Dillinger – John Milius (1973)

Dillinger“Herkes sakin olsun, korkacak bir şey yok. Çetelerin en iyisi olan John Dillinger çetesi tarafından soyuluyorsunuz. Bugün kaybedeceğiniz birkaç dolar sayesinde çocuklarınıza ve torunlarınıza anlatacak hikâyeleriniz olacak. Bu hayatınızın en önemli anlarından biri olabilir; dikkat edin de sonuncusu olmasın”

ABD’deki büyük bunalım döneminin en ünlü soyguncu çetelerinden birinin lideri olan John Dillinger ve peşindeki FBI ajanı Melvin Purbis’in hikâyesi.

Sinemaya ilgi gören filmlerin senaristi olarak başlayan John Milius’un hem yazıp yönettiği bir film. Amerikan sinemasının en sağcı isimlerinden biri olan (kendisi gibi bir başka muhafazakâr isim olan Charlton Heston ile birlikte silahlanma hakkını savunan bir örgütün liderliğini yapmışlığı da var) ve bu nedenle Hollywood’un kendisinden hoşlanmadığını ifade eden John Milius bu filminde Amerikan tarihinin en ünlü gansgterlerinden birini tam kendi tarzında ele almış: Karşımızdaki film silahların patladığı anda coşan, örneğin Arthur Penn’in “Bonny and Clyde” filminde yaptığının aksine estetiği/stilizasyonu öne çıkarmadan ve çok daha düz bir sinema dili ile derdini anlatan ve baş oyuncusu -Dillinger’a fiziksel benzerliği dikkat çekici olan- Warren Oates’un keyifli performansı ile dikkat çeken bir çalışma. Ne var ki film aksiyonunda (ve sertliğinde) gösterdiği özeni karakterlerini ele alırken gösteremiyor ve bu da filmin kalıcılığını ciddi ölçüde etkiliyor.

1933 ile 1934 yılları arasında yaklaşık on iki banka soygunu yapan Dillinger’ın bu yıllarını (hayatının da son bir yılı aynı zamanda) ele alan hikâye, Dillinger’ı yargılamak/eleştirmek gibi işlere hiç girişmeden ve hatta onun esprili ve “cool” tavırlarını öne çıkararak anlatıyor derdini. İlginç olan, filmde zaman zaman devreye giren anlatıcının Dillinger’ın peşindeki FBI ajanı Purbis olması. Böyle bir anlatıcı rolüne niçin gerek duymuş bilmiyorum Milius ama bir anlatıcı kullanmak çok da doğru bir sonuç vermemiş görünüyor. Anlattıkları pek de önemli değil ve üstelik Dillinger’ın karakteri hikâyede o denli baskın ki ajanın anlatıcılığı ve kendisi iyice gölgede kalıyor. Böyle olunca da, fazlası ile kolay ve katkı sağlamayan bir tercih olarak duruyor anlatıcı kullanımı. İşin aslına bakılırsa, Milius’un konsantrasyonunu hikâyenin sert yanına, patlayan silahlara vs. verdiğini düşününce, onun bu kolaylığı özellikle tercih ettiğini düşünmek de mümkün. Evet, Milius tüm o çatışma sahnelerini, ateşlenen silahların görüntülerini veya vurulup düşen bedenleri gösterirken sinemasal bir keyif alıyor gibi görünüyor. Burada kastettiğim, öldürmenin ve kanın estetize edilmesi değil kesinlikle. Aksine tüm bu sahneleri tam bir “doğallık” içinde gösteriyor bize Milius ama o derece doğal ve nerede ise üzerinde hiç durmadan yapıyor ki bunu ister istemez şiddeti normal karşılamaya başlıyorsunuz.

Filmin senaristi ve yönetmeni olarak “harika bir iş” çıkardığını söylemiş sonradan Milius. Bu yargıya katılıp katılmamak bir filmden ne beklediğiniz ile doğrudan bağlantılı elbette. Yormayan bir hikâye ve yormayan bir sinema dili ile anlatılan bir aksiyon bekliyorsanız, Milius bunu fazlası ile veriyor size bu filmde. Ama sinema dilinde bir farklılık, hikâyede ve karakterlerde derinlikse derdiniz, film tatmin etmeyecektir kesinlikle. Bunu dikkate alarak izlemenin doğru olacağı filmin senaryosunda gerçekler “sinemasal gerçekler” ile yer değiştirmiş. Örneğin Dillinger’ı vuranın kim olduğu tam olarak bilinmiyor bugün bile ama Milius hikâyesinin dramını arttırmak için Purbis’e vermiş bu “şeref”i. Dillinger ile Purbis arasındaki mücadelenin kişisel bir boyuta taşındığını da sık sık ima ediyor Milius hikâye boyunca (ne var ki aradığı dramatik etkiyi sinemasal olarak pek de yakalayamıyor bununla) ama bunun da gerçekliği tartışmalı. Filmin sonunda, Dillinger’ın kadın arkadaşının daha sonrahiç evlenmediği söyleniyor. Oysa üstelik iki ayrı evlilik yapmış kadın gerçek hayatta. Son bir Milius kurnazlığı olarak, yine finalde FBI ajanının intihar ederken kullandığı silahın Dillinger’ı vurduğu silah olduğu söyleniyor ama bunun da gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok.

Milius’un cezaevi görevlisinin ve araba tamircisinin Dillinger’ın fırlattığı parayı kapışmaları veya bardaki bir sahnede az önce kendilerinden çalınan ve Dillinger tarafından havaya atılan parayı kapışmak için koşuşturan insanları gösterdiği anlar, onun baş karakterine pek de yargılayıcı yaklaşmadığının göstergesi ve dönemin ekonomik bunalımının kurbanlarını yine bu dönemin adamı olan Dillinger ile adeta özdeşleştirmesi ile ilgi çekici. Warren Oates kadar Harry Dean Stanton, Ben Johnson ve Michelle Phillips’in de başarılı performanslar sergilediği filmin el bombalı, tabancalı, makineli tüfekli ve binlerce kurşun sesini duyduğumuz aksiyon sahneleri belki çok da orijinal görünmüyor ama bir etkileyicilik taşıdıkları açık ve filmi sürükleyen de bunlar oluyor. Milius her ne kadar tarzını benimsememiş olsa da, filminde en azından iki ayrı sahnede “Bonnie and Clyde” filminden esinlenmiş görünüyor: Dillinger ve kadın arkadaşının restoranda FBI ajanı ile karşılaşmaları (ki bu da Milius’un hayal gücünün ürünü olsa gerek) ve aile çiftliğini ziyaret sahnesi (buradaki romantik dans görüntüsünün eğretiliği o kadar açık ki Milius’un neden kurguda atmadığını bu sahneyi anlamak zor gerçekten) kesinlikle Arthur Penn’e borçlular varlıklarını.

(“Dilinger – Gangsterler Kralı”)

Conan the Barbarian – John Milius (1982)

“Umurunda değildi artık; ölüm ve hayat onun için aynıydı. Onu şehvet ve öfke çığlıkları ile karşılayan kalabalığı umursuyordu sadece; değerinin farkına varmaya başlamıştı”

Ebeveynleri dahil tüm kabilesini öldüren bir büyücüden intikam almaya çalışan barbar bir savaşçının hikâyesi.

Tam da Reagan döneminin liberallere karşı atağa geçen Hollywood’una uygun bir film. Erkek egemen bir bakıştan bireyin yüceltilmesine tüm faşizan öğeleri barındıran ve bu öğelerin altını da kalın çizgiler ile çizmekten utanmayan film sinemasal açıdan da hayli zayıf bir çalışma. Muhafazakâr ve antikomünist sinemanın gedikli isimlerinden John Milius’un yönettiği film aksiyon sevenlerin hoşuna gidecektir muhtemelen ama ciddi ahlâki problemleri olan içeriği ile uzak durulması gereken bir çalışma.

1975 tarihli “The Wind and the Lion – Rüzgârın Sesi” filmi ile bireyin yüceltilmesi ve güçlü liderlere özlemi perdeye taşıyan Milius 1984 tarihli “Red Dawn – Kızıl Şafak” filmi ile de sinemanın görüp göreceği en uç anti-komünist filmlerden birine imza atan isim olmuştu. Onun senaryosunu günümüzün liberal eğilimli ve Castro için belgesel bile çeken Oliver Stone ile birlikte yazdığı film ancak ergenlik çağına yeni girmiş erkeklerin ilgisini çekebilecek yüzeyselliği ile bugün kötü olmasının yanında komik de görünüyor açıkçası. Ne var ki bu komikliği filmin sosyal açıdan düzeysizliğinin önüne geçmemeli kesinlikle; karşımızdaki kelimenin her anlamı ile kötü bir film çünkü. Adı Arnold Schwarzenegger olan ve sinemanın herhalde görüp göreceği en yeteneksiz oyuncularından biri olan bir ismin, daha doğrusu onun kaslarının sürüklediği film baştan aşağıya eril değerler ile dolu ve kadınsı görülen her türlü değerin de aşağılandığı bir çalışma bu. Evet, filmin kahramanına yardım eden güçlü bir kadın da var hikâyede ama bu kadını değerli kılan erkeksi güçlere sahip olması sadece. Bu güçleri onu kadınlıktan uzaklaştırıp erkeklere yaklaştırdığı ölçüde değer kazanıyor hikâyede.

Fantastik hikâyeleri ile tanınan ABD’li yazar Robert E. Howard’ın Conan adlı kahramanı anlatan farklı hikâyelerinden uyarlanan film gücü, daha doğrusu eril bir gücü sürekli yüceltiyor. Hikâye boyunca Schwarzenegger’in kaslarına odaklanan kamerası, jenerikteki yazı karakterlerinden kullanılan müziğe sürekli olarak güce işaret eden, hatta abartı olmadan söyleyelim güce tapan öğeleri ve dökülen kanları ve deşilen organları ile film bu güce uzak düştüğünü düşündüğü her şeyi aşağılamaktan da geri kalmıyor. Örneğin hikâyenin kötü karakterlerinden biri olan baş rahip bir eşcinsel ve müritleri de ya kadın ya da filmin yaratıcılarına göre fazlası ile yumuşak görünümleri olan hippi kılıklı insanlar. Tarih öncesi çağlarda geçen filmde 1970’lerin muhafazakârlarını dehşete düşüren “çiçek çocuklarına” doğrudan gönderme yapmaktan sakınılmaması filmin pervasızlığının bariz örneklerinden biri.

Başta sinema tarihinin en kötü performanslarından birini veren ve bunu nerede ise oyunculuğun gerekmediği bir karakter için sergilemeyi başaran Schwarzenegger olmak üzere filmin oyunculukları da oldukça sorunlu. Böyle bir filmde Ingmar Bergman filmlerinin usta oyuncusu Max von Sydow’un ne aradığını anlamak mümkün değil. Bir zamanlar bir film eleştirmeni kötü filmlerin ortak özelliklerini sıralarken biraz da esprili bir ifade ile “Max von Sydow’un oynadığı herhangi bir Amerikan filmi” demişti; bu ifadeyi doğrulayan bir film karşımızdaki. Yönetmen Milius hayli uzatılmış kimi sahnelerde kan dökülen anlar dışında mizansene hiç de önem vermediğini (veya beceremediğini) gösteriyor. Hele baştaki kabilenin katledilmesi sahnesinde bir uzun uzun bakışma sahnesi var ki benzerini ancak günümüzde Türkiye televizyon dizilerinde görebilirsiniz. Hadi onların 90 dakikayı doldurma telaşı var diyelim; burada ise başarısız bir yönetim dışında başka bir açıklama yapmak mümkün değil. Özetle bu kötü film aynı zamanda “tehlikeli” bir çalışma ve uzak durmakta ciddi yarar var. Filmin politik “ahlâksızlığını” daha iyi anlamak için Michael Ryan ve Douglas Kellner’ın “Politik Kamera” adlı kitabının “Kahramanın Dönüşü” başlıklı bölümüne göz atılabileceğini de belirtelim son olarak.

(“Conan”)