Iluminacja – Krzysztof Zanussi (1973)

“Aziz Augustine’in teorisine göre bilgiye aklın aydınlanması ile ulaşırız. Bu aydınlanma anında, akıl hakikati doğrudan görür, tıpkı gözlerimizin fiziksel dünyayı görmesi gibi. Akıl ona muhakemeye başvurmadan erişir. Aydınlanma coşku dolu bir kendinden geçişin sonucu değildir; mantık içermeyen bir vecd ya da kendini yitirme de değil. O, düşüncenin yoğunlaşmasıdır. Buna erişebilmek için tek gerekli olansa kalbin saflığıdır. Kalbin saflığı aklın mekanizmasından çok daha önemlidir”

Üniversitede fizik okumak için şehre gelen genç bir adamın hayatının anlamını sorgulama ve aydınlanma çabasının hikâyesi.

Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya filmi. Diğer ödüllerinin yanında Locarno’da Altın Leopar’ı, sinema yazarları ödülünü ve ekümenik jürinin ödülünü de kazanan yapıt genç bir adamın on yıla yayılan hikâyesini “kurgusal bir belgesel” olarak tanımlanabilecek bir içerik, ilginç bir kurgu ve önemli sorularla anlatıyor. Dönemin Polonyalı aydınları arasında büyük ilgi gören ve hatta bir kült olan film, “aydınlanma” için bilimden dine farklı alanlarda dolanan kahramanının entelektüel arayışında kurgu sahnelerinin içine yerleştirdiği ve gerçek karakterlerin öykünün teması ile bağlantılı konuşmalar yaptığı biçimi ile dikkat çekerken; belki ortalama bir sinemaseveri zorlayabilecek “entelektüelliği” ile şaşırtan ve kesinlikle çok farklı bir sinema yapıtı.

İlginç bir gelişim süreci var filmin: “Bilimin çağdaş insanın önüne koyduğu belli ideolojik meseleleri ele alan; kurgu, belgesel ve deneme türlerinin bir araya geldiği bir film” çekmeyi düşünen Zanussi’ye konuyu öneren, “Struktura Krysztalu” (Kristalin Yapısı, 1969) adlı eserinin bir gösteriminden sonraki tartışmalara katılan bir seyirci olmuş. “Aklın çabalarının aydınlanmaya erişmek için yeterli olmadığını, insanın gerçeğe yaklaşabilmek için pek çok sorun ve tecrübeyi yaşaması gerektiğini, bilginin tek başına yeterli olmadığını anlatmak istedim” diyen Zanussi yaşamdaki tecrübelerimizin bilimin kendisi kadar “gerçeğin bir biçimi” olduğuna inandığını belirtmiş filmi hakkında konuşurken. Bunun için de içsel aydınlamanın hem deneyciliği (ampirizm) hem akılcılığı içermesi gerektiğini öne süren İtalyan felsefeci ve din adamı Aquinolu Thomas’ın görüşleri üzerinden ilerlemeyi seçmiş. Öykünün başında kendisi olarak karşımıza çıkan Polonyalı felsefeci ve tarihçi Władysław Tatarkiewicz’in ağzından duyduğumuz ve bu yazının girişinde yer alan Aziz Augustine’in düşüncelerinin kullanımı ise, bu bağlamda değerlendirince, bir ironi içeriyor. Filmin fizikçi kahramanının (Zanussi’nin üniversitede felsefe ile birlikte fizik de okuduğunu hatırlayınca filmin otobiyografik yanı daha net oraya çıkıyor) on yıllık hikâyesi Aquinolu Thomas’ın aydınlanma ile ilgili felsefesinin sinemalaştırılması olmuş bir bakıma.

Zanussi bir kurgu hikâyeyi çoğu bilim adamı olan gerçek karakterlerin konuşmalarının kattığı belgesel tavrı ile birlikte anlatmış. Władysław Tatarkiewicz’in yanında Marian Kupczynski, Sylwester Porowski ve
Iwo Białynicki-Birula’nın da aralarında olduğu bilim adamları öykünün ilgilli yerlerinde bir belgeselde görüşleri alınan biri gibi karşımıza çıkıyorlar ve bilim insanlarının sorumluluğu, fizik ve bu bilim dalının çalışma yöntemleri vb. konularda görüşlerini belirtirken, “aydınlanma”nın bilim ile ilişkisi hakkında seyirciye de düşünme fırsatı sağlıyorlar. Öykünün kahramanı Franciszek’in, (Stanislaw Latallo) üniversite ve iş arkadaşları (önemli bir kısmı kendilerini oynuyorlar) ya da bir din adamı ile yaptığı konuşmalarda da bu tavrı sürdürüyor film ve bizi “entelektüel” bir tartışmanın parçası yapıyor; bu sahnelerdeki kamera kullanımının gördüklerimize kattığı sahicilik duygusu ve doğaçlama havası da destekliyor yönetmenin seçimini. 1969’da çektiği “Struktura Krysztalu” filminde iki aydın karakterin konuşmalarının sadece bir kısmına bizi tanık eden Zanussi burada tam tersini yapıyor ve konuşmaların içeriğine tüm boyutları ile hâkim kılıyor bizi ve bu yapıtlar özelinde bakıldığında her ikisi de doğru seçimler oluyor; çünkü örneğin burada konuşmalar filmin temel meselesini açmak ve seyirciyi de bunun üzerinde düşündürmek için gerekli. Ayrıca ilkinin aksine bu, “konuşmalı” bir film ve kahramanımızın yaşının konuşulduğu bir sahnede Einstein, Plank ve Heisenberg’in fotoğrafları ile birlikte, profesör oldukları ve Nobel kazandıkları yaşların görüntüye gelmesinin bir örneği olduğu belgesel yaklaşımına da uygun bir tutum bu.

Franciszek’i üzerinde sadece bir külotla gördüğümüz bir sahne ile açılıyor öykü (kapanışta da onu bir deniz kenarında ve bu kez üzerinde sadece mayosu ile göreceğiz ki açılış ve kapanıştaki bu “çıplaklık” bir başlangıç ve sonun (doğum ve ölüm, arayışın başlangıcı ve sonu) sembolü olarak görülebilir); genç adam üniversiteye başvurmuştur ve fiziksel bir muayeneden, ardından da ruhsal bir testten geçmektedir. Tümünden çok iyi sonuçlar alan Franciszek fizik okumak istemektedir. Kabul alır ve ailesi tarafından büyük şehire uğurlanır. Üniversite eğitimine ilk aşk, sorgulamalar, maddi zorluklar vs. eşlik edecek ve genç adamın öyküsü “aydınlanma” kavramının anlatımının aracı olacaktır bir bakıma. Bu arada, tıpkı “Struktura Krysztalu”da olduğu gibi burada da “kariyer, ev, araba” hedefleri bir tartışmanın konusu olacak ama sadece kısa bir yan unsur olarak ve asıl mesele bundan çok daha farklı bir alanda yaşanacaktır.

Filmin ilginç müzikleri ve kurgusu üzerinde de durmak gerekiyor; Wojciech Kilar imzalı müzikler arada bir atonal da olan melodiler içeriyor. Piyano, keman, flüt ve koro sesinden oluşan ve hemen her zaman öykünün kahramanının ruh hâlini takip eden bu çalışmalar başarılı bir film müziğinin nasıl olması gerektiğini gösteren ve dönemin Polonya sinemasını bilenler için şaşırtıcı olmayan bir başarıya sahip. Zanussi ile pek çok filmde iş birliği yapan Urszula Sliwinska’nın kurgu çalışması da benzer bir başarıya sahip. Jean-Luc Godard’da gördüğümüz “jump cut” (Sıçramalı kesme) tekniğinin uygulandığını görüyoruz burada zaman zaman ve tek bir planda çekilen görüntünün bazı kısımlarının kesilerek devamlılık duygusunu yok eden ve böylece zamanda sıçrama duygusu yaratan bu yöntem filme biçimsel bir ilginçlik katıyor. Aslında Sliwinska ve Zanussi ortaklığı bu sıçramayı sadece bir planın içinde gerçekleştirmiyor. Genç adamın bir kadını ilk kez ve uzaktan gördüğü sahneden, zaman olarak ne kadar ileride olduğunu bilmediğimiz, bir başka sahneye geçiyor ve kadınla sevgili olduklarını anlıyoruz örneğin. “Burcun nedir?” sorusunun bir parkın bankında el falına baktıran bir karakterin görüntüsüne sıçraması gibi farklı örnekleri var bu tercihin filmde karşımıza çıkan. Ateşli bir ilk öpüşmeden, Alman sanatçı Josef Limburg’un “Die Reue” adlı ünlü heykeline (iki çıplak figürden oluşan heykelde erkek kadının elini öperken görülür) geçiş ki bir benzeri daha vur bunun hikâyede, bu kurgu anlayışının bir başka örneği olarak gösterilebilir.

Metafizik bir boyutu da var filmin ama bu öğe Franciszek’in arayışları sırasında yaşadıkları ve bu yaşananlarla ilgili olarak gerçek karakterlerin açıklamaları (“Modern fizikçiler geleceğin, geçmiş ve şimdiki an gibi hafızamızda yer etme gerçeğini dışlamıyorlar”) üzerinden çıkıyor karşımıza, Zanussi’nin kendi görüşleri olarak değil. Burada filmin afişinin ana nesnesi olan beyin üzerinde durmak gerekiyor; kahramanımızın başına takılan elektrotlarla takip edilen beyin dalgaları ve o sırada gördüğü tuhaf rüya, bir maymun beynine yerleştirilen bir aletle yapılan test ve en önemlisi de çok ağır psikiyatri hastalarının “tedavisinin mümkün olup olmadığı” tartışmaları gibi unsurlar Franciszek’in “aydınlanma” çabasının önemli birer parçası oluyor. Tedavisi mümkün olmayan psikiyatri hastalarının, Hitler’inki kadar acımasız olmayan bir yöntemle, yok edilmesi gerektiğine inanan sıradan bir insandan, kahramanımızın sorguladığı (“Ruh beden ayrılıyormuş gibi olmuyor mu?… Neden ruhlarımızın cismani kökenine bu kadar müdahale ediyoruz”) tıbbi tedavi yöntemlerine film bizim de düşünmemizi bekliyor bu konuda. “Ameliyat olmasaydı iki ay boyunca can çekişecek” bir adamın beynine yapılan operasyon ve bir beynin “arşive kaldırılacak” olmasına kahramanımızın verdiği tepki beden ve ruh ikilemi, insanın ne olduğu gibi derin konulara değinmesini sağlıyor filmin.

Seyrettiğimiz, duyarlı ve sorgulayan bir insanın trajedisi bir bakıma ve Franciszek’in bu öykü boyunca tanık oldukları ve yaşadıklarını izlemeye değer kılanlardan biri bu karakterin ilginçliği kuşkusuz ve ilk ve tek sinema oyunculuğunda Stanislaw Latallo’nun gösterdiği farklı performans bu çekiciliği daha da artırıyor. Karakterinin tedirgin sevimliliğini ve üzerinde kaldırmakta zorlandığı bir yük olan bir insanın yorgunluğunu doğal bir biçimde sergileyen oyuncunun kendi hayatı da hayli trajik. Çoğu belgesel bazı filmlerde kameramanlık yapan, televizyon için filmler yazıp çeken Latallo 1974’te Himalayalar’a giden Polonyalı bir ekipte kameraman olarak görev yaparken hayatını kaybetmiş henüz 29 yaşındayken ve bedeni de hâlâ orada.

Görüntü yönetmeni Edward Kłosiński çekimlerde hem 35 mm hem 16 mm çalışmış ve bu da filme Zanussi’nin de hedeflediği röportaj havasını katmış bazı sahnelerde. The New York Times’ın o dönemdeki ünlü eleştirmeni Vincent Canby’nin “komedi” olarak gördüğü, “öykü ilerledikçe iyice sıradanlaşıyor” ve “Aziz Augustine’in doktrini üzerine hijyenik bir şaka” gibi ifadelerle eleştirdiği yapıt başta ülkesindekiler olmak üzere eleştirmenlerden olumlu not almış çoğunlukla. Kahramanın aydınlanmaya ulaşıp ulaşmadığı konusunda farklı görüşler olan film mutlu aile sahnelerindeki özellikle seçilmiş aydınlık anların dışında, öyküsünü genel olarak soluk renklerle anlatmayı seçen, ilgiyi hak eden farklı bir deneme sineması örneği.

(“The Illumination” – “Aydınlanma”)

Struktura Krysztalu – Krzysztof Zanussi (1969)

“Çayırlarda yürüyüp aziz bir adam, bir stoacı olduğunu düşünebilirsin; kristal ruhunu tasarlayabilirsin. Ama risk almadan, mücadele etmeden gerçeği asla öğrenemezsin… Senin gibi bir adamın böyle bir yaşlı emekli hayatı yaşaması midemi bulandırıyor”

Birlikte fizik okudukları üniversite yıllarından sonra biri büyük şehirde parlak bir kariyer yapan, diğeri kırsal bir bölgede meteorolog olarak çalışan iki arkadaşın, ilkinin diğerini kısa süreli ziyareti sırasında seçimlerini sorgulamalarının hikâyesi.

Edward Zebrowski’nin katkıda bulunduğU senaryosunu yazan Krzysztof Zanussi’nin yönettiği bir Polonya yapımı. Polonya’nın Łódź şehrindeki ünlü sinema okulunda çektiği kısa filmlerle yönetmelik kariyerine başlayan, daha sonra belgeseller ve televizyon filmleri ile yoluna devam eden Zanussi’nin ilk sinema filmi olan yapıt sinema tarihinin parlak “ilk film” örneklerinden biri. Önemli bir kısmı üç karakter arasında geçen hikâye yaşam tercihleri ve arkadaşlık temaları üzerinden ilerleyen bir psikolojik hikâye ve Zanussi’nin özgür havalı ve bir ilk film için şaşırtıcı bir olgunluk içeren sinema dili sayesinde kendisini ilgi ile izletiyor. Polonya’da 1960’larla birlikle yönetmenliğe başlayan genç sinemacıların çektikleri ve önceki kuşağın yapıtlarından biçim ve özellikle de içerik olarak farklılaşan filmleri tanımlamak için kullanılan “Üçüncü Polonya Sineması” ifadesi ile tanımlanan filmlerden biri olan çalışma üzerinden geçen elli beş yıla rağmen tazeliğini ve başarısını hiç yitirmemiş olması ile de önem taşıyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında doğan veya çocuklukları o dönemde geçen Leh sinemacılar yetişkin olarak hayatla ilgili ilk tecrübelerini Stalin sonrası bir Polonya’da yaşadılar ve ülkelerinin sosyalist blok içindeki yeni yaşamını konuşmak yerine; günlük yaşamı, ahlaki seçimleri ve bu seçimlerin sonuçlarını üstlenmeyi anlatan hikâyeler çekmeyi tercih ettiler çoğunlukla. Krzysztof Zanussi de bu isimlerden biriydi ve ilk uzun metrajlı sinema filmi olan bu yapıt, aslında oldukça esnek bir tanım olan “Üçüncü Polonya Sineması”nı niteleyen ifadelere uygun ve onun en parlak örneklerinden birine dönüşen bir çalışma oldu. 1960’ların sonlarında Polonya’daki aydınlardan ikisi olarak görülebilecek iki erkeğin sürdürmeyi seçtikleri hayatlar üzerinden aslında günümüzde de geçerliliğini koruyan bir soruyu dile getiriyor işte bu film: basit ve doğal bir yaşam mı başarılı bir kariyer üzerine kurulu bir büyük şehir yaşamı mı?

Üniversitede birlikte fizik okuyan iki yakın arkadaş Jan (Jan Myslowicz) ve Marek (çok başarılı bir performans gösteren Andrzej Zarnecki). Her ikisi de zeki ve aydın gençlerdir ama sonrasındaki farklı seçimleri ayrmıştır onları. Jan kırsal bölgedeki küçük bir meteoroloji istasyonunun yöneticisi ve tek çalışanı olmuştur, yerel bir okul öğretmeni olan Anna (Barbara Wrzesinska) ile evlenmiştir ve büyükbabası (Władysław Jarema) ile birlikte yaşamaktadırlar. Günleri bu küçük kasabada rutin, basit ve mutlu bir şekilde geçmektedir. Marek ise ABD’de geçen bir dönemi de kapsayan bilimsel çalışmalarına devam etmektedir ve başarılı bir kariyeri ve bunun için mücadele etmeyi yaşamının merkezine yerleştiren hırslı bir kişidir. Otuzlu yaşlarının ikinci yarısında olan bu iki adamdan Marek uzun bir süredir görmediği arkadaşını birkaç günlüğüne ziyarete gider ama bu aslında bir misyon gezisidir; çalıştığı enstitünün yöneticisinin de isteği üzerine, Jan’ı eski hayatına geri dönmeye ikna etmeye çalışacaktır ama arkadaşının haberi yoktur bu plandan.

Zanussi neredeyse tamamen olaysız bir öykü anlatıyor bize; Marek’in gelişi, birlikte geçen birkaç günde onun Jan’ın hayatını gözlemesi, planın ister istemez ortaya çıkması ve alınan “karar”. Filmin en önemli başarısı bu aksiyonsuz öyküyü konuyu hiç uzatmadan (74 dakika filmin süresi), oldukça gerçekçi ve belgesele yakışan bir doğallık ile anlatırken, bizi özellikle iki erkek karaktere onları anlayacak ve sevecek kadar yakınlaştırabilmesi. Marek’in Jan’ın evine gelişi ile birkaç gün sonra dönüşü arasında onları eski günleri anarken, sohbet ederken, karlı bir dağda yürüyüş yaparken, bir çevre gezisinde ve Marek’in Anna’nın okulundaki sunumu sırasında görüyoruz. Bir “yakınlaşma ihtimali” ve Marek’in, arkadaşının yaşamını gözleyerek onu yavaş yavaş planına ikna etmeye çalışması gibi kendiliğinden olup biter gibi görünen küçük unsurlardan yaratılan doğal gerilim filme ilginç bir çekicilik katıyor. Belki konu bir entelektüel tema içeriyor ama Zanussi’nin senaryosu bu temayı gereksiz bir konuşma yoğunluğu ile yükleyerek çıkarmıyor karşımıza. Hatta birkaç kez Marek ile Jan arasındaki entelektüel konuşmanın sesini yavaş yavaş kısıyor Zanussi ve yerine Wojciech Kilar’ın caz esintili ve öykünün atmosferini iyi yakalayan melodilerini koyuyor ve konuşmanın bitiminde bizi iki karakterin sesi ile tekrar buluşturuyor. Bu tercih sohbetin konusunu anlamamıza, dolayısı ile tartışmanın ne üzerine olduğunu idrak etmemize ve öykünün gelişmelerini anlamlandırmamıza ve karakterleri tanımamıza yetiyor; bir o kadar da önemlisi, seyirciyi film için önemli taşımayan sözcükler ve ifadelerle boğmuyor Zanussi. Yönetmenin bu başarısını daha da değerli kılan ise, kendisinin iki ayrı üniversitede önce fizik, sonra da felsefe okumasının filmdeki tüm konuşma konularına hâkimiyetini sağlaması ama onun gereksiz ve yapay bir entelektüel gösteriye girişmemesi.

Görüntü yönetmeni Stefan Matyjaszkiewicz’in kamerası, açılış sahnesinden başlayarak Jan’ın yaşadığı coğrafyanın özelliklerini ve Marek’in onu taşınmaya ikna etmeye çalışacağı büyük şehirinki ile zıtlığını ortaya koyarak önemli bir işlev yükleniyor. İlk sahnede, hayli uzaktan yapılan bir çekimle, sonradan Jan ve eşi Anna olduğunu anlayacağımız iki karakteri adeta ıssızlığın ortasında ve karla kaplı bir alanda üşümemek için hareket ederken görüyoruz. Birden yakın plana geçiyor kamera ve karı kocanın tanık olduğumuz konuşmalarından, birini beklediklerini anlıyoruz. Sonra tekrar uzak çekim ve sessizlik, ardından da yakın plan ve tekrar konuşma. Bu ufak oyun filmin hafif uçarı havasının ve özellikle üçlü sahnelerde kendisini gösteren Fransız Yeni Dalga esintisinin örneklerinden de biri sadece. Marek’in ilk sahnelerde söylediği “Aman tanrım, burası ne kadar sessiz!” sözünü sadece işitsel olarak değil, görsel olarak da doğrulayan bir görüntü çalışması var filmin.

Zanussi, Jan’ın yaşam ortamında ev içindeki ve dışındaki “sessizliği”, öykünün ana meselesini zarif bir şekilde anlatmak için kullanıyor. Beraber yenen ilk yemeğin sonrasındaki sessizlik, Marek’in daha konuşkan havasına karşılık Jan ve Anna’nın doğal sessizlikleri, duvar saatinin tik takları, ısırılan bir elmanın “gürültü”sü ve Marek’in “Bir Çehov oyunu gibi, bir semaverimiz eksik. Sessizlik hâkim ve hiçbir şey olmuyor” yorumu gibi örneklerle film Jan’ın tercihini -sık sık da Marek’in gözlemleri üzerinden- bize de sorgulatıyor. Marek’in Çehov yorumunu Anna’nın “Aslında onun oyunlarında çok şey olur” itirazı ile cevaplaması, hikâyenin merkezindeki iki farklı yaşam şeklinin aslında hayata bakışın farklılığının sonucu olduğunu söylüyor. Jan’ın yerel halkla kaynaşması ve onlarla sohbeti Marek’i şaşırtıyor örneğin (“Yüz ifadeleri pek iyimserlik saçmıyor”) ama arkadaşı “Nasıl baktığına göre değişir” diyerek cevaplıyor bunu. Bu cümlenin arkasından kamera sahnenin geçtiği bardaki halktan görüntüler karşımıza getirirken, Zanussi sanki Jan’ın yanında duruyor gibi görünüyor bu seçim ile. Aynı bağlamda, Marek’in yerel halka okulda yaptığı sunumu da değerlendirmek gerekiyor. Halkın kristaller üzerine olan bu sunumu pek ilgi ile takip etmemesi ilk başta düşünüleceğinin aksine konunun teknik olmasından çok, Marek’in hayata yaklaşımının da uzantısı olan sözleri olsa gerek. Onun bir bilim adamı snobluğu ile söyledikleri (“İnsanlık doğayı alt etti. Yapay pek çok şey doğalından daha güzel artık, elmasta da öyle olacak”) ve bir tartışma sırasında Jan’a dile getirdiği, hayatta etik ilkeleri bazen unutmak gerektiği söylemi (“Sen vurmazsan onlar vuruyorlar”) yine filmin meselesini açan unsurları senaryonun.

Jan ve Marek arasındaki arkadaşlığı ve onların geride bıraktıkları gençliklerindeki ortaklıklarını anlatan birkaç dokunaklı sahnenin yanında belki bir parça fazla doğrudan görünen ama yine de etkileyici bir mezarlık bölümünü de anmakta yarar var. Buradaki mezar taşı yazısının naifliğinden (“Senin gibiydim, sen de böyle olacaksın / Beni hatırla ki başkaları da seni hatırlasın”) çok Jan’ın davranışı asıl, sahneyi değerli kılan. Bu yazıyı okuduğu mezar taşını temizliyor Jan ve Marek’i şaşırtıyor bu eylemi ile: “Neden temizliyorsun ki? Kim olduğunu bile bilmiyorsun”. Zanussi iki arkadaşın yaşamlarının farklılıklarını zaman zaman görsel araçlar kullanarak da gösteriyor; Marek’in ABD fotoğraflarındaki gökdelenler, arabalar ve yatların yapaylığına karşılık Jan’ın günlük hayatındaki doğal nesneleri koyuyor film sık sık. Burada belki en çarpıcı olanı; Marek’in filme adını veren kristal uzmanlığına karşılık, bir sahnede Jan’ın evindeki bal peteğinin gözlerinin kristali çağrıştıran biçimi olsa gerek.

Wojciech Kilar’ın orijinal müziklerini caz parçaları ve klasik müzikle de (Beethoven’dan Op.92 La Majör 7 Numaralı Senfoni) destekleyen yapıtın bazı sahneleri ve diyalogları doğaçlama yolu ile gerçekleştirilmiş ki bunun sağladığı sahiciliği de hissediyorsunuz sık sık. Zanussi’nin kendi ifadesine göre Claude Chabrol’un 1958 yapımı “Le Beau Serge” (Yakışıklı Serge) ve Ivan Passer’in 1965 tarihli (“Intimní Osvětlení“) filmlerinden burjuva yaşamlar ile kırsal yaşamların çatışması (ya da ayrılıkları) temasını alan bu filmin -her ne kadar Jan karakterine bir parça daha yakın durduğunu hissettirse de- mutlak bir doğruyu işaret etmemesi de onu ayrıca değerli kılıyor. Son bir not olarak filmin “geometri” motifi üzerinde de durmakta fayda var: İki erkek Marek’in ABD’den getirdiği dergideki reklamlara bakarken, Jan arabaların tasarımının “geometrik bir karakter” taşıdığını söylüyor. Açılış sahnesindeki uzaktan çekimde Jan ve Anna’nın görüntüdeki diğer birkaç unsurla (atın çektiği kızaklı araba, iki çocuk vs.) birlikte bir yatay çizgi ve final sahnesinde Jan’ın ayak izlerinin bir üçgen oluşturduğuna da dikkat etmekte yarar var. Bunlar yönetmenin geometri takıntısının değil, hayatlarımızın sınırlarını belirleyen çizgileri ama aynı zamanda bu çizgileri kendimizin belirleyebileceğini gösterme çabasının sonucu muhtemelen.

Finalde Marek’i arabasının güneşliğini indirirken, Jan’ı ise teleskopunu güneşe bakmak için ayarlarken görüyoruz. Karakterlerden birinin doğanın hayat veren bir unsurundan sakındığı, diğerinin ise aynı unsura büyülenerek merakla baktığı bu sahnenin sembolik güzelliği için bile görülmesi gereken; düşünen ve düşündüren, sinemada asıl olanın meseleleri olan gerçek karakterler yaratmak olduğunu hatırlatan çok başarılı bir ilk film. Görülmeli.

(“The Structure of Crystal” – “Kristalin Yapısı”)

Zycie Jako Smiertelna Choroba Przenoszona Droga Plciowa – Krzysztof Zanussi (2000)

“Herkes, öldükten sonra çürüdüğümüzü düşünür. Bazen yaşarken de çürürüz… doğumdan itibaren aslında”

Ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve kısa bir ömrü kaldığını öğrenen bir doktorun ölümün ve yaşamın anlamını sorgulamasının hikâyesi.

Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya ve Fransa ortak yapımı. Gösterime girdiği yıl hem Polonya Film Akademisi hem eleştirmenler tarafından en iyi Polonya filmi seçilen yapıt spiritüel içeriği, sorgulayıcı ve sorgulatan yanı ve başroldeki Zbigniew Zapasiewicz’in sağlam performansı ile dikkat çekiyor öncelikle. Dinsel inançlarla pek ilgisi olmayan bir adamın ölümle yüzleşmeye doğru ilerlerken sorgulamasını dinsel boyutlara taşıması, günümüzde Polonya’da hâkim olan muhafazakârlığın bir işareti olurken; kendi ülkesindeki dahil, popülist sağ hükümetleri eleştiren ama muhafazakârlığını sıklıkla vurgulayan ve AB’nin sekülerliği öne çıkarmasının büyük bir yanlış olduğunu belirten Zanussi’nin dünya görüşlerinin net izlerini taşıyor film. Sakin ve sade bir sinema dili ile anlatılan hikâye yönetmenin olgun nitelemesini tam anlamı ile hak eden çalışmasından güç alırken; sadece muhafazakârların değil, sekülerlerin de ilgisini çekecek içeriği ile ayrıca önem taşıyor.

Karakterlerin kıyafetinden Orta Çağ’da geçtiğini anladığımız bir sahne ile açılıyor film; bir keşiş ve bir at hırsızının hikâyesi seyrettiğimiz. Köylülerin yakalayıp asmak üzere olduğu ve ellerinden kurtulmak için çırpınan adamı, “Onu manastıra götüreceğim ve hazır olduğunda onu size teslim edeceğim” diyerek kurtarıyor peder ve bir süre sonra gerçekten de geri getiriyor onu köylülere. Hırsız öncekinin aksine, bu kez hiç direnmeden yaklaşıyor asılarak idam edileceği yere… ve tam o sırada bir “Stop” sesi duyuluyor. Bir film çekimidir seyrettiğimiz hikâye ve 1090 ile 1153 tarihleri arasında Fransa’da yaşayan Aziz Bernard’ın bir eserinden alınmıştır. Sette doktor olarak görevli olan Tomasz (Zbigniew Zapasiewicz), çekimlerde dinsel sahnelerde danışman olarak görev yapan rahiple bu sahneyi konuşmaya başlar. Aziz’in günlüklerinde hırsızın asılıp asılmadığı belirtilmemektedir ve senaryoda bu konuda ne yazdığını ikisi de bilmemektedir. Doktorun asıl merak ettiği ise, keşişin hırsızı ne söyleyerek köylülere geri gelmeye ve idamı kabullenmeye ikna ettiğidir; bir insanı, imkânı varken kaçmayıp ölümüne kendi ayakları ile gitmeye ikna eden sözler çok derin ve güçlü olmalıdır çünkü. Doktor için bu sözlerin kişisel önemi ise hastalığının onu ölümün eşiğine getirmesi ve bir tedavi umudunun da olmamasıdır.

Zbigniew Zapasiewicz’in yönetmenin sinema diline çok yakışan bir sadelikle oynadığı ve olgun bir performansın ne olduğunu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak bir boyutta kanıtladığı film paranın insan yaşamındaki yerine bir eleştiri de içeriyor. Doktorun Fransa’daki bir deneysel tedavinin ücreti için eski eşinden para istemek zorunda kalması ve bununla ilgili yaşadığı stres ve rahatsızlık öyküde beklenenin üzerinde yer tutuyor. “Komünizm zamanında belki mümkündü ama şimdi her şey dolarla” cümlesini de duyuyoruz Tomasz’dan (bu ifade bir politik tercihten çok, bir nostaljiyi çağrıştırıyor daha çok) ve yine onun, ölümün kıyısına gelmiş bir insan olarak tek ve son umudunun paranın varlığına dayalı olması ve eski eşinin yeni kocasının “para odaklı” karakterinin alay konusu yapılması da dikkat çekiyor. Burada bir ekonomik / politik eleştiriden çok, maddî değerlerle manevî değerlerin karşılaştırılmasının öne çıkarıldığını belirtmek gerekiyor. Filmin hikâyesi, finalinin de vurguladığı gibi, -var olduğuna inandığı- ruhu beden ile karşılaştıran ve ilkinden yana olan tavrını net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu duruşunu görsel ve işitsel olarak da sık sık gösteriyor Zanussi. Tomasz’ın Fransa’da gittiği kiliseye giren kuş ve o sıradaki ses/müzik efekti gibi tercihler birkaç sahnede ve o efekt tümünü birbirine bağlayacak şekilde kullanılıyor örneğin. Tomasz’ın hastane odasındaki bir gecesinde varlığını hissettiği “ziyaretçi”nin gerçek olup olmadığının belirsizliği ama onun dilinden ifade edersek, önemli olanın duyduğu his olması gibi farklı unsurlar da destekliyor bu durumu. Zanussi’nin, dinsel inancının ve muhafazakârlığının propagandasını yapması gibi bir durum ise kesinlikle söz konusu değil; finalde kameranın hastane odasının penceresinden yandaki kilisenin kubbesini ve tepesindeki haçı göstermesi veya bir kadavranın kendisine bıçak ile dokunmaya cesaret edemeyen tıp öğrencisini -bir parça fazla doğrudan bir ifade olan- “Sadece et bu” sözleri ile teşvik etmesi gibi öğerler ruhanî olanı hep öne çıkarıyor olsa da, yönetmen zarif ve olgun sineması ile bir düşüncenin propagandasını yapmaktan çok, o düşünceye sahip olan bir insanın hikâyesini anlattığı görünümünü koruyor çoğunlukla. Blaise Pascal’ın sözlerine gönderme yapılarak söylenen, “Tanrı varmış gibi yaşa diyor Pascal; yoksa bile, bir şey kaybetmiş olmazsın” cümlesinin hikâyenin duruşunu özetlediğini söylemek mümkün.

Sinema için yaptığı çalışmalarla da haklı bir üne kavuşan Leh besteci Wojciech Kilar’ın güçlü senfonik notalarının hikâyeye çok yakıştığı ve ruhanî atmosferin yaratılmasına katkı sağladığı filmin adını, yaşadığı bölgede bir duvarda gördüğü bir grafitiden almış Zanussi. Çok güçlü ve üstelik bilimsel açıdan da doğru olan bu ifadenin verdiği ilhamla olsa gerek, hikâyeye genç bir çifti de katmış yönetmen. Ölmekte olan bir adamın hikâyesine, birlikte yeni bir yaşama ilerleyen (ve genç adamın katolik inancını düşünürsek, yeni yaşamlar yaratacak olan) bir çifti ekleyerek, bir bakıma yaşam denen hastalık kutsanıyor. Bu çiftin, Tomasz’ın yatağında gerçekleşen cinsel birlikteliği de “yaşamın ölümsüzlüğü”ne gönderme olarak görülebilir. Zanussi’nin kariyerinin en önemli eserlerinden biri olan filmin açılışında izlediğimiz “kadere boyun eğme” ile de tutarlı bir seçim bu; sonuçta bir yaşam -fiziksel olarak- biterken, yeni bir yaşam başlıyor ve Tanrı’nın/doğanın bu döngüsüne boyun eğmekten başka bir seçeneği yok insanın. René Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım”ına yakın duran bir adamın, Aziz Bernard’ın “Aklımla kavrayamadığıma inancımla tutunuyorum”undaki “boyun eğme”ye ilerlemesinin bu hikâyesi, ilgiyi hak eden bir yapıt kesinlikle.

(“Life as a Fatal Sexually Transmitted Disease” – “Hayat Seks Yoluyla Bulaşan Ölümcül Bir Hastalıktır”)

Constans – Krzysztof Zanussi (1980)

“Beni satın aldıklarını düşünüyorsun, değil mi? Aptalsın sen. Bir yere gelmek istiyorsan, uzlaşmak zorundasın. Dünyayı olduğu gibi kabul etmelisin. Buna olgunlaşmak denir”

En büyük hayali, babası gibi Himalyalar’a tırmanmak olan genç bir adamın iş arkadaşlarının yaptığı yolsuzluklar karşısındaki duruşu nedeni ile yaşadıklarının hikâyesi.

Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya yapımı. Ülkedeki rejimin yıkılmasına giden yolu açan işçi eylemlerinin ve grevlerin sürdüğü yıllarda çekilen ve genç bir karakter üzerinden Polonya’daki hayaller ile gerçeklerin zıtlığını anlattığını söyleyebileceğimiz film Cannes’da Jüri Ödülü’nü kazanmıştı. Bir denklemdeki değişmez değeri ifade eden “sabit sayı”yı filmine isim olarak seçen Zanussi bununla ülkesindeki problemlerin sabitliğini ve kaderin (veya iradenin) değerlerini belirleyebileceği değişkenlere rağmen denklemin sonucunun her zaman bu sabit değere bağlı olacağını anlatıyor. Zanussi’nin vazgeçilmez oyuncusu olan başroldeki Tadeusz Bradecki’nin doğal performansı ile karakterinin mücadelesini seyre değer kıldığı film yaşadığı dünyanın tüm kötülüklerine rağmen iyi olmayı seçen ve başka bir yaşam şeklini hayal bile edemeyen bir genç adamın hikâyesini ilgiyi hak eden bir şekilde anlatıyor.

Askerlik eğitimi için muayene olan bir adamı göstererek başlıyor film. Genç bir adamdır Witold ve mesleği elektrikçiliktir; ünlü bir dağcı olan ve hayatını Himalayalar’a tırmanırken kaybeden babasının peşinden gitmek ve o tırmanışı gerçekleştirmek en büyük hayalidir. Baba ile aynı idealin peşine düşmek ama denklemdeki “sabit sayı” nedeni ile bu mücadelede yenik düşmeyi anlatan Zanussi’nin filmi karamsar hikâyeler arasına katılabilecek bir çalışma ve Witold ile onu canlandıran Bradecki’nin tüm sevimliliğine rağmen seyirci üzerinde hüzün yaratan bir sinema yapıtı. Askerlik dönüşünde bir fuar şirketine giren genç adamın hüzünlü hikâyesi ve onun rejimin dayattığı yaşam koşulları ile mücadele etmek için yasadışı küçük suçlar işleyen arkadaşları üzerinden aslında bir sistem eleştirisi yapıyor Zanussi bu filmi ile. Ülkeye yasadışı döviz sokmak, fuar malzemelerini gidilen yabancı ülkelerde satmak veya harcırahları cebe atmak gibi suçlardır bunlar ve işteki herkesin oldukça doğal bir şekilde gerçekleştirdiği eylemlerdir. Arkadaşının Witold’a dediği gibi, değerler bir kenara bırakılıp yozlaşmış düzenle uyuşmak gereklidir ve buna uymamak aptallıktan başka bir şey değildir.

Zanussi asıl olarak “sabit sayı”ya odaklansa da denklemin diğer ögelerine de sık sık göndermede bulunuyor ve kader (ya da şans) veya iradeyi hikâyenin farklı yerlerinde karşımıza çıkıyor. Annesi ile telefonda konuşurken cebinden düşen zar veya annesine babasının ve büyükbabasının ölümü ile ilgili sorduğu soru (“Onun ölümü hakkında ne düşünüyorsun? Bir taşa basıp kaydı ve bu yüzden mi öldü? Demek istediğim, eğer o taş… Sence kader miydi? Ya büyükbabam? O da mı kaderdi? O sırada başka bir sokakta veya Varşova dışında olabilirdi. Kader miydi yaşadığı?”) gibi örnekler verilebilir bu konu ile ilgili olarak. Final sahnesi de kaderin (tesadüflerin?) hayatımızdaki yeri ile ilgili çarpıcı bir örnek oluşturuyor kuşkusuz. Witold’un iş için gittiği Hindistan’ın Mumbai şehrinde karşılaştığı Batılı hippilerle olan konuşması da aynı kapsamda değerlendirilebilir. Genç adam onları Hintli rolü yapmakla eleştirirken, “Siz bu yaşamı seçebiliyorsunuz ama Hintlilerin seçim şansı yok” diyor etrafındaki yoksulluğu göstererek. Batılı adamın “Herkes seçebilir” cevabını ise gülümseyerek ret ediyor ve bu cevabı şımarıkça buluyor. Özgür iradenin gerçekçiliğini sorgulayan bu konuşmayı ve diğerlerini Zanussi’nin, ülkesinde yaşayanların bu özgürlüğe sahipliğine gönderme olarak kullandığı açık şüphesiz.

Hindistan’daki bir başka olay üzerinde de durmak gerekiyor: Witold şehirdeki gezisinde ölü bir kadının cesedinin yakılmasını izliyor ve gördükleri kendisini kötü hissetmesine ve midesinin bulanmasına neden oluyor. Kendi annesi ise hastadır ve onun hastane maceraları sağlık sistemindeki sorunlara (hemen tüm doktor ve hemşirelerin rüşvet alması ve rüşvet vermeden ya da güçlü birini tanımadan hastanede bir yatak bulmanın mümkün olmaması) tanık olmasını sağlarken, hikâyenin ölümle ilgili bir meselesi olduğunu da söylüyor bize. Çocuk yaşta kaybedilen baba ve onun Slawomir Idziak’ın başarılı görüntü yönetmenliği çalışması ile karşımıza gelen dağdaki cesedi, yakılan Hint kadın ve elbette annenin ölümü. Bu ölümler üzerinden doğrudan bir şey söylemiyor film ama Zanussi hayatın bu kaçınılmaz gerçeğini, bu sonun kaçınılmazlığını (Annenin hastaneden eve gelmeyi istemesinin ima ettiği “kabullenme”yi hatırlayabiliriz) hatırlatmak için kullanıyor gibi görünüyor.

Witold tam anlamı ile iyi bir insan ve hikâye boyunca bunun örnekleri ile karşılaşıyoruz sık sık. Etrafını saran tüm yozlaşmalardan uzak durması ve aldığı tüm tepkilere ve yalnız bırakılmasına rağmen bu tutumundan asla vazgeçmemesinin yanında annesi ile ilgilenebilmek için belki de Himalayalar’a gidecek bir yolu açacak iş gezisini ret etmesi de bunun bir örneği. Genç adamın iyiliği onun doğasının bir parçası ve iyi olmamayı hayal bile edemeyecek kadar da naif bir karakteri var. İş için gittiği Almanya’da yüksek bir yerden yere bıraktığı bozukluklara insanların verdiği tepki ile eğlenirken veya üniversitede girdiği matematik dersinde hocası ile bir problemin çözüm yolu üzerinde tartışırken onun karakterinin bu saflığına tanık oluyoruz. Matematik zekâsı gelişmiş olan Witold’un önerdiği alternatif çözümü “basit” buluyor hocası ve karmaşık durumlarda yetersiz kalacağını söylüyor. Yaşadığı dünyanın kompleks kötülükleri karşısında onun çözümü hep “basit” kalmaya mahkûmdur sanki.

Wojciech Kilar imzalı ve piyano ağırlıklı müziğin çok yakıştığı hikâyeyi yalın bir sinema ile anlatıyor Zanussi. Araya giren Himalaya görüntülerinin sağladığı bir parça gizemli hava dışında gerçekçi bir dil kullanıyor yönetmen ve hikâye ile kahramanını canlandıran Tadeusz Bradecki’nin öne çıkmalarıına izin veriyor. İngiliz yazar Peter Ackroyd filmle ilgili 1981 tarihli eleştirisinde “Eğer Wajda Polonya sinemasının Victor Hugo’su ise, Zanussi de Stendhal’idir” şeklinde bir cümle kurmuş. Bu iki büyük Fransız yazarı tanıyanlar için gerçekten de çok yerinde bir benzetme bu. Açık, yalın bir dil ve insan ruhunun karmaşlıklıklarını belli bir mesafeden bakan mesafeli bir sinema ile sergiliyor burada Zanussi. Bradecki’nin performası da Zanussi’nin yönetmenlik çalışmasına çok uyumlu ve yalınlığı, doğallığı ve sevimliliği ile oldukça başarılı. Onun başarısı Zanussi’nin bu dürüst bakışlı, gerçekçi ve karamsar havalı filmine önemli bir katkı sağlıyor ve yapıtı ilgiye değer kılan önemli unsurlardan biri oluyor.

(“The Constant Factor” – “Sabit Sayı”)