Når Dyrene Drømmer – Jonas Alexander Arnby (2014)

“Annen güzeldi ama insanlar ondan korkardı, tıpkı senden korktukları gibi”

Babası ve hasta annesi ile yaşayan ve vücudunda tuhaf değişiklikler olmaya başlayan genç bir kadının hikâyesi.

Danimarkalı yönetmen Jonas Alexander Arnby’nin ilk uzun metrajlı filmi. Danimarka ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen filmin senaryosunu Rasmus Birch yazmış. Vücudunda başlayan değişimlerle birlikte annesi ve kendisi hakkkındaki gerçeği de keşfetmeye başlayan genç kadının kendisi ve etrafındakilerle mücadelesi bu gizemli korku filminin temel hikâyesini oluşturuyor. Çoğu doğrudan olmasa da sert sahneleri olan film alışılagelen bir korku filminin ötesine geçip Avrupa, daha doğrusu İskandinav sinemasının sanat sineması havasına da bürünüyor ve korkutmak ve gerilim yaratmaktan çok kahramanının trajedisini ve buna verdiği tepkiyi getiriyor önümüze. Bir bakıma bir başka İskandinav filmi olan “Låt den Rätte Komma – Gir Kanıma”da Tomas Alfredson’un yaptığını deniyor film ve onun vampir filmleri için yaptığını kendi türü için yapmaya çalışıyor. Sonuç onun kadar parlak değil ne var ki ama yine de ilgiyi hak ediyor film; bunun temel nedeni ise bir adada geçen hikâyenin teması için gerekli atmosferi başarı ile yaratabilmiş olması. Hikâyeye doğru yönde katkı sağlayan müziğin de yardımı ile yönetmen Arnby çekici bir biçimselliğe imza atıyor ve filmini ilgi çekici kılıyor.

Tedirgin edici bir gizemliliği ima eden görüntülerle ve bu görüntülere eşlik eden müzikle açılıyor film. Bir adada (gizemli hikâyeler için ada gibi, “dış dünya ile ilişkisi sınırlı” (bir başka ifade ile kapalı) yerler ideal bir mekan oluştururlar hep; çünkü akla doğal olarak toplumun dışarıya karşı sakladığı sırları, değişmezliği getirirler) geçen hikâyede genç kadını vücudunda oluşan gizemli bir yara (leke) için doktora muayene olurken seyrediyoruz önce. Sonra kadının tekerlekli sandalyede yaşayan ve dünyaya adeta uyuşturulmuş gibi bakan annesi ve ona sevecen bir ilgi gösteren babası ile tanışıyoruz. Ardından kız bir balık fabrikasında işe giriyor, önce mobbing sonra da aşk ile tanışıyor. Bu sırada vücudundaki değişim de artarak sürüyor. Kendisi (ve annesi) ile ilgili gerçeği keşfetmesine ve bununla baş etmeye çalışmasına tanık oluyoruz. Rasmus Birch’in senaryosu tüm bunları anlatırken çok da yeni bir şey söylemiyor ve hatta kızın hikayenin başından itibaren tanık olduğumuz şekilde bir parça soğuk bir karakter olarak çizilmesi sonraki duygusal değişiminin etklileyiciliğine de zarar veriyor kısmen de olsa. Senaryonun asıl (ve belki de kayda değer) tek başarısı genç kadının değişimini ve akıbetini -gerçeği öğrendikten kısa bir süre sonra- gizlemekten vazgeçmesi ve etrafındakilere bunu sergilemekten kaçınmaması. Bunu kadının diğerlerinden “farklılığı”nı savunmak olarak algılamak ve toplumun onu, bu farklılığını sindirmek için “uyuşturmaya” çalışmasını da göz önüne alarak hikâyenin bir “politik” mesaj içerdiğini düşünmek mümkün elbette ama filmin altını çizmediği bir durum bu. Finalde nasıl sonuçlanacağını bilemeyeceğimiz bir “imkânsız aşk” ile karşı karşıya kaldığımızı da düşünürsek, hikâyenin çözümden çok bir durum tespiti yaptığını söyleyerek, filmin mesajını nasıl algılayacağınızın seyredene kaldığını belirtelim.

Niels Thastum’un görüntüleri daha ilk kareden başlayarak hikâyeye gerekli olan atmosferi yakalamada müthiş bir katkı sağlıyor. Gerektiğinde karanlık olan (bir aydınlık anda bile ima edilen bir karanlık var filmde), adanın deniz ile “dış dünya”dan yalıtılmışlığı algısını başarı ile yaratan ve kamera oyunlarına başvurmayan gerçekçi hareketlerle hikâyenin gizemini üretmeye katkı sağlayan görsellik gerçekten etkileyici. Mikkel Hess imzalı müzik çalışması da benzer bir katkıyı işitsel alanda sağlıyor ve hikâyenin önüne hiç geçmeden film için doğru atmosferin oluşmasına destek veriyor. Başroldeki Sonia Suhl sinema kariyerindeki bu ilk ve şimdilik tek çalışmasında fiziğinin de sağladığı avantajı çok iyi kullanıyor ve tedirgin bir genç kadından tedirgin bir canavara dönüşümü çok iyi yansıtıyor bize. Diğer oyuncular da, başta baba rolündeki Lars Mikkelsen olmak üzere oldukça doğal ve sade oyunculuklar ile filme hayli gerçekçi bir hava katıyorlar ki senaryosundaki kimi gerçekçilik problemlerini dengelemede filme ciddi fayda sağlıyorlar bu şekilde.

Hikâyenin aynı zamanda bir “büyüme” hikâyesi olduğunu ve kadın baş karakteri üzerinden “feminist” bir söylem ürettiğini de söylemek gerek ama bunun üzerinde yeterince durmuyor film. Yan karakterlerin bir parça derinlikten yoksun olarak çizildiği filmde kimi sahnelerin kurgusu ve makyaj çalışması da başarısı ile dikkat çekiyor. Özetle, farklılığını hikâyesinden çok görsel atmosferi ile sağlayan bu Danimarka yapımı korku filmleri içinde durduğu yer ve sadeliği ile de ilgi görmeyi hak eden bir çalışma.

(“When Animals Dream” – “Hayvan Düşü”)