“İyi baba, tiran baba, korkak baba; sevgili, sevgili baba… Huzur içinde uyu”
Çavuşesku döneminin son zamanlarında, eski bir gizli polis olan babasının ölümünden sonra onun külleri ile yolculuğa çıkan bir genç kadının hikâyesi.
Rumen yazar Ion Baiesu’nun 1985 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan senaryosunu Baiesu ve Lucian Pintilie’nin yazdığı, yönetmenliğini Pintilie’nin yaptığı bir Romanya ve Fransa ortak yapımı. 2000’li yılların başından itibaren dünya sinemasında sağlam bir yer edinen Rumen Yeni Dalgası’nın parlak isimlerinin Çavuşesku sonrasının “özgür” ortamı içinde çalışmasının aksine, Pintilie sansür ile karşılaşan ve bu nedenle gönüllü sürgün olarak Fransa’ya yerleşen bir isimdi. Buna karşılık Yeni Dalga yönetmenlerinin tümünün ilham kaynağı olarak gösterdiği Pintilie’nin bu aslında hayli sert bir hikâyesi olan filmi, Kusturica’dan aşina olduğumuz Balkan mizahı da katarak ve böylece sertliği kara olarak tanımlanabilecek hoş bir mizahla dengelenen bir yapıt. Karakterlerine belirli bir sempati ile yaklaşan film “kahramanlar”ın karanlık geçmişleri olabileceğini ve iktidarlar değişince kahramanlarla hainlerin yer değiştirebileceğini de hatırlatan ilginç bir yapıt. Kusturica’nın zaman zaman dozu hayli fazla olan gösterişli havasının daha alçak gönüllü bir hâlini benimsemiş olan Pintilie’nin yapıtı, ülkesinde dilediği kadar çalışma olanağı bulamayan yönetmenin Romanya’ya ve insanlarına duyduğu sevgi ve bağlılığın da bir göstergesi.
Öne doğru hızla kayan bir kameranın gösterdikleri ile açılıyor film; terk edilmiş görünen ve etrafları çöple kaplı binalardan birine giriyor kamera. Sonradan baba ve kızı olduklarını anlayacağımız iki kişi bir yatakta uzanmaktadırlar ve odanın bir duvarına küçük bir projektörden eski bir doğum günü kutlamasının görüntüleri yansımaktadır. Oda hayli dağınıktır ve uzun süredir temizlenmemiş görünmektedir. Derken adam ölür ve kadın mutfaktaki ocaktan yakarak içtiği sigarasından sonra evden ayrılır. Baba eski bir gizli polistir ve ona çok bağlı olan kızı adamın sağlığını sormak için arayan doktora önce yalan söyler, sonra küfür eder; kapıyı çalan kız kardeşini de kovar. Pintilie’nin filmi bundan sonra genç kadının babasının bir nescafe kavanozu içindeki külleri ile çıktığı yolculuğunda yaşadıklarını ve başına gelen bir olaydan sonra gitmek zorunda kaldığı hastanede tanıştığı bir doktorla ilişkisini anlatıyor bize.
Film 1992’de, Çavuşesku’nun devrilmesinden 3 yıl sonra gösterime girmiş: Pintilie ilk filmi olan, 1966 tarihli “Duminica la Ora 6”dan başlayarak rejimle hep sıkıntı yaşamış ve bu başarılı filmi “fazlası ile Batı etkisi” taşıması nedeni ile eleştirilmiş ve gösterime girememiş bir sinemacı. Aynı zamanda tiyatroda da çalışan yönetmenin Gogol’un “Müfettiş” oyunu için yaptığı çalışma da sansüre uğramış. Bundan sonra gönüllü bir Fransa sürgünü geliyor ve 1979’da “De Ce Trag Clopotele, Mitica?” adını taşıyan ve yine yasakla karşılaşan filmin çekimi için geçici bir süre dönmiş sevdiği ülkesine yönetmen. “Balanta” Pintilie’nin ülkesine kalıcı olarak döndükten sonra çektiği ilk film. Daha önceki filmlerinde olduğu gibi ama bu kez metaforlara çok fazla sığınmak zorunda kalmadan, rejimi ve onun uzantısı olan bürokrasiyi sert bir biçimde eleştirmiş Pintilie ve yozlaşma, iktidar ve halk arasındaki kopukluk ve yoksulluğun sonuçlarını net bir hikâye ile sergilemiş. Çavuşesku sonrasında hızla kapitalist dünyaya katılan diğer Doğu Bloku ülkelerinde ne kadar adil ve eşit bir dünyaya ulaşıldığı apayrı bir konu ve Rumen Yeni Dalga sinemacıları da çeşitli eserlerinde (Örneğin Radu Jude’nin “Cea Mai Fericitã Fatã Din Lume” (Dünyanın En Mutlu Kızı) adlı yapıtı. Pintilie de komünizm sonrası Romanya’daki hayata nihilist denecek bir bakışla bakan “Prea Târziu” ve “Terminus Paradis” adlı yapıtlarında komünizm sonrasında Romanya’daki kapitalizm ve tüketim toplumu alışkanlıklarını ana eleştiri konusu yapar) ülkelerinin yeni düzenini eleştirmekten geri durmadılar.
Kadavra bağışının saklama koşullarının yetersizliği nedeni ile kabul edilmediği; rüşvetin ve adam kayırmanın hayatın normal bir parçası olduğu; bürokrasinin, yaşam koşullarının ve baskıcı yönetimin halkı sefalete ittiği (silikoz, alkolizm, yetersiz beslenme ve engellilik sözcükleri ie tanımlıyor bir doktor hastanesindeki durumu) bir dünyayı sert bir hikâye ile anlatıyor Pintilie; ama bunu yaparken kara bir mizahtan da destek alıyor. Doktor karakterinin her şeyle dalga geçen yaklaşımını, anlaşılan halkın içinde bulunduğu koşullara direnmesinin bir yöntemi olarak kullanmış film ve tecavüz, katliama dönüşen bir operasyon ve başka ölümlerin olduğu bir hikâyeyi sık sık bir gülümseme ile seyretmenizi sağlamış. Çeşitli sahneleri ile (örneğin askerî tatbikat bölümleri, iki karakterin peşlerindeki istihbarat görevlileri ile yaşadıkları ve köylülerin toplu dansı), Kusturica’nın tüm dünyaya tanıttığı ve adına Balkan mizahı diyebileceğimiz bir komediyi ama dizginlenmiş bir biçimde kullanmış Pintilie. Burada da eğlence, kaos, karakterlerin heyecanlı konuşmaları ve eylemleri, yine zaman zaman bir absürtlük içerecek şekilde sergileniyor; ne var ki Pintilie gerektiğinde ciddi bir soğukluğa da başvurarak kullanıyor bu yaklaşımı.
Bir doktor, bir öğretmen, istihbarat elemanları, parti idarecisi, rahip ve köylülerin bulunduğu yemekte adeta tüm Romanya toplumunu sembolik açıdan bir araya getiren filmde kadının hikâye boyunca polaroid fotoğraf makinesi ile tanık olduklarını görüntülemesi de, ülkenin o dönemdeki (Gorbaçov’dan bahsedildiğine göre, 1985 – 1989 arasındaki bir dönemde geçiyor hikâye) manzarasını bize aktaran Pintilie’nin kamerasının sembolü oluyor. Karakterlerden birinin “Doğacak çocuğumuz ya aptal olacak ya dâhi” ifadesine, “Normal olursa, onu kendi ellerimle öldürürüm” cevabını veriyor bir diğeri ve bu diyalog, içinde bulunulan hayatla en iyi mücadele aracının “normal” olanın dışına çıkmak, alaycı bir absürtlüğe dayanmak olduğunu gösteriyor sanki.
Tuhaf ama uyumlu bir ikili oluşturan çiftten kadını oynayan Maia Morgenstern’in -en azından başlangıçta- ciddi, erkeği canlandıran Razvan Vasilescu’nun ise alaycı birer “isyancı” olan karakterlerini bu kişiliklerine oldukça uygun tonlamaları olan performanslarla canlandırdıkları film bu ikilinin kameraya baktığı ve erkeğin elinde bir silahı bize doğru tuttuğu bir görüntü ile sona eriyor. Sorgulayan ve sorgulatan bir bakış bu ve Pintilie sanki bu kare üzerinden yozlaşmış ve baskıcı bir yönetim altında yaşamanın ne demek olduğunu düşünmemizi istiyor bizden. Pintilie’nin kendisinin de bu yönetimle problemler yaşadığını ve Fransa’da yaşamayı seçtiğini düşününce, doğal bir istek bu aslında. İşte bu Fransa bağlantısını, kadın karakterinin de orada üniversite okumuş olması üzerinden Fransızca müziğe bağlıyor yönetmen ve Juliette Gréco’nun iki şarkısını da (“Nos Chères Maisons” ve “Plus Jamais”) hikâyesine yerleştiriyor.
Kadının yolculuğunu bir bakıma Romanya halkının karanlık bir dönemdeki arayışı olarak değerlendiren filmin absürt gerçekçiliği bugün bir parça yıpranmışlık ya da fazlası ile aşinalık hissettirebilir; ne var ki filmin önemini ve değerini azaltmıyor bu durum. Zaman zaman kazandığı ve kurgucu Victorita Nae ve görüntü yönetmeni Doru Mitran’ın önemli birer payı olan“anarşist enerji” de her zaman yeterince sağlam olmayabilir ama yine de Pintilie’nin bu yapıtı görülmeye değer bir çalışma.
(“The Oak” – “Meşe”)