Hytti Nro 6 – Juho Kuosmanen (2021)

“Yalnızca parçalarımız dokunacak / Başkalarının yalnızca parçalarına”

Moskova’da okuyan Fin bir kadının, kayalar üzerine oyulan resimleri görmek için ülkenin kuzeyindeki Murmansk şehrine yaptığı tren yolculuğunda, kompartımanını tanımadığı bir Rus erkekle paylaşmak zorunda kalması ile gelişen olayların hikâyesi.

Fin yazar Rosa Liksom’un 2011 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan bir Finlandiya, Estonya, Rusya ve Almanya ortak yapmı. Cannes’da Büyük Ödül’ü Asghar Farhadi’nin “Ghahreman” (Kahraman) adlı yapıtı ile paylaşan filmin senaryosunu Andris Feldmanis, Juho Kuosmanen ve Livia Ulman yazarken, yönetmen koltuğunda oturan isim Kuosmanen olmuş. Kültür ve sınıf açısından taban tabana zıt görünen iki insanın bir yolculuktaki zorunlu ortaklığı -tahmin edilebileceği gibi- hümanist bir içeriği olan bir hikâye ile anlatılıyor ve sinemanın son dönemdeki zarif yapıtlarından biri çıkıyor ortaya. Önemli bir kısmı tren içinde geçen film klostrofobi duygusunu hep canlı tutan ve bunu iki baş karakterinin arayışlarının ve -farkında olmadıkları- kıstırılmışlıklarının anlatım aracı olarak etkileyici bir şekilde kullanan, farklılıklarımızın çoğunlukla dışımızdan dayatılan olgulara dayandığını hatırlatan ve zarif bir romantizmden hoş bir macera havasına kadar uzandığı tüm alanlarda belli bir başarı yakalayan önemli bir çalışma.

Filme kaynak olan romandaki Sovyetler Birliği vurgusu (kitabın yazarı Liksom da hikâyesinin kahramanı gibi Moskova’da okumuş) ile ilgilenmeyen filmin öyküsü, özel bir tarih belirtilmese de, 1990’ların sonlarına doğru geçiyor. James Cameron’ın 1997 tarihli “Titanic” filmine yapılan gönderme, cep telefonlarının olmayışı ve videokameranın varlığının bu tahmini desteklediği hikâyenin kadın kahramanı Laura (Seidi Haarla) Moskova’da arkeoloji okumaktadır ve sevgilisi olan, entelektüel bir akademisyen kadınla yaşamaktadır. Petroglif denen ve kaya üzerine oyularak yapılan tasvirleri (resimler, çizimler) görmek için Rusya’nın kuzeyindeki Murmansk’a birlikte gitme planları arkadaşının son anda gel(e)memesi üzerine bozulunca, kendi başına çıkar yolculuğa Laura ama gezinin başında tatsız bir sürprizle karşılaşır: Uzun seyahat boyunca trendeki kompartımanını kaba görünümlü, devamlı içen ve küfürlü konuşan bir Rus adamla (Ljoha rolünde Yuriy Borisov var) paylaşmak zorundadır. Adamdan kurtulma çabaları sonuçsuz kalacak, sevgilisi ile soğuk geçen telefon konuşmalarının da etkisi ile devam edecektir yolculuğuna ve bu zorunlu birliktelik her ikisi için de hedeflemedikleri sonuçlara ve kendilerini tanımaya giden süreci başlatacaktır.

Hikâye 90’larda geçse de jeneriklere eşlik eden şarkı Roxy Music’in 1975 tarihli “Love is the Drug” adlı parçası. Bryan Ferry şarkıyı yazarken aklındaki görüntününi arabasına atlayıp kulübe “eğlence” bulmaya giden bir genç adam olduğunu söylemiş bir röportajında; şarkının herhangi bir taahhüt içermeyen, gecelik cinsel ilişkilerle ilgili olduğu kabul ediliyor bugün. Laura ve Ljohan’ın ise yolculuklarına çıkarken böyle bir hedefleri yok; hatta romantik filmlerin -komedi içerenleri de dahil olmak üzere- önemli bir “gerilim” unsuru olarak kullandıkları yatacaklar mı / yatmayacaklar mı sorusunun cevabı da şarkıdaki anlayışın tam tersi bir yönde işleve sahip oluyor burada. Evet, ilginç bir şekilde yatmamalarını, daha doğrusu gelip geçici bir seks ilişkisi içine girmemelerini arzu ediyorsunuz karakterlerin; bunun nedeni ise en azından kendisi ile ilk tanıştığımız sahnede tanık olduğumuz kaba davranışları ve cinsiyetçi sözleri değil Ljohan’ın. Film karakterlerine öyle bir sevgi ve sıcaklık ile yaklaşıyor ki, öncelikle onların dost olmalarını ve önyargıların, hırsların, yapay ilişkilerin hâkim olduğu dünyada samimi bir arkadaşlığın tarafları olmalarını umut ediyorsunuz. Bir samimiyet üzerine kurulu her türlü ilişki ise, niteliği ne olursa olsun, tartışmasız doğru olacaktır çünkü. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, film üzerimize sevgiyi ve hümanizmi boca etmiyor; bu sevgiyi ve hümanizmi, umut ederek bizim yaratmamızı bekliyor ilginç ve takdiri hak eden bir şekilde. Bu bağlamda, “öpüşme” sahnesinde karakterlerden birinin isteksizliği ve sonra da kaçınması, yönetmenin de bu sahneyi süssüz ve bir parça özellikle hoyrat bir biçimde görüntülemesinin hikâyenin ruhuna çok uygun bir tercih olduğunu atlamamak gerekiyor.

Açılış sahnesinde Laura’yı sevgilisinin evinde bir partide görüyoruz. Entelektüel misafirler arasında edebî alıntıların kime ait olduğu konusunda oyun oynanmaktadır partide ve daha ilk andan itibaren Laura’nın o ortamdakilere ve hayatlarına hayranlığını, oraya ait olma arzusunu hissediyorsunuz. Kadının videokamerası ile o hayatların görüntülerini saptaması ve kendisi için bu nedenle çok değerli olan o kamerayı yolculuğu sırasında çaldırarak ondan yoksun kalması bu bağlamda sembolik bir anlam taşıyor kuşkusuz. Ljoha ise tren yolculuğuna hiç de entelektüel bir amaçla çıkmış değildir; kadına söylediğine göre, Murmansk’taki madenlere çalışmaya gitmektedir ve amacı kendi “iş”ini kurmak için para biriktirmektir. Bu “iş”in ne olduğunu söylemez ama anlaşılan bu gizem madende işçi olarak çalışacağını söylemeye utanmasından kaynaklanmaktadır. Ljoha’nın ilk davranışları ve konuşma biçimi epey rahatsız eder kadını ama önce zorunluluk, sonra da tanık olduğu birkaç küçük an onu yolculuğa devam etmeye ikna eder. Trenin mola verdiği bir yerde genç adamın kar topu ile kendi kendine oynamasındaki çocuksuluğu ve kadını kaba bir yolcudan “kurtarması” gibi eylemlerle başlayan yakınlık için asıl dönüm noktası muhtemelen, birlikte gittikleri bir ev ziyareti oluyor. Ljoha’nın kim olduğunu söylemediği ama “anneden daha iyi” diye tanımladığı bir yaşlı kadının evinde geçen gece aralarındaki tanışıklığı artıracak ve o kadının istatistiklerle söylenebilecek bilimsel yalanlarla ilgili esprisi bir yandan hikâyenin her türlü sınıflamalara (dolayısı ile ayrımlara) karşıtlığının temsili olurken, iki kahramanımız arasındaki sınıfsal / kültürel farklılıkların bir yanılsamadan ibaret olduğunu da ima edecektir. Laura’nın yolculuk sırasında vagonlarına aldıkları Fin adamla ilgili yaşananları da bu farklılıkların (ve yakınlıkların) yapaylığı üzerinden değerlendirmek gerekiyor elbette.

Hoş sembolik anları var filmin; örneğin talep edildiğinde çizil(e)meyen bir resmin sonradan bir sevginin ifadesi olarak yaratılabilmesi, ağlama ve dostça bir sarılmanın öpüşmeye dönmesinin ret edilmesi veya videokameranın kaybı hikâyeyi doğru anlamak ve onu çekici kılmak açısından oldukça zarif işlevler yükleniyorlar. Bu örneklerin de desteklediği hüzünlü bir havası var aslında filmin ama final bu hüznü darmadağın edecek içeriği ile umudun ortasına bırakıveriyor sizi. Filmde birkaç kez kullanılan, Fransız şarkıcı Desireless’in 1986 tarihli “Voyage Voyage” adlı şarkısının da ima ettiği gibi, bir yolculuk filmi seyrettiğimiz ve her yolculukta olduğu gibi asıl meselenin hedef değil, yolculuğun kendisi olduğu türden hikâyesi bu hüznü zarif bir biçimde yansıtıyor. Rus yazar Victor Pelevin’in “Çapayev ve Boşluk” adlı romanından “Kaçabilmek için; nereye değil, nereden kaçtığını bilmen gerekir” alıntısını yapan bir karakterin de hatırlattığı gibi, hüzünlerinden kaçan iki karakteri buluşturan bir yolculuğun hikâyesi seyrettiğimiz. Alıntılardan söz etmişken, bu yazının girişindeki sözün Marilyn Monroe’nun özel defterlerinde el yazısı ile yazılmış olarak bulunan ve 2010’da “Fragments: Poems, Intimate Notes, Letters” adlı kitapta ilk kez okuyucu ile buluşan bir şiirinden alındığını da söyleyelim. Film işte bu şiirdeki gibi birbirlerinin parçalarına aşina oldukça, yüzeyin altındakini keşfedebilen iki insanı anlatıyor bize ve Laura’nın Ljoha ile yakınlaşmasının başlarındaki gelişmelerde bir parça aceleci olsa da ve yeterince ikna edemese de, kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor. Bu başarıda iki başrol oyuncusunun da önemli birer payı var: Seidi Haarla’nın görünürde kendisini hiç sıkmadan, rahat bir şekilde oynamış göründüğü ama tam da bu sayede güçlü bir gerçekçiliği yakaladığı filmde Yuriy Borisov ise Ljoha adındaki genç adamın kaba ve sert yalnızlığının altındaki masum ve iyi yürekli çocuğu çok sıcak ve çekici bir performansla getiriyor önümüze. Görüntü yönetmeni Jani-Petteri Passi’nin trenin kısıtlı mekânları içinde klostrofobiyi hissettiren ama asla bir rahatsızlığa dönüştürmeyen kamera çalışmasının da dikkat çektiği bu filmi görmekte yarar var.

(“Compartment Number 6” – “Kupee nr 6” – “Abteil Nr. 6” – “6 Numaralı Kompartıman”)

Hymyilevä Mies – Juho Kuosmanen (2016)

“Sadece önemli olana odaklan ve diğer her şeyi unut. Güven bana, bütün bunlar bittiğinde 17 Ağustos 1962’nin hayatının en mutlu günü olduğunu söyleyeceksin”

Tüy sıklette dünya şampiyonu A.B.D.li rakibi ile unvan maçına çıkacak olan ve bu arada âşık olunca hayattaki öncelikleri konusunda kafası karışan bir Fin boksörün hikâyesi.

Fin boksör Olli Mäki’nin gerçek hikâyesinden sinemaya uyarlanan, senaryosunu Juho Kuosmanen ve Mikko Myllylahti’nin yazdığı, yönetmenliğini Kuosmanen’in üstlendiği ve Finlandiya, İsveç ve Almanya ortak yapımı olarak çekilen bir film. Cannes’da “Belirli Bir Bakış” ödülünü kazanan film Finlandiya’nın ulusal sinema ödülü olan “Jussi”yi de aralarında en iyi film, yönetmen ve erkek oyuncunun da olduğu sekiz dalda kazanırken, iki dalda da adaylık almıştı. “Küçük ve sıcak” bir film bu ve bunu hiç unutmadan samimiyeti ile hikâyesi boyunca seyirciyi etkilemeyi başarıyor. Ne finaldeki büyük unvan maçını ne de anlattığı aşkı büyütüyor film ve temel olarak bir kadına tutku ile bağlanınca hayattan ve mesleğinden (bir boksör olmaktan) beklentilerini sorgulayan adamın sıcak ve duygusal hikâyesini anlatmayı tercih ediyor. Başrol oyuncusu Jarkko Lahti, menajerini canlandıran Eero Milenoff ve âşık olduğu kadını oynayan Oona Airola’nın gerçekçi ve doğal oyunları ile ciddi bir katkı sağladığı film sesini yükseltmeden etkileyici olabilen örneklerden birini oluşturuyor sinema dünyasında. Zaman zaman daha fazlasını bekletiyor olsa da ve kahramanının karakter incelemesine verdiği ağırlık diğer öğeleri bazen gereğindan fazla arka plana itse de sevimli, etkileyici ve samimi bu film kesinlikle görülmeli.

Güçlü A.B.D.li rakibine karşı kendi halkının önünde unvan maçına çıkacak olan bir Fin boksörü anlatıyor film. Kendisi de eski bir boksör olan hırslı menajeri, basın ve tüm bir ülke ondan bir dünya şampiyonluğu beklerken ve o da bunun için tüm gücü ile çalışırken âşık oluveriyor ve sorgulamaya başlıyor içinde bulunduğu spor dünyasının gerçeklerini ve hayattan aslında ne beklediğini. Amatörlükten profesyonelliğe geçiş ve bunun beraberinde getirdiği “endüstriyel spor”un gerçekleri bir tarafta, sevdiği kadın diğer tarafta. Hayatına giren sponsorlar, kamera önünde poz verme zorunlulukları, tüm ülkenin gözü üzerindeyken sevdiği kadınla çok fazla birlikte görünmemesi gerektiğinin söylenmesi vs. Oysa onun tek istediği sevdiği sporu sadece bir spor olarak yapabilmek ve âşık olduğu kadınla su üzerinde taş sektirebilmek örneğin. Kuosmanen siyah beyaz çektiği filminde bu hikâyeyi duygusal tüm tuzaklardan kurtularak ama yine de duygusal bir etkileyiciliği yakalayarak anlatmayı başarmış. Bu başarıda filmin görselliğinin ciddi bir payı var kesinlikle. J. P. Passi’nin görüntüleri dört dörtlük denen türden: Siyah beyazın doğal olarak yarattığı nostalji duygusunu, anlattığı 1960’lı yılların havasına uygun görüntülerle destekliyor Passi’nin çalışması ve birlikte binilen bisikletle yapılan gezintilerden aniden bastıran bir yağmur altındaki düğüne her anında görselliği çok yüksek bir düzeye taşıyor. Çoğunlukla hareketli kamera kullanımının da desteklediği bir uçarılığı kazandırıyor filme bu görüntü çalışması ve filmin en olumlu öğelerinden biri oluyor. Kostümlerden setlere altmışlı yılları başarı ile karşımıza getiren film, bu uçarılığı ile Fransız Yeni Dalga akımından izler taşırken, hikâyesi ile de sadece birkaç yıl sürse de sinemaya başyapıtlar armağan eden İngiliz Yeni Dalga’sını hatırlatıyor. Tüm bunları alçak gönüllü bir film ile yapabilmek ise ayrıca takdiri gerektiren bir başarı olsa gerek.

Kuosmanen filminde etkileyici pek çok sahne yaratmış: Kimilerinin bekleyeceği ve belki de bulamayacağı için hayal kırıklığı yaşayacağı final maçını örneğin, sade, gerçekçi ve kahramanımızın maçtan sonra soyunma odasında gazetecilere söyleyeceği “çok hızlı oldu, ne olduğunu anlayamadım” sözlerine uygun bir şekilde çekmiş yönetmen. Oona Airola’nın sıcak gülüşünün de katkısı ile zenginleşen tüm romantik sahneler (onunla suda taş sektirmeyecek bir heteroseksüel erkek yoktur herhalde!), boksörün kendisinden beklenenleri değil içinden geleni yaptığı için rahatsız olduğu basın toplantıları veya hüznü ile etkileyen ve kahramanımızın kendisini sorgulamasını hızlandıran “top atarak kızları suya düşürme eğlencesi” sahneleri filmin hayli çekici anlarından birkaçı sadece.

Filmin başarısının en açık göstergelerinden biri finali belki de: Boksör ve sevgilisi gece karanlığında yürürken yanlarından geçen ve el ele tutuşmuş yaşlı bir çifte bakarak “biz de onlar gibi olabilecek miyiz” diye soruyorlar birbirlerine. Kapanış jeneriğinde yaşlı çifti canlandıran bu iki kişinin gerçek Olli Mäki ve eşi olduğunu anlıyoruz; oyuncuların oynadıkları karakterlerin gerçek hayattaki karşılıkları ile veya iki genç insanın kendi yaşlı halleri ile karşılaştıkları bu sahne piyasa işi olmayan bu film için biraz ucuz bir numara olarak görülebilirdi belki ama boksörümüzü o denli yakından tanıyor ve onu o denli anlıyor ve seviyorsunuz ki sadece sizi mutlu ediyor ve gülümsetiyor bu bölüm.

Hikâye, her anında karşımızda olan kahramanımız üzerinden ilerliyor ve onun karakteri (düşünceleri, endişeleri ve diğer tüm hisleri) hep odakta duruyor. Yoğun olmayan ve bu tercihi de doğru olan hikâyenin karakterine bu denli yoğun bir biçimde yaklaşması sinemasal anlamda etkileyici olabilecek kimi şeylerden (örneğin final maçından veya boksörün etrafında olan bitenlerden) yoksun kalmasına neden oluyor zaman zaman ve örneğin bir Amerikan filminde “görkemli” olabilecek kimi anlarda özellikle minimal bir tavır takınıldığını ve bunun da belki bazı anlarda yeterince güçlü olmamak gibi bir his duyurduğunu söylemek mümkün ama bu hoş filmin başarısının yanında hemen hiçbir önemi yok bu problemlerin. Damien Chazelle’ın “Whiplash” filmi başarı/kariyer için günden güne artan bir hırsa sahip olan ve kız arakadaşını daha rahat ve fazla çalışabilmek için terk eden bir davulcuyu anlatıyordu; Juho Kuosmanen’in filmi ise işte bu davulcunun tam karşısında bir duruş seçen bir boksörü anlatırken, yönetmenin kendisi de Chazelle’ın tam karşısında duruyor ve onun hızlı ve sesini sürekli yükselten hikâyesinin karşısına kendisinin sakin ve fısıldayan filmini koyuyor. Jarkko Lahti’nin müthiş doğal oyunu ile daha da etkileyici olan soyunma odasındaki son sahnesi ile bile görülmeyi hak eden bu çalışmanın kurgusunu üstlenen Jussi Rautaniemi’nin özellikle planlar arasındaki geçişleri ile dikkat çeken kurgusunu ve hem boksörü hem seyredeni epey etkileyen “lunaparktaki hüzünlü kız” karesini de analım son olarak ve filmi hararetle tavsiye edelim.

(“The Happiest Day in the Life of Olli Mäki” – “Olli Maki’nin En Mutlu Günü”)