“Belanın kapısını uzun süre çalarsan, er ya da geç cevap veren biri çıkar”
Öldürülen annelerinin cenazesi için bir araya gelen dört kardeşin intikamlarının hikâyesi.
David Elliot ve Paul Lovett’ın senaryosundan John Singleton’un çektiği şiddet dolu bir aksiyon. Evlat edinilen dört çocuğun annelerinin cinayetinin arkasında kimlerin olduğunu bulmaya çalışmasını ve kendi yöntemleri ile cezalandırmasını anlatan film, hayli sert sahneleri, kimi başarılı oyunculukları, kurgu ve temposunun başarısı ile dikkat çeken ama baştaki vaatkâr girişinin ardından özellikle ikinci yarısında süratle geniş kitlelerin beğenisine uyacak bir biçim ve içerik benimsemesi ve hikâyesinin çekiciliğini yitirmesi ile başarı seviyesini epey düşüren bir çalışma. Hikâyenin “erkek egemen” anlayışı ve anne dışındaki kadın karakterlerinin derinlikten uzak halleri ise oldukça rahatsız edici kesinlikle.
Film, Henry Hathaway’in 1965 tarihli ve gerçek bir olaydan esinlenen western’i “The Sons of Katie Elder – Kötü Evlât” adlı filminden yola çıkılarak çekilen ama olay örgüsünün hayli değiştirildiği bir çalışma. John Singleton’un bir başka filmden esinlenen bu filminin 2007 yılında ve bu kez Hint yapımı olarak “Big B” adı ile Amal Neerad tarafından yeniden çekildiğini de hatırlatalım. Kimsesiz çocuklara aile bulmakla uğraşan ve başka kimse evlat edinmediği için kendisinin evlatlık olarak aldığı dört çocuğun yıllar sonra öldürülen annelerinin cinayetinin arkasındaki gerçeği keşfetmeye çalışmasını anlatan hikâyenin bu özeti doğal bir çekicilik barındırıyor aslında. Ne var ki Singleton’un filmi şiddet ile o denli doldurulmuş ki annenin varlığı, sevgi ve iyilik üzerine kurulu hayatının sıcaklığı tüm o sertliğin içinde hayli eğreti ve yapay duruyor; öyle ki bu nedenle oldukça zorlama görünen sahneler sanki başka bir (ve duygusal) filmin parçasıymış gibi hissettiriyorlar kendilerini. Belki filmin yaratıcıları şiddet ve sertlik dolu sahneleri intikam duygusunu haklı göstermek için tercih etmişler ama hikâyenin bu hali başka bir şeyi işaret ediyor: Şiddetin seyirci üzerinde etki yaratmak için özellikle tercih edildiğini. Açıkçası Singleton şiddetin tadını çıkarıyor ve seyircinin de çıkarmasını istiyor gibi görünüyor.
Hikâyenin bir diğer sorunu ise erkekler için çekilmiş ve erkeksi bir dünyayı anlattığını hiç çekinmeden sergilemesi sürekli olarak. Kadınlardan sadece anne ve hayli idealize edilerek gösterilirken, diğer kadınlar (örneğin biri kardeşlerden birinin eşi, biri de bir diğerinin sevgilisi olan iki kadın) hayli zayıf, can sıkıcı veya talepkâr olarak gösteriliyorlar. Eş olan kadına tarafsız davranılan tek sahne kadının iki çocuğu ile ilgilendiği, bir başka deyişle anne olduğu bölüm. Hikâyenin bu kadın düşmanlığının en iyi örneği ise, bir mafya liderinin kocasını aşağılamasına karşı çıkan (bir “kadın” olarak karışmaması gereken bir işe bulaşan bir başka deyiş ile) bir kadının cezalandırıldığı sahne. Diğer tüm kadınlar da sadece erkeklerin yanında bir süs ve temel olarak seks için varmış gibi görünüyorlar. Dört kardeş, yani erkekler ise cesur, esprili ve becerikliler; evet serserilikleri oluyor ve hapise de girip çıkmışlar ama o denli iyiler ki rahatsız etmiyor bu bizi. Bu erkekler kişisel intikamlarını alırken, polis elbette beceriksiz, elbette başarısız ve böyle olunca da hikâye kişisel çözümü (kendi adaletini kendin sağla!) destekleyen bir hava taşıyor ve zaten finalde de “takdir” görüyorlar.
İçeriği hayli sorunlu filmi Singleton teknik becerisi ile ayakta tutuyor ama. Kimi sadece birkaç saniye çalınan tüm o şarkılar (onlarca rock ve soul klasiği) filmin temposuna ve atmosferine uyumları ile ayrıca önem taşıyorlar. Bruce Cannon ve Billy Fox’un kurgusu tempoyu hiç düşürmeden ve sahnelerin ruhuna çok uygun biçimde oluşturulmuş ve hikâyenin yağ gibi akıp gitmesini sağlıyor. Peter Menzies Jr.’ın görüntüleri de, özellikle kar fırtınasındaki takip sahnesinde kendisini gösterdiği gibi kesinlikle başarılı ki bu sahne filmin de doruk noktası bir bakıma. Ne var ki bu başarı hikâyenin kofluğunu ve yanlışlığını örtemiyor. Singleton’un sokaktaki gerçek hayatı aktarmaktaki becerisi önemli bir kısmı doğaçlama olan diyaloglara yansısa da hikâye diğer anlarında çok sık aksıyor. Yabancı birisinin önünde, sevgilisinin cebinde bulduğu prezervatifin hesabını soran kadın sahnesi örneğin komik olmaya çalışırken sadece çok rahatsız ediyor; tabii eğer bu sahnenin amacı kadınların çekilmezliğini göstermek değilse. Uzun süredir görüşmeyen ve biri dışında anneleri ile pek de ilgilenmiş görünmeyen dört kardeşin süratle ve tekrar bir “aile” olması veya finalde kardeşlerden birinin hikâyenin kötü adamı ile bire bir dövüşü gibi saçmalıkları da atlamamalı. Oyuncuların işlerini yaptığı ama özellikle Terrence Howard, Mark Wahlberg ve Andre Benjamin’in öne çıktığı ve David Arnold imzalı müziğin de dikkat çektiği film şükran günü yemeği ve tek planda çekilen ve üç kardeşin banyoda konuşmalarını gösteren sahnelerini çoğaltabilseymiş çok farklı bir yöne kayabilirmiş ama Singleton sıkılan kurşunların ve dökülen kanın peşinden gitmeyi tercih etmiş.
(“Dört Kardeş”)