Spirala – Krzysztof Zanussi (1978)

“İki kez ölümün eşiğinden hayata döndürüldüm. Bir uçak kazasından sağ kurtuldum. Savaşta hayatta kaldım. Sevdiklerim öldüler ve benden kesinlikle daha iyi insanlardı onlar. Daha iyiydiler ama yaşamaya devam eden ben oldum. Neden? Bunun cevabını asla öğrenemeyeceğiz”

Kış vakti bir dağ oteline gelen ve oradaki herkese kaba davranan bir adamın ortadan kayboluşundaki gizemin hikâyesi.

Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya yapımı. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve Ekümenik Jüri’nin ödülünü kazanan film Jan Nowicki’nin karakterini fiziksel ve ruhsal olarak içine sindirmiş göründüğü çarpıcı performansı ile de değerlenen, Zanussi’nin baş karakteri üzerinden ölüm ve onunla yüzleş(eme)me temasını ele alan ilginç bir çalışma. Baş karakterinin öfke ve korku sarmalında takılıp kalan ruh halini ve bunun neden olduğu sertliğini etkileyici bir biçimde ele alan film temasını çok iyi işleyen, bu temanın karşısında tarafsız bir dil tutmayı başaran ve çarpıcı finali ile görülmeyi hak eden bir sinema eseri.

Amerikalı entelektüel Susan Sontag’ın 1989 yılında yazdığı “AIDS ve Mecazları” makalesinde bu film için kullandığı ifade (“Ölümle yüzleşme isteksizliğinin neden olduğu öfkenin bildiğim en iyi anlatımı”) filmin ele aldığı meseleyi çok iyi özetliyor kesinlikle. Hikâyesinin tümüne korku ve öfkenin egemen olduğu bu film bunun doğal uzantısı olarak hayatın (ve ölümün) anlamı üzerine de düşündürüyor seyirciyi ve bunu yaparken Jan Nowicki’nin çarpıcı performansının da katkısı ile bizi de ortak ediyor yolculuğuna. Kar tatili için gidilen bir dağ oteline tek başına gelen bir adamın görüntüsü ile açılıyor film; adam arabasını kilitliyor, kapının kilitli olduğunu kontrol ediyor ve sonra da arabasının anahtarını nehire fırlatıyor. Wojciech Kilar’ın gizemli ve hüzünlü bir atmosferi olan ve hikâye boyunca pek öne geçirilmeyen müziğinin eşlik ettiği bu ilk sahne kahramanımızın bir sıkıntısı olduğunu çok açık bir şekilde söylüyor bize. Adamın ertesi gün kaybolana kadar oteldeki hemen tüm karakterlere bir şekilde sataştığına, onlarla tartıştığına ve hatta hakaret ettiğine tanık oluyoruz daha sonra. Tüm bu bölümlerde ancak çok büyük bir acısı olan bir insanın gidebileceği uçlara kadar katılaşmış bir insanın tavırlarına tanık oluyoruz: Herkese düşüncelerinin ve hayallerinin anlamsızlığını söyleyip duruyor, politik doğrucu olmayı hiç umursamıyor ve adeta inançları sarsma misyonunu edinmiş görünüyor kendisine. Ertesi gün kötü hava koşullarına rağmen karla kaplı dağa giden ve kaybolan adamın bu öfkesinin nedeni umutsuzluğun ve korkunun beslediği öfkedir.

Herkesi kızdıran, alay eden ve onlara umursamazlıkla yaklaşan adamın bu tavırlarına tek bir sahne dışında genellikle hoşgörü ile yaklaşılması bir gerçekçilik sorunu gibi görünse de bu durum onun davranışlarını daha da ayrıksı kılması nedeni ile tercih edilmiş olsa gerek Zanussi tarafından. Kendi sorgulamasının ve sorguladıkça daha da artan çıkışsızlığının intikamını sanki diğerlerinden çıkarmak istiyor gibi kahramanımız ve Zanussi onu ille de “iyi” bir karakter olarak çizmeyerek, adamla özdeşleşmemizi engeliyor ve ona belli bir mesafeden ve tarafsız bakmamızı sağlıyor. Sık sık yakın planlarla yüzü görüntüye gelen ve her göründüğü anda duygu yüklü bir yüz ifadesine sahip bir karakteri canlandıran Jan Nowicki’nin başarılı oyunculuğunun elle tutulur hale getirdiği duygularını çok iyi anlamamızı ve hatta ürkmemizi sağlıyor film ve bu adamın hikâyedeki diğer karakterlere yaptığı gibi bizim de kabullendiğimiz gerçekleri ya da hayal ettiklerimizi sorgulamamızı sağlıyor.

Ölümün somut halini birkaç sahnede hem kahramanına hem bize gösteren film, iki doktorun bir cesetten çıkarılmış karaciğeri ellerinde tutmaları sahnesinde olduğu gibi “inasanın güzelliği” ile “ölümün çirkinliği”ni yan yana getiriyor. Zanussi el kamerası kullanarak hikâyesine bir dinamiz de katıyor ama asıl olarak kendisini öfkesinin ve korkusunun kontrolüne bırakmış olan baş karakterinin hareketli ruh halinin iyi bir sembolünü yaratıyor böylece. Onun aralıksız düşünen, tepki gösteren ve sorgulayan/sorgulatan beyni ve bedeninin görsel karşılığını üretmeyi başarıyor Zanussi bu tercihi ile. Yönetmenin mekanları da başarılı bir şekilde kullandığını görüyoruz hikâye boyunca. Temel olarak üç farklı mekanda geçiyor film: Dağ oteli, dağ ve hastane. Görüntü yönetmeni Edward Klosinski’nin özellikle dağ bölümünde yakaladığı “soğuk güzellikler”le kendisini gösteren görüntü çalışmasını “derin bir sessizlik”le destekliyor Kieslowski ve tüm filme egemen olan hüzün ve gerilimi hep canlı kılıyor. Ölüm gerçeği ile yüzleşebilmenin aracı olarak “kaderini kendin belirle”yolunu seçenin bir adamın bu hikâyesi görülmeyi hak eden, bir meselesi olan ve seyircisini de bu meselesine ortak eden ilginç bir film.

(“The Spiral”)

Rok Spokojnego Slonca – Krzysztof Zanussi (1984)

“Mutluluk elemin içindeyken de bulunabilir”

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, savaşın yakıp yıktığı Polonya’da Amerikalı bir asker ile Polonyalı bir kadının aşk hikâyesi.

Leh yönetmen Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir film. Romantizmin ve bir aşkın doğması ve büyümesi için en elverişsiz koşullarda bir erkek ile bir kadının sevgisini ince bir dil ile anlatan, bunu yaparken de ucuz romantizmden özenle uzak duran bir çalışma bu. 1984 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü kazanan film bir aşk hikâyesinin görsel ve içerik olarak çağrıştıracağı hemen her unsurdan sakınırken, konuşabildikleri diller nedeni ile önemli bir iletişim problemi de olan çiftin hikâyesini insan onurunun acı ve ölüme karşı durabileceğinin de kanıtı olarak kullanıyor. Sakin, güçlü ve dürüst bir film bu.

Wojciech Kilar’ın senfonik müziğinin duygu dolu bir dram duygusu kattığı hikâyede Zanussi bir aşk hikâyesinde pek rastlamayacağımız türden bir ortam içinde gösteriyor bize iki baş karakterini. Büyük savaş henüz bitmiştir, Polonya yoksulluk ve kıtlık içindedir, Amerikan askerleri ve Rus askerleri şehirde gezinmektedir, suç ve ölüm günlük hayatın önemli bir parçasıdır bu ortamda. Bacağında önemli bir yarası olan yaşlı annesi ile birlikte hayatta kalmaya çalışan orta yaşlı bir kadın ve savaş sırasında yaşadığı travmaların pençesinde hayatını sürdüren ve ülkesine dönme gücü bulamayan Amerikalı bir askerdir bu iki karakter. Erkeği mahçup eden bir tesadüfle karşılaşırlar ve sonrası etkileyici bir finale ulaşan bir aşk hikâyesi olur. Şehrin duvarlarında hâlâ Nazilerden kalan “Ein Volk… Tek Halk…” ve “Hitler” sloganları yazılıdır; Amerikan askerleri çocuklara sakız fırlatarak eğlenmektedir, evlerin tümü savaşın ağır izlerini taşımaktadırlar bu hikâyede. Adam kendi travmasının da dürtüsü ile kadına yardım etmeye çalışır hem küçük hediyeleri hem de bir Amerikan askeri olarak ona sağlayabileceği olanakları kullanarak.

Birbirlerinin dillerini hemen hiç bilmeyen, konuşmalarını sadece kadının kısıtlı İngilizcesi ile yürütebilen ve bu nedenle en mahrem konuşmalarını gerçekleştirmek için bir tercümana ihtiyaç duyan adam ve kadının hikâyesini bir bakıma bir direniş hikâyesine dönüştürüyor Zanussi. Ölüme, yıkıma, acıya, otoriteye ve suça karşı bir direniş öyküsü bu film ve yönetmen tıpkı romantik filmlerin diğer tüm klişelerini yıktığı gibi iki baş karakterini de “genç ve güzel” göstermenin peşine düşmüyor. Her ikisi de acılı bu insanların ve erkek evine dönemezken, kadın da evini terk edemiyor. Zanussi aşkın nasıl başladığını veya ilk çekimi yaratanın ne olduğunu vurgulamak gibi oyunlardan hep kaçınıyor ve oldukça alın ve süssüz bir sinema dili ile özel ve etkileyici bir gerçeklik yaratıyor. Yaralı bir ülkedeki yaralı iki karakterin yaşadıklarını anlatırken başka karakterleri de -hikâyeleri özenle oluşturulmuş ve anlatılanın doğal bir parçası kılınmış bu karakterlerin- ihmal etmiyor hikâye. Özellikle, Alman toplama kampından sağ kurtulmak için katlanmak zorunda kaldıklarının travması içinde kendince bir kurtuluş yolu arayan komşu kadın karakterinin bir örneği olduğu şekilde herkesin hikâyesini dinlemeye değer kılan bir senaryo var karşımızda.

Savaştan hemen sonraki bir dünyayı anlattığı için çatışma vs. yok filmde ama bir toplu mezar sahnesinin de örneği olduğu gibi savaşın sonuçlarını doğrudan gösteren pek çok etkileyici ânı var filmin. Örneğin bu sahnede mezarın etrafında toplanmış olan halktan iki kişinin ayaklarının kayarak mezarın içine düşmeleri bir trajikomik an olmanın çok ötesine geçiyor ve seyredenin yüreğinde derin bir iz bırakacak sert bir trajediye dönüşüyor. Savaşta kazanan olmadığını ve doğası gereği de olamayacağını ve herkesin az ya da çok kaybedeceğini gösteren bu sahnelerde askerlerin çürüyen cesetleri gibi görsel açıdan korkunç ve vurucu kareler çıkıyor karşımıza zaman zaman. “Mutlu olmak bir insan hakkı mıdır? Herkesin mutlu olmaya hakkı var mıdır? Yoksa bazılarının vardır ama bazılarının yok mudur?” sorularının bir günah çıkarma sırasında sorulduğu film, insanın en doğal arayışının mutluluk üzerine olduğunu hatırlatıyor seyirciye. Tüm o acının içinde iyilik, fedakârlık ve sevginin yaşayabileceğini ve insanı insan kılanın da bu olduğunu anlatmayı etkileyici bir biçimde başaran bir film çekmiş kesinlikle Zanussi.

Slawomir Idziak’ın sepya tonlarındaki renklere ağırlık veren başarılı görüntü çalışması hikâyenin dramının kaynağını sürekli olarak hatırlatıyor bize ve etkileyici bir katkı sağlıyor filme. Sondaki, trajik bir etkiye sahip olan ve Utah’da (Filmde de sözü edilen, John Ford’un 1939 tarihli filmi “Stagecoach – Cehennemden Dönüş”ün çekildiği bölge burası) çekilen kavuşma ve dans” sahnesi dışında tüm bölümleri Polonya’da geçen filmde başrolleri paylaşan Maja Komorowska ve Scott Wilson karakterlerinin acılarını, umutlarını ve direnişlerini çok iyi yansıtan gerçekçi performansları ile etkileyici birer hüzün portresi oluşturuyorlar. Idziak’ın kamerası bu oyuncuların yüzlerindeki ve gözlerindeki kederi filmin anlattığı “kırık bir aşk hikâyesi”ne uygun bir şekilde yakalarken, oyuncuların yalın performansları bir tercüman eşliğinde konuştukları sahnede olduğu gibi göz yaşartacak bir etkileyiciliğe sahip olmayı başarıyor. Görülmeli.

(“A Year of the Quiet Sun” – “Sakin Güneş Yılı”)