“Le Moko mu? Kendisi hırsızların prensidir. 15 mahkûmiyet, güpegündüz yapılan 33 soygun, iki banka soygunu, üstüne de ev soygunları. Bu odada tüm bunları saymaya yetecek kadar parmak yok. Ona nasıl hayran olunmasın? Çok iyi bir çocuktur, içi dışı birdir. Dostlarına karşı güler yüzünü, düşmanlarına ise hemen bıçağını gösterir. Çok çekici biridir”
Cezayir’in Casbah diye bilinen mahallesinde polisin dokunamadığı bir şekilde yaşayan ama bir yandan da özgürlüğünü özleyen bir Fransız gangsterin hikâyesi.
Henri La Barte’nin aynı adlı romanından uyarlanan bir Fransız filmi. Senaryosunu Julien Duvivier, Henri La Barthe, Jacques Constant ve Henri Jeanson’un yazdığı filmin yönetmenliğini üstlenen isim ise Duvivier olmuş. 1930’lu yılların sadece Fransız sineması açısından değil, dünya sineması açısından da en önemli filmlerinden biri olan bu siyah-beyaz çalışma bir gangsteri anlatıyor olsa da aksiyondan çok dramı, romantizmi ve gerilimi ön plana çıkaran ve Marc Frossard ve Jules Kruger’in Casbah’ın egzotik görünümünü etkileyici ve abartıya kaçmayan bir şekilde değerlendiren görüntüleri ile şiirsel ifadesini hak eden bir çalışma. Fransız sinemasının erken döneminin en önemli yıldızlarından biri olan Jean Gabin’in başrolü üstlendiği film “şiirsel gerçekçilik” olarak adlandırılan türün başyapıtlarından biri olduğu gibi “kara film” (film noir) türününün de öncüllerinden biri olarak kabul edilen bir çalışma ve her sinemaseverin de mutlaka görmesi gereken bir eser.
Siyah-beyazın “doğal etkileyiciliği”nin en iyi örneklerinden biri bu çalışma kesinlikle. Casbah’ın dar ve labirenti andıran sokaklarında hareket eden kamera derin gölgeleri ustaca yakalar ve yaratırken hikâyeye kesinlikle yeni bir boyut katıyor ve sinemanın öncelikle görsel bir sanat olduğunu ama bu görselliğin sadece kendi başına bir öge olmakla kalmayıp aynı zamanda hikâye ile tam olarak örtüştüğünde asıl anlamına kavuştuğunu kanıtlıyor bize. Karakterler ile birlikte sokakları dolaşan, evlerin içine girip çıkan kameranın hikâyenin kahramanının Casbah’taki hem özgür hem tutsak kelimesi ile tanımlanabilecek yaşantısını nerede ise somut denebilecek bir şekilde sergilemesi veya yine kahramanımızın Casbah’ın çatılarından şehire baktığı ve özlediklerini (şehiri, Paris’i vs.) hatırladığı sahneler bu kanıtların sadece ikisi.
Film önce ezan sesinin, sonra bunun yerini alan ve farklı türlerden esintiler taşıyan orijinal müziğinin eşlik ettiği jenerik ile açılıyor. Vincent Scotto ve Mohamed Ygerbuchen’in imzasını taşıyan müzik hikâyenin polisiye yanına çok iyi oturan caz havasından, dramına uygun klasik müziğe ve Casbah’ın egzotizmine yakışan oryantal bir havaya kadar uzanan farklı melodileri ile kendi başına bir çekicilik kaynağı oluşturuyor film için. Bu başarılı çalışmanın desteklediği hikâye polisin bir türlü ele geçiremediği “Pépé Le Moko”yu anlatıyor bize. Argoda “Toulonlu” anlamına gelen bir lâkabı olan Pépé Casbah’ın labirenti andıran sokaklarında ve ayrı bir dünya olan çatılarında bir yandan özgür ama bir yandan da tutsak bir hayat sürüyor. “10 bin kişilik bir mahallede 40 bin kişinin yaşadığı” ve filmin tek tek adını vererek andığı pek çok etnik kökenden insanın hayatını sürdürdüğü bir yer burası. Şehirdekiler için hem gizemli hem tehlikeli olan bu yerde yaşayanlar gangsterimize hayranlar ve hikâye boyunca birkaç kez tanık olacağımız üzere onu polise karşı da koruyorlar. Kendisi için “Öldürüldüğünde cenazesinde 3 bin dul kadın olacak” olan denen bu adam kadınlara düşkün ve iki yıldır olduğu bu bölgede kendisine tutkulu bir şekilde aşık olan bir Çingene kadın ile birlikte yaşıyor. Hikâye polisin gansgteri ele geçirebilmek için onu şehire çekmeye çalışmasını ve kahramanımızın kendisine hep özlemle andığı Casbah dışındaki hayatını hatırlatan Fransız kadınla tanıştıktan sonraki bocalamalarını anlatıyor temel olarak. Kısa bir çatışma anı dşında silahların pek de ortaya çıkmadığı ya da çıksa bile kullanılmadığı film gerilim, aşk, tutku, muhbirlik, dostluk, dayanışma ve özgürlük gibi temaları şiirselliğini hep koruyan ama dozunda da tutmayı başaran bir dil ile sergiliyor hikâye boyunca.
Muhbirin tüm çete tarafından sorgulanması, tetiğin intikamını kendi eli ile alabilsin diye ölmekte olan bir adama çektirilmesi veya kameranın çekici kadının bir yandan pahalı bileziklerine ve kolyesine bir yandan da gözlerine ve “inci” dişlerine odaklanarak gangsterin tüm karakteristik özelliklerini ustalıkla yansıtması gibi unutulmaz anları olan filmde Jean Gabin de “Ben istediğim zaman buradan gidebilirim” diyerek özlemini ve tutsaklığını öfke ile dile getirdiği sahnede olduğu gibi, neden bir yıldız olduğunu kanıtlayan bir oyunculuk gösterisi sergiliyor. Oyuncunun aşık olduğu ve şarkı söyleyerek bunu tüm Casbah halkına duyurduğu bölüm Fransız sinemasının aşk üzerine çektiği en iyi sahnelerden biri olarak nitelendirilebilir rahatlıkla. Sadece onun karakterinin değil, yan karakterlerin pek çoğunun da hikâyesini karşımıza getiren film popüler Amerikan sinemasında pek görmediğimiz türden bir ağlayan, acı çeken, şarkı söyleyen, dans eden, sorgulayan bir gansgter profili çizerek ve bu profile çok iyi uyan Gabin’i de kullanarak bu tutku/aşk temasını akıllıca değerlendiriyor. Son bir çığlığın bir geminin düdüğüne karıştığı trajik finali ile de dikkat çeken filmin başarısı Hollywood’a da esin kaynağı olmuş ve önce 1938’de John Cromwell yönetiminde (“Algiers”) ve daha sonra da bir müzikal olarak 1948’de John Berry (“Casbah”) tarafından tekrar çekilmişti.
Filmi “gördüğüm en heyecan verici ve dokunaklı sinema eserlerinden biri” olarak niteleyen Graham Greene’in, Orson Welles’in “The Third Man – Üçüncü Adam” filmi için yazdığı senaryoya da esin kaynağı olan bu çalışma sinemada anlatılan ilk anti-kahraman hikâyelerinden birine sahip olması ile de önem taşıyor. Fransız sömürgeciliği üzerine de düşünmemizi sağlayan film mutlaka görülmesi gereken bir sinema klasiği ve evet, bu sanatın başyapıtlarından biri.
(“Cezayir Batakhaneleri”)