Cujo – Lewis Teague (1983)

“Dinle beni. Canavar diye bir şey yok. Onlar sadece masallarda olur. Gerçekte canavar yoktur.”

Yarasalar tarafından ısırılınca kuduz olan ve saldırganlaşan bir köpeğin yarattığı dehşetin hikâyesi.

Stephen King’in 1981 tarihli aynı adlı romanından yapılan bir uyarlama. Lewis Teague tarafından yönetilen filmin senaryosu Don Carlos Dunaway ve Lauren Currier tarafından yazılmış. Sonundaki farklılıklar dışında romana sadık kalan film, süresini dolduracak malzemenin eksikliğini yaşadığı için zaman zaman tekrara düşen ama yine de köpeğin gitgide artan dehşetinin neden olduğu gerilimi seyircisine genellikle hissetmeyi başaran bir çalışma. Jan de Bont’un özellikle saldırı sahnelerindeki hareketli kamerası, Neil Travis’in yine özellikle bu sahnelerdeki etkileyici kurgusu ve Charles Bernstein’ın hikâyeye çok iyi bir uyum gösteren müziği ile de dikkate değer bir film bu. Ne var ki seyirciyi gerilim ve korku ile tam anlamı ile besleyebildiğini söylemek de pek mümkün değil. Teague’in yönetmenliğin saldırı sahneleri dışında bir parça silik olduğu filmin “ideolojik” tutumu ise tartışmaya hayli açık.

Her yere burnunu sokanlara ders olacak nitelikte bir sahne ile açılıyor film ve sevimli bir St Bernard cinsi köpeğin bir tavşanı kovalarken yarasalar tarafından ısırılarak kuduz olması ile hikâye başlıyor. Bundan sonrası ise köpeğin (bir başka deyişle canavarın) önüne gelene saldırarak yok etmesi şeklinde ilerliyor ve hikâyenin büyük bir kısmında da bir arabanın içinde sıkışıp kalan bir anne ve oğlunun köpeğin saldırıları karşısında hayatta kalma mücadelesini izliyoruz. Romanın orijinal sonundaki trajedi filmde tekrarlanmıyor ki Stephen King’in romanı bu olumsuz sonuçla bitirmekten sonradan pişman olduğunu düşündüğümüzde belki de doğru bir seçim bu. Tabii ki burada Hollywood’un mutlu son bağımlılığının etkisinin olduğunu da atlamamak gerek. Köpeğin öldürdüklerinin hikâyenin iki sevimsiz karakteri (biri sürekli bira içen bir serseri, diğeri karısına kötü davranan bir adam) olduğunu göz önüne alınca, romanın/filmin ahlâkçı yanı da fark ediliyor elbette ki King romanları için sıradan bir tutum bu. Filmin bu ahlâkçı tavrının ortaya çıktığı bir başka örnek de kadının “kutsal aile”ye zarar veren ihaneti. Her yönü ile mükemmel bir koca (karısına gösterdiği sevgi, çocuğuna karşı gösterdiği mükemmel bir baba rolü ve işindeki dürüstlük vs.) ve sevimli ve zeki bir çocuğa sahip bir kadın ihanet ederse, cezalandırılması gerekiyor elbette ve burada “Tanrı” filme adını veren köpeğin bedeninde veriyor bu cezayı.

Canavarlardan ve karanlıktan korkan küçük çocuğun (ki hikâye bize baba ile ilişkisinin anne ile olana göre ne kadar sağlam ve sağlıklı olduğunu vurguluyor sürekli olarak) bu korkusunun mutlu görünen yuvada bir sorun olduğunun sembolü olduğu açık. Kadının kocasını aldatıyor olması, ihaneti bir başka deyişle, aslında filmin çıldıran köpek gerilimini anlatmak dışında başka bir niyetinin olduğunun ilk göstergesi. Çocuğun korkusunun canavarlardan değil ailesini yok edecek bir şeyden (burada kadının ihanetinden) olduğunu düşünmek gerekiyor. Üstelik bu ihanetin ne kadar anlamsız (!) (mükemmel koca vs.) olduğu da ortada iken, kadının ne pişmanlığı ne de sembolik bir biçimde, arabanın içindeki kocasından bir çeşit af dilemek için “diz çökmesi” canavarların bu kutsal yuvaya uğramasına engel olamayacaktır. Filmin tüm ikinci yarısında, yuvadan “ayrılmış” olan kocanın yokluğunda yaşananlar ise kadına görevlerini hatırlatma ve ona çektirdiği acılar ile bir ders verme fırsatı gibi kullanılmış hikâyede. Ronald Reagan’ın başkan olduğu ve liberal değerlerin yerini süratle muhafazakâr değerlere terk ettiği dönemin ABD’si için anlaşılır bir tercih bu elbette. Kadının Tanrı’ya köpekten kurtulmak için yalvardığı sahnenin hemen ardından sabah güneşi ile yüzünün “aydınlandığının” gösterilmesi de benzer anlayışların sonucu olsa gerek.

Stephen King’in alkol problemi ile mücadele ettiği günlerde yazdığı kitabından beyaz perdeye uyarlanan filmde anneyi oynayan Dee Wallace ve çocuğu rolündeki ve ilk filminde oynayan küçük oyuncu Danny Pintauro rollerinin altından başarı ile kalkmışlar ve filmin tüm ikinci yarısında yaşadıkları dehşet ve korkuyu seyirciye aktarma işinin altından kalkmışlar kesinlikle. Özellikle Pintauro’nun “gerçekten” korktuğunu düşünebilirsiniz tüm o köpekli gerilim sahnelerinde. Köpeğin kuduz olduktan sonraki görüntülerindeki makyajının ve efektlerinin de hayli etkileyici olduğunu söylemek gerek. İkinci yarısında nerede ise tamamen bir arabanın içinde ve etrafında geçen filmin bunun yaratabileceği kısıtlamalardan yara almadan çıkabilmesi de dikkat çekiyor. Çok olmasa da korkutan ve gerilim yaratabilen, bir klasik olamamış ve olamayacak olsa da unutulmayacak bu King uyarlaması 1980’lerin arka planında dönemin “Yeni Sağ” ideolojisinin açık/gizli propagandasını yapmayı unutmayan örneklerinden biri. Buna boş verip, çıldıran köpekli bir korku filmi olarak rahatça karşısına geçebilirsiniz filmin; -çok ya da az- korkmak garanti.

(“Kujo”)