“Bu dünyada bir kadının aşkından daha güçlü tek birşey var: Bir erkeğin gururu”
Kapanmakta olan bir tekne imalathanesinin çalışanlarının değişen dünyaya uyum sağlama çabalarının hikâyesi.
John David Holes’un ilk ve tek sinema filmi. Kariyerini televizyon dizileri ile sürdüren yönetmenin bu filmi çok düşük bir gişe geliri getirince kendisinin sinema kariyerini de sonlandırmış. Bu ticari başarısızlığın en temel nedeni ise filmin sıcak ama vasat bir hikâye anlatmasının yanısıra ve bunun sonucu olarak karşımızdaki eserin özel bir cazibe noktasından yoksun olması veya bir başka deyişle hep aynı tempoda ilerleyince bir “kreşendo” etkisine de sahip olamaması.
Filmin Beau Bridges, Kathy Bates, Mary-Louise Parker, Arthur Kennedy ve Vincent D’Onofrio gibi isimlerden oluşan parlak kadrosu oyunculuklar açısından filmi belli bir çizginin üzerinde tutmayı başarıyor ve film hemen her karaktere ayırdığı yeterli zaman ile bu karakterleri anlamamıza ve hayatlarına girmemize imkan veriyor ama hikâyenin kimi kusurları filmin vasat bir çizginin üzerine bir türlü çıkamamasına neden oluyor. Öncelikle film kapanmakta olan bir imalathane üzerinden bireylerin değişmek, uyum göstermek, yeni adımlar atmak için cesur olmak ve sorumluluklarını gözden geçirmek konularındaki davranışlarını irdelemek konusunda hemen hiç yeni bir şey söylemiyor. Karakterlerin hikâyelerinden kimini (örneğin Beau Bridges’ın canlandırdığı John Alder rolünü) filmden çıkarsanız hiç bir şeyin etkilenmeyeceğini çünkü bu hikâyelerin nerede ise filmin diğer karakterlerinin hikâyelerinden tamamı ile bağımsız ilerlediğini söylemek mümkün. Benzer bir şekilde Portekizli balıkçı ailenin hikâyeye ne kattığını anlamak zor. Konusu evrensel bir nitelik taşıyor olsa da bir yandan hayli Amerikalı görünen bu film hemen hiç bir anında farklı bir şey söylemiyor ve ortaya çıkan da pek çok örneğini daha önce gördüğümüz Amerikan televizyon filmlerinin bir benzeri oluyor.
Bunu amaçlamamış görünse de geldiği yer bir “kendini iyi hisset” noktası olan film küçük mucizeleri, hemen hiç bir an gündemden düşmeyen aile övgüsü ve hep aynı çizgide ilerleyen temposu ile bir türlü bir vurucu an yakalayamamanın da sıkıntısını çekiyor. Yine de filmden seyirciye geçen bir samimiyet duygusunun varlığından da söz etmek gerek. O küçük hikâyeleri içinde karakterler (küçük mucizelere rağmen) oldukça doğal görünen bir resim oluşturmayı başarıyorlar ve hemen hiç bir şeyin altını çizmeyen hikâyeyi bir şekilde seyredilir kılmayı başarıyorlar. Bu durum bir filmi seyretmek için yeterli bir neden midir, orası ayrı ve kişisel bir karar. Küçük ve sıradan hikâyelerden hoşlananlar ve karakterlerin finalde bir şekilde mutluluklarını veya ona giden yolu keşfettikleri türden filmleri sevenler için.
(“Hayat İşaretleri”)