“Asla bilemeyeceğiz değil mi, Carl? Asla emin olamayacağız”
Yarı kardeş olarak yetişen iki genç arasında gelişen aşkın neden olduğu sonuçların, kuşku ve tereddütlerin hikâyesi.
Senaryosunu Joseph L. Anderson, Doug Rapp ve Franklin Miller’ın yazdığı, yönetmenliğini Anderson’ın yaptığı bir ABD filmi. Tüm kariyeri boyunca üçü kısa, toplam beş film çeke(bile)n Anderson’ın bu ilk uzun metrajlı yapıtı, zamanında ilgi görmediği gibi, hak etmediği bir şekilde unutulan yapıtlar arasına girmişti. ABD’nin kırsal yörelerinde geçen bir hikâyeyi hemen tamamı amatör oyuncularla ve Hollywood’un kalıplarından uzak bir biçimde anlatan yapıt, gerek sinema dili gerekse hikâyesinin özgünlüğü ile dikkat çeken alçak gönüllü bir çalışma. ABD’de yaşanan bir yeni-gerçekçi hikâyeyi Amerikan sinemasından çok, Avrupa sinemasına yakın duran bir anlayışla ele alan Anderson’ın hassas bir konuyu hiçbir rahatsızlık hissettirmeyen bir doğallıkla anlattığı bu düşük bütçeli film, Briab Blauser, Art Stifel ve David Prince’in melankolik ve lirik siyah-beyaz görüntüleri ile de ilgiyi hak ediyor.
Sadece 29 bin Dolar’a (bugünkü değerlerle, yaklaşık 260 bin Dolar) çekilmiş ve uzun süren bir dağıtımcı arayışından ve New York Film Festivali’nin programından John Cassavates’in “Faces” (Yüzler) filmine yer vermek için çıkarılmasının ardından da unutulup gitmiş bu yapıt. O tarihlerde İsveç yapımı erotik filmlerin popülerliğinden yararlanmak isteyen bir dağıtımcıya satılmış film ve o da Anderson tarafından çekilen birkaç erotik sahneyi ekleyerek çıkarmış filmi gösterime. Bu sahneler, yönetmenin porno filmler çektiğinden kuşkulanan FBI’ın Anderson’ın evini basmasına neden olmuş. İlginç bir başka not olarak, filmin yeni kurgusunda danışmanlık yapması istenen kişinin o tarihlerde “hevesli bir genç sinemacı” olan 26 yaşındaki Martin Scorsese olduğunu hatırlatalım. Scorsese filmin yeniden kurgulanmasına gerek olmadığını belirtse de, eklenen birkaç sahne ve “Miss Jessica Is Pregnant” gibi kışkırtıcı bir isim ile gösterime çıkarılmış ama hiç ilgi görmemiş film.
Güneydoğu Ohio’da, Canaan adındaki bir kasabada geçiyor hikâye. Her ikisi de ikinci evliliğini yapan bir çiftin çocuklarıdır Carl (ilk ve tek sinema oyunculuğundaki Ted Heimerdinger) ve Jessica (toplam 5 filmden oluşan oyunculuk kariyerinin ilk çalışmasındaki Larue Hall). Carl babanın (John Crawford) ilk evliliğinden gelen çocuğudur, Jessica ise çiftin evliliklerinden kısa bir süre sonra doğan ortak çocuklarıdır. Anne (Marjorie Johnson) gençliğinde Los Angeles’ta yaşamıştır ve oradaki hayatını özlemle hatırlarken, şimdi yaşamak zorunda kaldığı kasabadan mutsuzdur. Baba ise savaş yıllarında orduda çalışmıştır ve şimdi çiftçilik yaparken, eski günlerin rahatlığından uzak kalmıştır. Carl ve Jessica, başka çocukların da olduğu bu mutsuz ve kalabalık ailenin parçasıdırlar ve kasabadaki tek eğlence ve sosyal aktivite olan dans gecesinden sonra, delikanlının sarhoşluğunun da sonucu olan ve onun zorlaması ile başlayan bir cinsel birliktelik yaşarlar; sonuç, bu olandan mutsuz olan Carl’ın kasabayı ve aileyi terk ederek başka bir şehre gitmesi ve Jessica’nın hamile kalmasıdır. Bir bahar gecesi (Spring Night) yaşanan bu olaydan bir süre sonra, bir yaz günü (Summer Night) geri döner kasabaya Carl ve karşılıklı duygular, hamilelik, utanç ve kuşkunun birbirine karıştığı tereddüt günleri başlar.
Joseph L. Anderson bu “ensest hikâyesi”ni oldukça sade ve zarif bir sinema ile anlatmış ve bazı hareketli sahnelerdeki farklı tutumu dışında teknik oyunlardan uzak durmayı seçmiş. Hem bu farklı sahneler hem de filmin geneli için yapılan seçimler doğru ve birbirine zıt düşmeleri de özellikle katkı sağlıyorlar yapıta. Bardaki dans sahnelerinde veya kavgaya da dönüşebilen fiziksel mücadelelerde kamera, hareketleri algılamayı zorlaştıran, görüntüyü bulanıklaştıran yakın planlara başvuruyor ve hareketleniyor tıpkı görüntülediği karakterler gibi. Bu sahnelerin genellikle öfkelere ve arzulara tanık olduğumuz anlar olması; yönetmenin karakterlerin içlerindekini dile getirdikleri anlarda hareketli ve doğrudan, diğer anlarda ise daha sakin ve ima eden bir sinema dili tercih ettiğini gösteriyor ki açıkçası belli bir etki de yaratıyor seyirci üzerinde bu seçimler. Anti-Hollywood denebilecek bir üslûbu var Anderson’ın ve yine anti-Hollywood hikâyesi ile uyumlu bir tarz bu kesinlikle. Zaman zaman Sovyet filmlerini çağrıştıran bir havası da var bu sinema dilinin; kalabalık sahnelerde kamera insanların yüzlerinde geziniyor ve onları sıradan eylemler içindeyken getiriyor karşımıza; bu eylemler, örneğin bardaki dans gecesinde olduğu gibi “havadaki aşk kokusu”nu bize geçirmek için özenle seçilmiş gibi görünürken, bazen de kasabalıların yaşadıkları koşulları gösteren daha dolaylı seçimler oluyorlar.
Eskiden yoğun olarak madencilik yapılan ama madenlerin kapanmasından sonra çekiciliğini ve eğlencesini yitiren bir yer olarak çıkıyor karşımıza Canaan. Hemen tüm karakterler geçmiş güzel günleri özlüyorlar ve “zengin değildik ama mutluyduk ve para harcardık” benzeri cümleler kuruyorlar hikâye boyunca. Dış sahnelerdeki ıssızlık ve geniş ama boş mekânlar, karakterlerin dilindeki “gitmek” eylemi ve geçmiş günlerin özlemi kasabanın sözcüğün iki anlamı ile de yoksul görüntüsünün güçlü ama yalın bir şekilde geçmesini sağlıyor seyirciye. Carl ve Jessica’nın bu yoksulluk ve griliğin ortasındaki aşkları hikâyenin tek renkli unsuru ve iki genç insanın kuşku ve belirsizliğin hâkim olduğu ilişkilerinin kırılganlığı bu rengi ulaşılmaz da kılıyor bir yandan. Elbette, hikâyedeki asıl engel ensest kuşkusu; çünkü genç erkek ve kadın gerçeği, kardeş olup olmadıklarını öğrenemiyorlar tüm çabalarına rağmen. Seyirci için de cevapsız bırakılıyor bu soru ve finaldeki seçim bu nedenle daha da güçlü oluyor, doğruluğu ve gerekliliğinden bağımsız olarak. Bu hassas konuda, film özellikle bir taraf tutmuyor (ki bunun rahatsız edici olduğu da söylenebilir); bunun yerine, bir belgeselci tavrı ile, olan biteni bizi özel bir duyguya sevk etmeye çalışmadan göstermekle yetiniyor dikkatli bir şekilde. Yaşanan cinsel birliktelikle ilgili olarak oğlanın “Benim hatamdı. Çok sarhoş değildim, ne yaptığımın farkındaydım” sözleri ile kızın kendi rızasını ima eden “Seni durdurabilirdim” cevabı da bu tarafsızlığın bir örneği olarak görülebilir.
Oyuncuların performansları, doğallıkları ve doğru tonu yakalamış olmaları ile göz dolduruyor. Burada özellikle öne çıkan Ted Heimerdinger oluyor. Laure Hall’un da kendisine benzer bir performansla eşlik ettiği Heimerdinger sade bir şekilde ve adeta kendi hayatı görüntüye alınmış gibi oynuyor; onun bu performansı karakterini ve hikâyesini gerçek kılıyor kesinlikle. Orduya katılmanın geçmişte olduğu gibi bugün de para kazanmanın tek elle tutulur yol gibi göründüğü bir kasabada iki genç insanın kendi eylemlerinin de sonucu olan çıkışsızlıklarının sahici kılınmasında kadronun önemli bir payı var bu nedenle. John Crawford ve Marjorie Johnson’ın aslında dönemin B sınıfı filmlerine daha çok yakışacak türdeki oyunculukları bile belli bir gerçekçilik duygusunu barındırıyor hep.
Nehir kenarında yan yana oturan Carl ve Jessica’ya kuşku ile bakan kardeş görüntüsünün bir yere bağlanmaması gibi ufak kusurları olan filmin senarist ve yönetmeni Anderson hikaye için, Ohio’da kömür madenciliği yapılan yerlerde iki yıl boyunca araştırma yapmış ve o güne kadar tek oyunculuk tecrübeleri kasabanın amatör tiyatrosunda sahneye çıkmak olan oyuncuları seçmiş. Yönetmenin araştırmalarının meyvelerini verdiğini filmin realist havasında görmek mümkün. Senaristleri arasında yer alan ve aslında başrolü oynaması planlanan Doug Rapp’in bir motosiklet kazasında ölmesinden sonra, hikâye üzerinde çalışmaya devam eden Anderson ve Franklin Miller’ın Ermanno Olmi’nin 1963 tarihli “I Fidanzati” adlı filminden ve İsviçreli fotoğrafçı Robert Frank’in 1958’de basılan “The Americans” adlı kitabındaki eserlerden de esinlendiği belirtiliyor senaryoyu yazarken. Düşük bütçenin bazen olumlu sonuçlar da verebileceğinin (örneğin burada, yetersiz ışık kaynakları nedeni ile görüntülerdeki kontrast yüksek olmuş ve bazı sahnelere gerçekten etkileyici bir hava vermiş bu durum) örneği de olan çalışma, sinemaseverlerin ilgisini hak eden, melodramı “ham” bir havada kullanan ve uzun yıllar boyunca önemli bir haksızlığa uğrayan bir yapıt.