The Road – John Hillcoat (2009)

“Saatler 01.17’de durdu. Uzun süre parlak bir ışık göründü, ardından bir dizi hafif sallantı oldu. Sanırım ekim ayındayız ama emin değilim. Yıllardır takvimi takip ettiğim yok. Her gün bir öncekinden daha gri. Hava soğuk ve dünya yavaşça ölürken daha da soğuyor. Hiçbir hayvan kurtulamadı ve tüm ekinler uzun zaman önce yok oldu. Önünde sonunda dünyadaki tüm ağaçlar devrilecek. Yollar alışveriş arabası çeken mülteciler ve yakıt ile yiyecek arayan silahlı çetelerle dolu. Bir yılın sonunda tepelerde ateşler yakıldı ve detone ilahiler yükseldi. Yamyamlık baş gösterdi. En çok korkulan şey yamyamlık. En büyük sıkıntım yiyecek, her zaman yiyecek; yiyecek, soğuk ve ayakkabılarımız. Bazen çocuğa cesaret ve adalete dair eski hikâyeler anlatıyorum, her ne kadar hatırlaması güç olsa da. Tek bildiğim, çocuğun yaşama nedenim olduğu ve eğer o Tanrı kelamı değilse, Tanrı hiç konuşmamış demektir”

Büyük bir felakete uğrayan dünyada hayatta kalabilecekleri bir yere doğru yolculuk eden bir baba ile oğlunun hikâyesi.

Romanları (“No Country for Old Men”, “Child of God”, “All the Pretty Horses vs.) sinemacılar için çekici bir kaynak olmuş Amerikalı yazar Cormac McCarthy’nin aynı adlı romanından uyarlanan bir Amerikan yapımı. Senaryosunu Joe Penhall’ın yazdığı filmin yönetmenliğini John Hillcoat üstlenmiş. “Mad Max”tekine benzer distopik bir dünyada geçen bir yolculuğun hikâyesini anlatıyor film ve güneye, deniz kenarına ulaşmaya çalışan bir baba ve oğlunun bu yolculukta yaşadıklarına tanıklık etmemizi sağlıyor. Yakın bir gelecekte geçen hikâye tasvir ettiği dünya aynı olsa da “Mad Max” serisinden çok farklı bir içerik ve biçime sahip: Aksiyona hemen hiç yanaşmıyor bu film ve çılgın bir dilden ve karakterlerden de uzak duruyor. Bir hayatta kalma, ama aynı zamanda hayatta kalmanın anlamı ve gerekliliğini sorgulama hikâyesi içeren film başrollerdeki Viggo Mortensen ve genç oyuncu Kodi Smit-McPhee’nin uyumlu, sağlam ve gerçekçi oyunları ile de değer kazanan önemli bir çalışma. Zaman zaman daha güçlü bir film için daha fazlası gerekiyor gibi görünse de bundan özellikle kaçınıldığı açık bu hikâyede.

Dünyanın sonunu getiren felaketin ne olduğunu roman gibi film de açıklamıyor bize. Uzun süren bir ışıktan, takip eden küçük sarsıntılardan bahsediliyor ama bu unsurların kaynağını dile getirmiyor film ve gezegeni gri ve karanlık bir yere dönüştüren bu felaketin arada tanık olduğumuz yangınlar ve çatlayan yeryüzü nedeni ile devrilen ağaçlarla devam ettiğini de söylüyor bize. Öne sürüldüğü gibi bir nükleer felaket de olabilir neden, dünyaya çarpan bir uzay cismi de; bunun çok da bir önemi yok aslında. Küresel ısınma gibi adım adım yaklaşan ve insanın hırsının ve akılsızlığının sonucu olan felaketler varken bir dış kaynağa çok da gerek yok sonuçta.

Javier Aguirresarobe’nin etkileyici görüntü çalışması kelimenin her anlamı ile gri bir dünyayı getiriyor perdeye. Yiyecek bulmanın nerede ise imkânsız olduğu bir dünya bu ve hayatta kalabilmek için yamyamlık sıradan bir çare olmuştur. Annenin bir sahnede babaya çarpıcı bir biçimde vurguladığı gibi (“Bizi yakalayacaklar ve öldürecekler. Bana tecavüz edecekler, oğluna tecavüz edecekler ve sonra bizi öldürecek ve yiyecekler”) bir kurtuluş umudu yok gibi görünmektedir ve anne diğer pek çok insanın yaptığı gibi “gitmeyi” tercih etmiştir. Baba ise “içindeki ateş”i korumakta ve direnmeye devam etmektedir; ama bu direnme gerçekçi bir bakışı da korumakta ve adam oğluna, mecbur kaldığında içinde sadece iki kurşan kalan silahı “gitmek için” nasıl kullanması gerektiğini de öğretmektedir. Belki de hikâyenin temel derdi olarak bu ifadeyi, “içindeki ateş”i seçebiliriz. Korkunç bir distopyanın içinde kendini bulduğunda insan umudunu ısrarla korumaya devam etmeli mi, ne zaman pes etmeli ve ne için direnmeyi sürdürmeli? Koşullar ne olursa olsun, hep iyi kalmak mümkün mü? Annenin ısrarla söylediği gibi sadece hayatta kalmış olmak adına hayatta kalmanın ne anlamı var? Bu sorulara hikâye belki finali ile bir cevap veriyor ama filmin çekici yanı soruları seyirciye de sık sık sordurmayı başarması.

Zaman zaman kısa geriye dönüşlerle ve arada babanın anlatıcı sesi ile karşımıza getirilen hikâye bir Mad Max çılgınlığından çok farklı bir havaya sahip. Silahlı çetelerin arabasının bir örneği olduğu çok benzer bir dünyada olsak da bu hikâye aksiyona çok az başvuruyor ve bir fantezinin değil, gerçekçiliğin peşine düşüyor. Yavaş ilerleyen ve bu nedenle geniş kitlelerin çok severek izleyeceği bir film değil bu ve gişe gelirinin düşüklüğü de doğruluyor bu düşünceyi. Filmin yaratıcılarının derdi de bu değil zaten; onlar hüzün, dram ve sorular içeren bir baba-oğul ve hayatta kalma hikâyesi anlatmayı seçmişler ve başarmışlar da bunu temel olarak. Kadının “gitme” ısrarı ve babanın yalvarmaları, adamın oğlunu korumak ve yetiştirmek için harcadığı göz yaşartıcı çaba, içinde bulunulan dünyanın tüm renklerini yitirmiş ve sert havası, soğuk ve açlığın neden olduğu korkunç zorluklar ve herkesten kuşkulanmak zorunluluğu paranın artık hiçbir şey ifade etmediği bir dünyayı anlatırken filmin seyirciyi etkilemeyi başardığı anlardan sadece birkaçı. Bunlara finalde çocuğun karşılaştığı bir yabancının “iyi adam” olup olmadığını anlama çabasının trajik hüznünü ve bir mahzene kapatılmış çıplak esirlerin korkunçluğunu da ekleyebiliriz rahatlıkla.

Viggo Mortensen ve Kodi Smit-McPhee’ye kısa rollerde Charlize Theron, Robert Duvall ve Guy Pearce gibi güçlü isimlerin eşlik ettiği filmin müziklerinde daha önce de yönetmen Hillcoat ile çalışmış Nick Cave ve Warren Ellis’in imzaları var. Bir sığınakta yiyecek bulunulan sahnenin bir parça uzatılmış olması, son bölümlerin beklenen vurucu etkiyi yeterince yaratamaması ve belki de en önemlisi hikâyenin sanki bir parça daha içeriden bir bakışla anlatılması gerekirmiş hiisni vermesi gibi problemlerinin olduğu söylenebilir filmin ama kaynak romanın karanlık şiirselliğini onun kadar etkileyici olmasa da sinemada yaratmayı başaran bu film kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Büyük bir felaket sonrası dünyanın haline iki farklı uçta durarak bakan Mad Max serisini ve bu filmi art arda izlemek ilginç bir seyir tercübesi olabilir diyerek ve “içindeki ateş”i ne olursa olsun hep korumak gerektiğini hatırlatarak önerebiliriz bu ilginç filmi.