Dolgie Provody – Kira Muratova (1971)

“Burada o kadar mutsuzsun demek… babacığına koş o zaman! Eve de hep geç geliyorsun zaten. O da burada mutsuzdu. Burada herkes mutsuz, bir tek ben gayet iyiyim! O seni daha bu kadarken terk etti. Şimdi de tabii ki, ilk görüşte aşk! O kitaplar, o fotoğraflar… Git, git hadi. Git, istediğin yere git… Gidiyor musun? Emin misin?”

Boşandığı eşinin yanına tatile gönderdiği oğlunun, geri döndüğünde artık onunla yaşamak istemediğini söylediği bir annenin hikâyesi.

Senaryosunu Natalya Ryazantseva’nın yazdığı, yönetmenliğini Kira Muratova’nın yaptığı bir Sovyetler Birliği filmi. Sovyet rejimi tarafından film çekmesine zaman zaman izin verilmeyen ve anlattığı bireysel öyküler dönemin sosyalist gerçekçilik beklentisine uymayan Muratova’nın bu filmi de çekildikten ancak 16 yıl sonra, Gorbaçov’un başlattığı perestroyka (yeniden yapılanma) döneminde seyirci ile buluşabilmişti. Oğlu ile yaşayan boşanmış bir annenin, tek çocuğunun artık kendisi ile yaşamak istemediğini söylemesi üzerine kurulu olan öykü annelik duygusu ve dürtüleri üzerine melankolik bir içerik taşıyor ve iki başrol oyuncusunun (anneyi Zinaida Sharko, oğlunu ilk ve tek oyunculuğunda Oleg Vladimirsky canlandırıyor) doğal performansları ile hayli önemli bir çekicilik yakalıyor. Muratova’nın farklı ve serbest havalı sinema dili Agnès Varda’nın ve genel olarak Fransız Yeni Dalgası’nın kimi örneklerini hatırlatan bir uçarılığa da sahip oluyor zaman zaman ve film sevdiğinden uzakta kalma ya da onu kaybetme korkusunun yıpratıcılığını ve anne ile çocuk arasındaki ilişkinin kompleks doğasını etkileyici bir şekilde sergiliyor. Değeri yeterince bilinmemiş, haksızlığa uğramış ve ancak 1990 başlarından sonra tanınırlığa ulaşabilmiş yetenekli bir sinemacıdan önemli bir yapıt bu.

Aleksander ‘Sasha’ Ustinov adındaki, bıyıkları henüz yeni terlemiş genç adam bir kızla kaçamak bir öpüşme yaşarken yanlarına gelen ve kızın işini ihmal etmesi ile onu azarlayan bir işyeri komitesi görevlisine karşı koyuyor ve şöyle diyor: “Ben bir bireyim ve sen toplumsun. Peki, toplum nedir? Evet, nedir toplum?” Kira Muratova’nın komünist bir rejimin işbaşında olduğu bir dönemde, ana karakterlerinden birinin toplumun karşısına bireyi koyduğu bu cümle değil elbette tek başına filmi yetkililerin gözünde sakıncalı kılan; ama filmin dönemin Sovyet sinemasından, konusu evrensel bir kavram olan annelik üzerine olsa bile, bireysel bir öykü anlatması ile uzaklaşması ve bu öykünün toplumsallık vurgusundan uzak duran ve bir “özel” meseleye odaklanması eseri sakıncalılar sınıfına sokmuş. Muratova’nın uçarı, 1960’lar Fransız sinemasını ve örneğin Agnès Varda’yı hatırlatan sinema dili ve onun gibi, bir kadın karakterin hayatına yakın planlarla dalıveren öyküsünü farklı tercihleri olan bir görsellikle anlatması da, ideolojik meselesi olmasına özen gösterilen Sovyet filmlerinden çok ayrı bir yere yerleştiriyor bu yapıtı ve bu görsel anlayış da devletin sanat yetkililerinin müdahalesine yol açıyor anlaşılan.

Açılışta anne ve oğlunu çiçek yetiştirilen ve satılan büyük bir mekânda gezinirken görüyoruz ve ilk karelerden başlayarak Muratova bize hikâyesini özgün ve döneminin örneklerinden farklı bir görsellikle anlatacağını gösteriyor. Tatil için gittiği babasının yanından dönen oğlu ile konuşuyor anne ve Oleg Karavaichuk’un (ağırlıklı olarak sinema sektöründe çalışmasını, “KGB’nin -müziklere- müdahale etmediği tek alan olarak açıklayan Rus besteci) lirik ve dramatik havalı müziğinin eşlik ettiği sahnede oğlanın, annesine ve mekândaki diğer karakterlere uzaktan bakışı, zaman zaman atlamalı bir kurgu tercihi ve kameranın yüzlere ve objelere yakın planla yaklaşması ile sıkı bir açılış yapıyor film. Bir sonraki sahnede anne ve oğlanı trende seyahat ederken ve tartışırken izlediğimizde de sürüyor bu hava ve müziğin de katkı sağladığı bir zarif kırılganlık katılıyor hissettiklerimize. Annesinin Alexander isminin kısaltılmışı olan Sasha adı ile hitap ettiği oğlanın, genç bir kızın saçlarını havalandırarak kurutmasını izlediği sahnenin sembolü olduğu bir hafifliğin ve düşselliğin zaman zaman öykünün atmosferine damgasını bastığı yapıtta Gennady Karyuk’un kamerasının yakın plan çalışmaları da filmin gücünü artıran bir yoğunluk duygusunun yakalanmasını sağlamış görünüyor.

Zinaida Sharko’nun doğal bir zarafetle canlandırdığı ve öykünün ilk yarısında karakterinin enerjisini, coşkusunu ve yaşamla iç içeliğini, ikinci yarısında ise korkularını nüansları kaçırmayan bir performansla sergilediği filmde Sasha rolündeki Oleg Vladimirsky ise ilk ve son oyunculuğunda kendi yaşamını sergilercesine rahat ve doğal; bazı sahnelerde dozu daha da artan gerçekçilik duygusu ile nerede ise bir doğaçlama havası da yaratıyor ki öykünün uçarı güzelliğine ek bir boyut katıyor bu başarı. Filmin “Fransız havası” ile uyumlu olarak, Sasha’nın zaman zaman François Truffaut’nun Antoine Doinel’ini (Truffaut’nun beş ayrı filmde kullandığı ve Jean-Pierre Léaud ile özdeşleşen kurgusal karakteri) çağrıştırdığını ve kendi kendine konuştuğu sahnenin tam bir Doinel ânı olduğunu da belirtelim. Flört ettiği adamın kadını bir taksi ile evinden aldığı bölüm de bir Yeni Dalga yapıtında görebileceğimiz türden ve özellikle kadının hareketlerinde kendisini gösteren bir mizah duygusuna sahip.

Neşeli ve hafif bir havada başlayan ve oğlanın kararını hissettirmesi ve sonra da paylaşması ile dramatik ve melankonlik bir havaya bürünen film bu iki farklı türün her ikisinde de güçlü bir etki yaratabiliyor seyirci üzerinde. Annenin oğlanı “kaybetme” korkusunu ilk kez hissetmesi ile dramın ortaya çıkışı pek çok başarılı sahneyi getiriyor beraberinde; anne ile oğlanın konu hakkında ilk kez açık bir şekilde yüzleşmeleri, kadının postanede telgraf çek(e)(me)me sahnesi (buradaki “düşen kalem” unsuru karakterin ruh hâli için çok güçlü bir metafor), oğlan babası ile telefonda konuşurken annenin yüzünün telefon kabininin camına yansıyan yüzü, çocuklarının neden uzakta olduklarını anlayan ama onları özlemekten de kendini alamayan yaşlı bir adamın yazdırdığı mektup ve tüm bir final sahnesi Muratova’nın sinema becerisinin parlak örnekleri olarak ikinci yarıda peş peşe karşımıza geliyor.

İspanyol müzik grubu Los Bravos’un 1966 tarihli ve tüm dünyada popüler olan “Black is Black” isimli şarkısının da -dönemin Sovyet filmlerinde Batı’nın pop şarkılarına yer verilmesi pek sıradan bir durum değildi- kullanıldığı filmin sonu da “belirsizliği” ile çok doğru yazılmış ve çekilmiş. Son sahnede anne ile oğlan arasındaki konuşmadaki “veda” (filme adını veren de buradaki vedalaş(ama)ma olsa gerek) sözcükleri, karakterlerin kabullenme, vazgeçme, pişmanlık, fedakârlık gibi duygular arasında gidip gelen duyguları ve Muratova’nın sahneyi sessiz sürdürerek sona erdirmesi gibi farklı unsurları ile oldukça başarılı bir finali var filmin. Bu sessiz bitiş anlatılan öykünün sadece o iki kişiye özel bir durum olmadığını; annelik, anne-çocuk ilişkisi ve “kaybetme” duygusu ile baş etmenin evrensel kavramlar olduğunu ve seyrettiğimiz bu öykünün şu ya da bu şekilde bitmesinin bu evrensel mesele ile ilgili mutlak bir doğruyu işaret edemeyeceği anlamına geliyor. Oğlunun büyüdüğünü ve artan bağımsızlık duygusunu, kızlarla ilgilenmeye başlayarak kendisinden “uzaklaşma”sını ve annesinin boşandığı kocası ile yaşama kararını dile getirmesi, genç bir erkeğin hayatının doğal gelişim sürecinin parçaları olsa da, bir anne için trajik bir anlam taşıyabiliyor özellikle de Doğulu toplumlarda ve senaryo bunu telaş etmeden ve bir bilmecenin parçalarını tek tek yerine yerleştirerek oluşturduğu bir gerilim resmi ile ve özenle anlatmayı başarıyor.

Muratova’nın sinema dilini “mensur şiir” olarak nitelemek yanlış olmaz; en azından bazı sahnelerinin taşıdığı lirik düzyazı havası filmin özgün yanlarından biri ve dönemin “sosyalist gerçekçilik” beklentisi ile uyuşmayan temel yanlarından biri de bu. Zaman zaman sesi tamamen keserek, kurguda atlamalı br yöntem izleyerek ve karakterlerin yüzlerine adeta onları okşayarak yaklaşan kamera çalışması ile film lirizme selam gönderse de, zorlama bir şiirsellikten de özenle uzak durabilmiş. Çekildiği dönemde gösterime çıkmasına izin verilmeme nedenleri arasında kadının Sovyet rejiminin ideal anne portresinden uzak çizilmesi de olan filmde bu şiirsel zarifliğin pek çok örneği var. Bunlardan birinde Sasha ve genç bir kızın ellerinin bir köpeğin tüylerini okşadığını görüyoruz; yakın planda izlediğimiz ellerin birbirine hiç değmediği bu sahne nerede ise zarif bir erotizm örneğine dönüşüyor.

Zinaida Sharko’nun yoğunluğu ile etkileyen doğal performansı ile genç Oleg Vladimirsky’nin sade ve içten oyunculuğunun hoş bir zıtlık oluşturduğu filmin özellikle ilk yarısında tanık olduğumuz bir diğer zıtlık, kadının dışa dönüklüğü ile oğlanın içe kapanıklığı da ek bir güç ve dramatik dinamizm katıyor öyküye. İsmi bir Rus atasözünden, “Uzun vedalar gereksiz gözyaşı döktürür”den esinlenen film annenin belki gereksiz ama kesinlikle çok gerçek gözyaşlarını anlatan, güçlü ve haksızlığa uğramış, başarılı bir sinema yapıtı.

(“The Long Farewell”)