüslerine yakından bakabilmek için “şeker isteme” numarası yapmaları da hem bir Yeni Dalga filminden bekleneni karşılıyor olması hem de yaşamlarını yöneten faktörlerin başında “seks”in (eylemi olmasa bile düşüncesinin en azından) geldiği bir neslin hikâyesini izlediğimizi hatrlatması ile bir başka iyi örnek.

Godard mizaha da başvuruyor zaman zaman ve bunları hemen hep Paul karakteri üzerinden yapıyor. Onun bir kafeye girip adres soran adamı taklit etmesi ve babası ile olan patates püresi hikâyesini anlatması gibi pek çok örneği var bu mizahın. Bu İkinci sahnenin sonunda Paul’ün gülmesi ise belki de filmin en etkileyici anlarından biri; çünkü burada hem Paul’ün hem Antione Doinel’in hem de Léaud’nun gerçekten güldüğünü ve daha da önemlisi, sinema gerçekliğinin bilinçli olarak kırıldığını hissediyorsunuz ki tüm bunlar bir Yeni Dalga filmine çok yakışan bir hınzırlık ve uçarılık örneği oluşturuyor. Godard’ın ikili sahnelerde klasik plan/karşı plan uygulamasından uzak durduğu ve karakterlerden sadece birini uzun uzun göstermeyi seçtiği filmin özellikle kafelerde geçen sahnelerinde, hikâye ile ilgisi olmayan diğer insanların (yan masalarda oturanların) görüntüleri ve konuşmalarının kullanması da dikkat çekiyor. Açılıştaki cinayetten, bir erotik metni yüksek sesle okuyan iki erkeğe ve bir rol teklifini konuşan bir yönetmenle bir kadının (Brigitte Bardot) sohbetlerine farklı örnekleri var bunun. Hatta Godard bu yan masadaki yabancıları o denli hikâyenin içine sokuyor ki iki baş karakterin sohbet ettiği masaya neredeyse bitişik bir masada oturan ve öykü ile hiçbir ilgisi olmayan bir adamı tüm sahne boyunca bir “üçüncü” karakter olarak gösteriyor. Yönetmenin görüntüyü klasik sinemanın ideal, soyutlanmış havasından uzaklaştırıp gerçeğe yaklaştırma amacının sonucu olsa gerek bu ve benzeri tercihleri.

Amerikalı oyun yazarı Amiri Baraka’nın LeRoi Jones adı ile yazdığı “Dutchman” adlı oyundan bir sahneden esinlenen trendeki “bir kadın ve iki erkek” bölümü ile Godard’ın göndermelerini bir başka alana da taşıdığı film toplam on beş farklı bölümden oluşuyor. Her birinin önünde ve bazen de içinde karşımıza çıkan eğlenceli ara yazıları, doğal ışık kullanımın sağladığı gerçekçilik, -eleştirmen Claude Mauriac’ın sözleri ile ifade edersek- “ürkek, endişeli, mutsuz ve kederli hâli ile tüm zamanların delikanlılarının imajını taşıyan ve kuşkusuz Godard’ın kendi imajını da temsil eden” Paul karakteri ve Jean-Pierre Léaud’nun performansı ile seyirci üzerinde kalıcı bir iz bırakan bir başyapıt bu.

(“Masculine Feminine” – “Erkek Dişi”)

Vivre Sa Vie – Jean-Luc Godard (1962)

“Bence yaptığımız her şey bizim sorumluluğumuzda. Özgürüz. Elimi kaldırıyorum, ben sorumluyum; başımı çeviriyorum, ben sorumluyum; üzgünüm, ben sorumluyum; sigara içiyorum, ben sorumluyum; gözlerimi kapatıyorum, ben sorumluyum. Bazen sorumluluğumu unutsam da, hayat bu! Ve dediğim gibi, ondan kaçış yok. Yine de her şeye rağmen, yaşamak güzel.. Sadece hayatın tadını çıkarmaya çalışmalısın. Sonunda her şey olacağına varıyor. Mesaj mesajdır, tabak tabaktır, erkek erkektir… ve hayat hayattır”

Sinema artisti olmak isterken hayat kadınlığını seçmek zorunda kalan Parisli bir kadının hikâyesi.

Bir Fransız yargıç olan Marcel Sacotte’un “Où en est la Prostitution” adını taşıyan ve 1960’larda Fransa’daki fahişelik üzerine bir inceleme olan kitabından esinlenen, senaryoyu da yazan Jean-Luc Godard’ın yönettiği bir Fransız filmi. Godard’ın kariyerindeki üçüncü uzun metrajlı (arada çektiği, çok yönetmenli “Les Sept Péchés Capitaux” adındaki filmi saymazsak) filmi olan çalışma onun öncülerinden olduğu Nouvelle Vague (Yeni Dalga) akımının örneklerinden biri. Anna Karina’nın Godard ile evli olduğu dönemde başrolünde yer aldığı film onun neden sinema tarihinin en önemli ikonlarından biri olduğunu kanıtlayan, bir yandan Yeni Dalga’nın diğer yandan da yönetmenin kariyerinde gittikçe artan bir şekilde öne çıkacak olan kendine özgülüğünün izlerini taşıyan ve Godard’ın özellikle ilk dönem eserlerinden hoşlananlar için çok çekici olacak bir çalışma. Kuşkusuz sinema tarihinin önemli yapıtlarından biri olan yapıt bir Godard filminden beklenmesi gerektiği gibi “entelektüel” içeriği ve göndermeleri ile de ilgi çekebilir.

Film Anna Karina’nın canlandırdığı Nana karakterini profilden gösteren bir çekimle başlıyor. Kısa süren müzik hemen kesiliyor ve açılış jeneriğinin yazılarını görüyoruz bu portre üzerinde. Kadının dudaklarını hafifçe aralayıp ıslatması dışında sabit olan bu görüntü daha sonra yerini kadının doğrudan bize bakan portresine bırakıyor; yine kısa süren bir müzik, kadının başını hafifçe yere eğip kaldırması dışında sabit bir görüntü ve ardından da bu kez kadının diğer profilden görüntüsü. Bu açılıştaki portre karakollarda çekilen suçlu resimlerini tekrarlayarak kadının fahişeliğe kayacak olan yaşamına bir gönderme belki ama öncelikle seyredeceğimiz hikâyenin, kahramanı Nana’ya ve -elbette- onu canlandıran Anna Karina’ya ait olduğunu söylüyor seyirciye. Montaigne’ın “Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da, özünü hep kendine sakla” sözünü jenerikten hemen sonra karşımıza çıkaran Godard, Nana’nın özüne her seyircinin farklı yorumla erişeceği -dolayısı ile Montaigne’ın önerisine uygun olacak- bir şekilde anlatıyor hikâyesini bu kadının. On iki farklı tablodan oluşuyor hikâye ve her bir tablo o bölümde seyredeceklerimizi özetleyen başlıklar ile açılıyor. Örneğin birinci tablonun başlığı olan “Bir Kafe – Nana Paul’den Ayrılmak İster – Tilt Masası” bu bölümün bir kafede geçtiğini, bir terk etme anına tanık olacağımızı ve tilt oyununun oynanacağını söylüyor seyirciye. Bu başlık tercihi ile seyirciye göreceklerini önceden haber veriyor Godard ve olası bir sürpriz ögesini özellikle eliyor baştan. Sinema oyuncusu olmak isteyen ve bir plakçıda çalışan Nana’nın, terk ettiği adamın bunun nedenini sorgulamasını çok da net olmayan, daha doğrusu erkeği ikna edemeyen sözlerle geçiştiriyor. Kadının gerçekliği, daha doğrusu onun özü ile ilgili gerçekliği kurgulamanın seyirciye bırakılacağının baştan verilen işaretlerinden biri bu. On iki farklı tablo (daha doğrusu bir tabloyu oluşturan on iki farklı parça) sunuyor seyirciye Godard ve seyircinin kurguyu kendisinin yapmasını bekliyor. Burada gizemli, karışık veya belirsiz bir hikâye değil söz konusu olan, aksine olan biten net; Godard’ın seyirciye bıraktığı Nana karakterinin özü. O öze ne kadar ulaşabileceğimiz ise belki de Montaigne’ın sözünde gizli.

Bu ilk tablodaki sinema dili filmin tamamı için de bir gösterge: Bir kafedeki iki kişiden kadın sırtı bize dönük olarak otururken, yüzünü de aynadaki görüntüsü ile bir parça belirsiz ve küçük olarak görüyoruz. Erkeğin ise sadece sesini duyuyoruz konuşmanın sonuna kadar. Bunu Godard’ın ona has bir oyunu olarak görmek de mümkün ve onun bu biçimsel oyunları ille de bir anlam taşımıyor her zaman (ya da sadece onun için bir anlam taşıyor olabilir) ama bir başka görüşle tıpkı bu sahnedeki karakterlerin yüzleri gibi onun Nana’nın gerçekliğini -en azından bir süreliğine- seyirciye bırakmasının da sembolü oluyor. Bu sahnede erkeğin, öğretmen olan babasının bir öğrencisinin ödevindeki “Dış kalkınca iç, iç kalkınca da ruh görünür” ifadesine atıfta bulunmasını da yine öze ulaş(ama)mak ile ilişkilendirmek gerekiyor sanki. Godard hikâye boyunca benzer oyunlara girişmiş ve Yeni Dalga’nın hafif havasını -ama kendine özgü biçimde- yaratmış. Burada örneğin ikisi de Yeni Dalga’nın öncülerinden olan Truffaut ile Godard arasındaki bir farkı vurgulamakta yarar var: Akımın “uçarılık / hafiflik” kelimeleri ile açıklayabileceğimiz bir özelliği Truffaut’da daha sıcak, samimi ve doğal görünürken, Godard’da bu, karakterlere biraz daha mesafeli, hatta bazılarına üstten bakan ve bir entelektüel boyut gayreti ile birlikte sunulur. Truffaut ne kadar sıcaksa, Godard o kadar soğuktur sanki; ya da Truffaut karakterlerini ne kadar çok severse, Godard onlara o kadar ve kendi meselelerinin nesnesi yapmak için mesafeli durur. Nana’nın yazdığı bir mektupta “1 metre 69 cm” olduğunu söylediği boyunu karışı ile ölçtüğü sahne ise Godard’ın Trufaut’ya en çok yaklaştığı an bu filmde.

“Kaçmak tatlı bir hayal, gerçek hayat ise bu” diyor Anna bir sahnede bir kadın arkadaşına ve hemen ardından onu bir müzik kutusunda çalınan bir şarkı (Sol siyasî görüşlerini şarkılarına hep yansıtmış olan Jean Ferrat’nın “Ma Môme” adlı şarkısı bu) eşliğinde genç ve mutlu görünen bir çifti izlerken görüyoruz. Ferrat’nın şarkısı zengin olmayan ama mutlu bir çifti anlatırken bir bakıma Nana’ya da kendi seçimlerini sorgulatıyor sanki. Hayli ilginç bir sorgulama da Nana ile bir kafede karşılaştığı, kitap okuyan bir yaşlı adam arasında geçiyor. Fransız filozof Brice Parain’in oynadığı bu yaşlı adam Nana ile insanlar arası iletişim, konuşmak ve düşünmek arasındaki ilişki, aşk gibi konular üzerinden konuşurken, Parain’in görüşlerini dinliyoruz aslında. Burada felsefeye uzanan Godard hikâye boyunca sanat ve sanatçılara da çeşitli göndermelerde bulunuyor. Edgar Allan Poe’nun “The Oval Portrait” adlı öyküsü (Bu öykünün sanat ile hayat arasındaki ilişki üzerine kurulduğunu ve burada Godard’ın filminin “Cinéma Vérité” (Gerçek Sinema) diye adlandırılan ve “ham gerçeğin arkasında gizlenenleri göstermeyi amaçlayan” belgeselci sinema anlayışına sahip olduğunu hatırlamakta yarar var), Truffaut’nun “Jules et Jim” adındaki başyapıtının gösterildiği sinemanın önündeki kuyruk ve Nana’nın sinemada büyük bir ilgi ile ve ağlayarak seyrettiği Carl Theodore Dreyer başyapıtı “La Passion de Jeanne d’Arc” (Jeanne d’Arc’ın Tutkusu) filmi gibi çeşitli örneklerle karşılaşıyoruz bu Godard filminde.

Michel Legrand’ın müzikleri ile sağlam bir katkı sağladığı ve örneğin “Nana’nın tek başına dans ettiği” sahneye eşlik eden parçası ile bu katkısının iyi bir örneğini verdiği filmi Susan Sontag “Bildiğim en olağanüstü, güzel ve orijinal sanat eserlerinden biri” olarak tanımlamış ve övgülere boğmuştu. Beklenmedik (ama söz konusu Godard olunca da bir o kadar da beklendik) sonu ile de şaşırtan film Godard’ın tarafından Anna Karina’ya yazılmış bir aşk mektubu olarak da nitelenebilecek, oyuncunun neden bir ikon olduğunu çok iyi açıklayacak ve Godard’ın onun muhteşemliğinin hiçbir detayını kaçırmadığı bir çalışma. Görüntü yönetmeni Raoul Coutard’ın parlak kamera çalışması ve Karina’yı görüntülerken gösterdiği özen ile de önemli, görülmesi gerekli bir sinema eseri.

(“Vivre Sa Vie: Film en Douze Tableaux” – “My Life to Live” – “It’s My Life” – “Hayatını Yaşamak”)

Hélas Pour Moi – Jean-Luc Godard (1993)

“Babamın babasının babası başarması gereken zor bir işi olduğunda, ormandaki belli bir yere gider, bir ateş yakar ve dualarına gömülürdü; yapması gereken iş de hallolurdu. Babamın babası aynı durumda kaldığında ormanda aynı yere gider ve şöyle derdi: “Artık nasıl ateş yakılacağını bilmiyoruz ama nasıl dua edileceğini hâlâ biliyoruz”; yapması gereken iş de hallolurdu. Daha sonra babamsa ormana gider ve şöyle derdi: “Artık nasıl ateş yakılacağını bilmiyoruz, artık duaların gizemlerini bilmez olduk ama duaların kabul edildiği o yeri hâlâ biliyoruz”; ve bu işe yaramalıydı ve yarardı da. Bense benzer bir durumda evde kaldım ve şöyle dedim: Artık duaları bilmiyoruz, hatta ormandaki o yeri de bilmiyoruz ama nasıl hikâye anlatacağımızı biliyoruz”

İnsanların arzularının ve acılarının gerçekliğini görmek isteyen tanrının, kocasının kılığına girerek bir kadına yaklaşmasının hikâyesi.

Fransız yönetmen Jean-Luc Godard’ın yazdığı ve yönettiği (her iki görevi de tıpkı kurguculuğu gibi jenerikte belirtilmiyor) bir Fransa ve İsviçre ortak yapımı. Mitolojideki Alkmene ve Amphitryon’un hikâyesinden esinlenmiş Godard senaryoyu yazarken ve ortaya tam bir “Godard filmi” çıkmış. Bir dış ses hemen sürekli konuşurken araya bazen yazılar giriyor, çok dikkatli bir izleyici için bile karakterleri ve olan biteni takip etmek bazen zorlaşıyor ve Godard hemen her anında filmin farklı ve hatta deneysel olmaktan çekinmiyor. Venedik’te Altın Aslan için yarışan ve Fransız sinema dergisi Cahiers du Cinéma’nın 1993’ün en iyi onuncu filmi seçtiği eser bu kendine özgü sinemacının tüm farklılıklarını bünyesinde barındıran ve sıradan seyircinin uzak durmasında yarar olan bir çalışma. Entelektüel göndermeleri ve takibi zor ve yoğun bir dikkat gerektiren diyalogları (kimi zaman monologlar aslında bu konuşmalar) ile kesinlikle ilginç bir film bu ama öncelikle Godard hayranları için kuşkusuz.

Mitolojiye göre, Amphitryon savaşa gittiğinde Zeus onun kılığına girip, karısı Alkmene’yi kandırarak hamile bırakır ve bu ilişkiden doğan çocuk Herakles (bizde daha çok tanındığı adı ile Herkül) olur. Godard bu mitolojik hikâyeden esinlenirken bir çifti alıyor odağına ve erkek bir iş seyahatine gittiğinde tanrının adamın yerini alıp kadınla ilişkiye girmesini anlatıyor. Daha doğrusu bunu anlatıyor gibi görünüyor ama gerçekten anlatıyor mu tartışılır açıkçası. Çiftin hikâyesini araştırmak için kasabaya gelen bir adam ile koca ile aynı iş yerinde çalışan birisi arasında geçen konuşmanın da (“Bize ön adlarımızla hitap etme, bay ve bayan de. Biz roman karakteri değiliz. / Belki de öylesiniz”) bir örneği olduğu gibi gösterdiğinin ya da gösterir gibi göründüğünün belki de öyle olmadığını kabul ederek seyretmek gerekiyor filmi. Kayan bir kameranın bazen karakterleri sabit bir şekilde dururken görüntülemesi, arada görüntüye gelen yazıların (“Tanrı’nın izinde”, “Sessizliğin kanunu”, “Çok yüksekte”, “Yeryüzünde bekleniyorduk”, “Bir erkek onu seven kadın için Tanrı’nın gölgesidir”, vs.) mutlaka o andaki sahne ile bir ilgisinin var gibi görünmemesi (varsa da bağlantıyı keşfedecek kadar zamanı olmuyor seyircinin) veya kimi konuşmaların -üstelik bazen farklı karakterler tarafından- tekrarlanması gibi unsurları ile seyirci için izleme tecrübesini kolaylaştırmayan tercihleri var Godard’ın. Filmde bir kadından duyduğumuz “Havalı cümleler kurmak nispeten kolay, asıl zor olan onları geri almak” gibi havalı cümleleri var filmin ama özellikle yaratılmış karmaşıklık içinde bunları anlamlandırmak her zaman kolay olmuyor. Belki de Godard’ın anlatım dilindeki arayışını yine filmdeki bir ifade ile, “Sinema dili kusurludur” cümlesi ile birlikte düşünmek gerekiyor.

Arada duyduğumuz -ve silah sesini de andıran- gök gürültüsü veya kritik anlarda birdenbire yükselen piyano sesi gibi işitsel unsurları da kullanan filmde seyircinin hepsinin farkına varamayacağı ya da varsa bile üzerinde düşünme fırsatı bulamayacağı pek çok gönderme yer alıyor. 1993 yılı Doğu Bloku’nun yıkıldığı ve Bosna savaşının sürdüğü bir tarih ve güncel olaylara da sık sık referans veriyor Godard diğer başka göndermelerle birlikte: Bosna ve Dubrovnik’in adları anılıyor; bir genç kız adının Marguerite Duras olduğunu söylüyor; Jacques Rivière’nin “À la Trace de Dieu – Tanrı’nın izinde” adlı ve temaları felsefe, ahlâk, din ve teoloji olan kitabı bir sahnede Tanrı’nın elinde görünüyor; Marx ve Engels’in “Komünist Manifesto”su ile Lewis Carroll’ın “Alice’s Adventures in Wonderland – Alice Harikalar Diyarında”sının aynı yıl yayımlandığına dikkat çekiliyor (oysa ilki 1848, ikincisi 1865’de yayımlanmış); Flaubert’in “L’Éducation Sentimentale – Duygusal Eğitim”inden veya başka klasiklerden bölümler okunuyor (veya konuşuluyor) veya sinemaya çeşitli göndermelerde (Godard gibi kendine has bir sinemacı olan Jean-Marie Straub’un adının anılması; bir karakterin elini kameranın önüne koyarak görüntüyü bir kadını izole edecek şekilde değiştirmesi ve “Bu sahne olmadı, yeniden oynamalıyız” bölümü) bulunuluyor. Tüm bunlar Godard’dan beklendiği gibi filmin bir “entelektüel sinema” veya “entelektüeller için sinema”nın örneği olduğunun göstergesi kuşkusuz.

Sevmek, sevilmek, bağlılık, ihanet, inanç ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkiler üzerine bir hikâye olarak nitelenebilir film. Girişteki sözlerde de (Avusturyalı yahudi filozof Martin Buber’in derlediği mesellerden oluşan bir kitaptan alınmış bu sözler) belirtildiği gibi, duanın insan hayatından çıktığını, yerini hikâye anlatmanın aldığını söylüyor Godard. Ne var ki burada bize bir hikâye anlattığı bile kesin değilken, o hikâyeyi anlatım şekli de -varsa bile- hikâyenin kendisini ret ediyor adeta. Böyle olunca da sözler ve aksiyonlar kadar görüntülerin kendisi de bir anlatım aracı olmanın ötesine geçiyor ve anlatılanın kendisi oluyor adeta. Görüntü yönetmeni Caroline Champetie’in ince ve zekî çalışması bu nedenle önemli bir kozu oluyor filmin. Başroldeki Gérard Depardieu’nun Godard’ın yöntemlerine öfkelenerek çekimler tamamlanmadan seti terk ettiği filmden yönetmenin kendisi de pek tatmin değilmiş yazılanlara göre. Hikâyenin başında kasabaya gelen Klimt karakteri, çiftin duyduğu hikâyesi ile ilgili gerçekleri öğrenmeye çalışır kasabalılarla konuşarak ve karakterlerden birinin ifadesine göre, “Gerçek evleri ayakta tutan şeydir, çatıların çökmesine engel olan”. Anlaşılan Godard da burada, 1993’ün politik kaosu içinde gerçeği araştırmaya girişiyor kendine özgü tarzı ile ve yitirilen inançların yerini alanları ya da belki de o yerin boş kalmasını konuşmak istiyor seyirci ile.

(“Oh, Woe is Me”)