Zama – Lucrecia Martel (2017)

“Ben kimsenin yapmadığını yapıyorum sana, umutlarına “hayır” diyorum”

On sekizinci yüzyılda İspanya’nın kolonisi olan bir Latin Amerika ülkesinde görev yapan ve Buenos Aires’e transfer edilme talebinin cevaplanmasını bekleyen bir İspanyol yargıcın hikâyesi.

Arjantinli yazar Antonio di Benedetto’nun 1956 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan senaryosunu yazan Lucrecia Martel’in yönetmenliğini de yaptığı bir Arjantin, İspanya ve Brezilya ortak yapımı. Ailesinden uzakta ve önemsiz bir görev üstlendiği bir yerde yaşamak zorunda kalan bir adamın bekleyişi, umutları ve hayal kırıklıkları üzerinden Latin Amerika’nın kolonileştirilmesi ve sınıf farkları üzerine hayli ilginç bir film bu ve Martel’in bir parça soğuk bir sinema dili ile ve kolay olandan uzak durarak anlattığı farklı hikâyesi, baş karakterinin ayrıksılığı ve Rui Poças’ın özenli ve hem yorumlayan hem yorumlanmaya açık görüntüleri ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Dikkatli izlenmesi gereken film iki saate yakın bir süre içinde, Avrupalı kolonicilerin Latin Amerika’da yaşadıkları ve yaşattıkları üzerine ders olabilecek bir içeriğe sahip olması ve tecrübeli oyuncu Daniel Giménez Cacho’nun filme adını veren karakterdeki yalın ve güçlü oyunculuğu ile de ayrıca önem taşıyor.

Antonio di Benedetto’nun diğer iki kitabı (1964 tarihli “El Silenciero” ve 1969 tarihli “Los Suicidas”) ile birlikte gayriresmî bir “İntizar Üçlemesi” oluşturan kitabı Arjantin edebiyatının en önemli eserlerinden biri kabul ediliyor. 1976’da General Videla’nın diktatörlüğü sırasında tutuklanan ve işkence gören, daha sonra da 1984’te geri dönene kadar İspanya’ya sürgüne giden yazarın Türkçe olarak da basılan tek eseri olan kitap varoluşçu edebiyat türüne sokulan ve sinemaya edebî değerini koruyarak uyarlaması çok da kolay olmayan bir yapıt. Arjantinli yönetmen Lucrecia Martel bir önceki filmi “La Mujer sin Cabeza”dan (Başsız Kadın) yedi yıl sonra, 2015’te çektiği ama rahatsızlığı nedeni ile çalışmalarını ancak 2017’de tamamlayabildiği bu filmi ile romanı hakkını vererek aktarmış sinemaya ve ortalama bir seyirci için belki bir parça zor ama kesinlikle güçlü bir sonuç çıkarmış. Olay örgüsü açısından değil; bir dönemi, bir tarihsel ve sosyolojik olguyu iz bırakan bir başkarakter ile anlatabilmesinden kaynaklanıyor filmin önemi ve çekiciliği. Sıradan ve garantili olan bir anlatımdan uzak durmuş Martel ve bazen bir rüya (ya da kâbus) bazen saf gerçek görünen, Poças’ın kamerasının karakterleri ve mekânları seyircinin karşısına onu esir alacak bir güçte çıkardığı ve bir çeşit büyüleyici bir havası olan bir yapıt çıkarmış Benedetto’nun romanından.

Açılışta Zama adlı yargıcı deniz kenarında ufka bakarken görüyoruz; ciddi, “cool” ve merak uyandıran ama sanki üzerinde çalışılmış gibi duran bir pozdur bu gördüğümüz. Etraftaki önce seslerini duyduğumuz, sonra kendilerini gördüğümüz yerliler farkında bile değillerdir bu pozun ve ona hiçbir ilgi göstermezler. Bu görünmeme durumunu fark eder Zama ve bu ilk sahne bize birden fazla şey söyler: Zama olmak istediğinin aksine önemli bir konumda değildir, yalnızdır ve kolonici güçlerin temsilcisi bir beyaz olarak o anda bulunduğu topraklara ait değildir. Sonra, çamur banyosu yapan yerli kadınları bir röntgenci gibi izler, kendisini fark eden ve peşinden koşan bir kadına da sert bir tokat atar; bu kısa sahne ile de bize film beyazların sömürgeleştirdiği topraklara ancak şiddetle hâkim olabildiğini/olabileceğini söylerken, hikâyenin kahramanının cinsel açlığını ve yargıç konumuna rağmen aslında aciz bir adam olduğunu da vurgulamış oluyor. On dört aydır oradadır Zama ve kraldan gelecek onay ile bir an önce Buenos Aires’e atanmak istemektedir. Bunun için de kralın temsilcisi olan naibin peşindedir; rica etmekten yalvarmaya uzanan yollarla onu, krala mektup yazması için ikna etmeye çabalarken izleriz hikâyenin önemli bir kısmında. Ne var ki Latin Amerika’ya El Dorado’yu (Efsanelerde geçen kayıp altın şehri) bulmak umudu ile gelen tüm o İspanyolların boş hayalleri gibi onunki de bir umuttan öteye geçemeyecek gibi görünmektedir.

Bekleyiş, umut etme ve hayal kırıklığı hikâyenin tümü boyunca karşımıza çıkıp duruyor. Gerçekliğinden kimsenin emin olamadığı, kimilerinin öldüğünü öne sürdüğü Vicuña Porto adındaki silahlı haydutun peşine düşenlerin hayali ile Zama’nınki arasında çok da fark yoktur. Naip ona krala bir isteği iletmek için iki kez mektup yazmak gerektiğini ve ikincisinin de ilkinden en erken bir iki sene sonra gönderilebileceğini söylerken, ilk mektubu hazırlamak için de zorlu koşullar öne sürmektedir. Zama’nın yalnızlığı ve umutsuzluğu, hoşlandığı kadının ihaneti ile daha da artarken, Martel kahramanının her anını özenle ve incelikle oluşturulan sahnelerle getiriyor karşımıza ve onun sonsuz bekleyişi ve takılıp kalmışlığını seyirciye oldukça doğal bir şekilde geçirmeyi başarıyor.

Geneleve benzer bir yerde geçen sahnede olduğu gibi, karakterlerini zaman zaman bir rüyadaymış gibi hareket ettiren Lucrecia Martel, Zama’nın çaresizliğini başroldeki Daniel Giménez Cacho’nun güçlü performansı sayesinde elle tutulur hale getirmiş ve onun -küçük de olsa- sahip olduğu iktidarın ve gücün aslında ne kadar desteksiz olduğunu da görünür kılmış farklı pek çok sahnede. Onun temsilcilerinden biri olduğu kolonyalizminin acımasızlığını da benzer bir başarı ile ve herhangi bir provokasyona başvurmadan taşıyabilmiş beyazperdeye yönetmen. Başlardaki “itirafa zorlanan yerli” sahnesinden yerlileri katleden bir zihniyetin şimdi çalıştıracak yerli kalmadı diye şikâyetine tanık olduğumuz bölüme, senaryo beyazların kurduğu düzenin doğa-dışılığını, üstelik zaman zaman soyut bir havaya bürünmesine rağmen, güçlü bir şekilde dile getiriyor. Yerli hizmetkârların altlarında sadece iç çamaşırı varken, giydikleri hizmetkâr kıyafeti gibi görsel bir karşılığı da üretilmiş bu doğal olmama hâlinin.

Biçim ve içerik açısından kayda değer bir özgünlük yakalayan ve gerçekçilik ile gerçeküstücülüğü bir araya getirebilen film kendine özgü bir mizah da (bu mizahın en doğru tanımı alaycılık olabilir) içermesi ve Los Indios Tabajaros adı ile müzik yapan ve özellikle 1950’li ve 60’lı yıllarda popüler olan Antenor ve Natalicio Lima kardeşlerden seçilmiş melodilerinin hikâyenin geçtiği dönemden daha ileri bir tarihi işaret ederek hoş bir zıtlık yaratması ile de dikkat çekebilir. Martel’in kaynak romanı bir şekilde “yeniden yarattığı” söylenen bu uyarlama açgözlülük ve zenginlik umutları ile motive olan bir sömürgecilik hareketinin parçalarından biri olan bir adamın umutsuz yaşamayı öğrenmesini anlatırken, onun üzerinden erkek imajına da ciddi bir eleştiri getiriyor. Tıpkı kendi kendinin parodisine dönüşen sömürgecilik gibi, Zama da tüm o takınılan pozlara ve tavırlara rağmen bir erkek parodisi oluyor bir bakıma. Bu bağlamda Martel’in hikâyesine ve kahramanına feminist bir bakışla baktığı söylenebilir rahatlıkla.

La Mujer sin Cabeza – Lucrecia Martel (2008)

“Bu ses senin sesine benzemiyor. Öyle güzeldin ki! Neden saldın kendini?”

Arabası ile bir “şeye” çarpan bir kadının içine düştüğü suçluluk ve tereddütün hikâyesi.

Arjantinli yönetmen Lucrecia Martel’in bu üçüncü uzun metrajlı filmi gerçeğin ne olduğunu (bu örnekte kadının çarptığı şeyin bir köpek mi, bir insan mı yoksa başka bir şey mi olduğu) söylemeyen, bunun yerine gerçeğin bilinmemesinden kaynaklanan ruh halinin üzerine giden ve tüm film boyunca bir yandan da seyircisini farklı okumalara teşvik eden çalışmalardan.

Filmin baş kahramanı Verónica rolünde María Onetto’nun harika bir performans verdiği bir film bu. Onetto film boyunca suçluluk, tereddüt ve endişenin iç içe geçtiği bir ifadeyi inanılmaz bir hüzünle sarmalanmış bir şekile taşıyor yüzünde. Adeta bir sisin içinde kaybolmuşçasına hem burada hem burada değil gibi. Bu ifadeye bir de hafif bir gülümsemenin eşlik ettiğini düşünün. Sanatçı karakterinin içinde bulunduğu ruh halini seyirciye çok başarılı bir şekilde geçirdiği filmde tüm övgüleri hak ediyor. Filmin başlangıç sahnesi dışında hemen her karede yer alıyor ve az konuştuğu bu filmde yönetmen onu odak noktasına oturtarak etrafındaki sesleri onun görüntüsü ile sunuyor bize. Doğrudan görünmediği sahnelerde bile film onu anlattığını net bir şekilde ifade ediyor.

Çarptığı şeyin bir insan olduğu düşüncesi ile baş etmeye çalışan kadının bir yandan gerçeği anlamak çabası ama bir yandan da endişesinin doğrulanması ihtimali filmin odak noktası ve bu noktanın etrafında hafıza, gerçeğin tanımı ve doğrudan bizim işlediğimiz veya işlenmesine tanık olduğumuz suçların karşısındaki duruşumuz temalarının üzerine gidiliyor. Bize filmde gösterilenlerin, örneğin kadının kazadan sonra otele gidip gitmediği, hangilerinin gerçek hangilerinin kadının hayal ürünü olduğunu film başarılı bir biçimde bir gizem örtüsü altında tutuyor ve böylece seyirciyi de kadının ruh haline yaklaştırıyor. Tüm bu belirsizlik veya gerçeği kabullenmemek ya da görmemezliğe gelmek üzerine olan hikâyeyi bireysel boyutundan çıkartıp Arjantin toplumunun diktatörlük yıllarında yaşananlar üzerinden okumak belki zorlama ama zihin açıcı bir egzersiz olabilir. Bu işkence, baskı ve faşizm döneminde yaşanan kıyımları, işlenen suçları “unutmayı” veya “gerçekliğini bir sis perdesinin” arkasından keşfetmeye çalışmayı da akla getiriyor film. Hikâyedeki alzheimer hastasının varlığı ve kadının bir yandan endişesini dile getirip bir yandan hayatını sürdürmesi ve buna bağlı olarak filmin finali unutmayı veya gerçeğin üzerinin örtülmesini tercih edenleri anlatıyor gibi. Gerçi Arjantin toplumu son yıllarda gerçeklerle yüzleşmekte, onları sürekli gündemde tutmakta örneğin bir Türk toplumu ile kıyaslandığında çok ama çok ileride ve gerçekle yüzleşmekten çekinilmediğini söylemek mümkün bu ülke için. Yönetmen Martel bir röportajında filmin “gerçeğin yaratıcılarının kendimiz olduğunu çünkü gerçeğin var olan bir şey değil bizim inşa ettiğimiz bir şey olduğunu ve eğer gerçeği şu anda gördüğümüz şekilde inşa edebiliyorsak başka türlü inşa etme yeteneğimizin de olduğunu” söylüyor filmle ilgili olarak. Hikâyede kadının şüphesini etrafındakilerle paylaştığı andan itibaren bir gerçeklik inşa ediliyor ve yine yönetmenin ifadesi ile “söylenenin gerçek olup olmadığının bir önemi olmadığı ama söylenenin söylenenlerde yarattığı tepki ve duyguların gerçek olduğu” bir süreç başlıyor.

Orta veya üst-orta sınıf görünümündeki ailede yaşanan hikâye genel olarak orta sınıfların toplumların tarihinde yaşanan tüm dramlarda geri çekilen, görmemeyi ve unutmayı tercih eden yaklaşımını da gündeme getiriyor. Yavaş akan ve aslında gerçeğin ne olduğunu sorgulatan yapısı dışında bir olayın yaşanmadığı film herkesin zevkine uygun bir çalışma değil elbette. Başrol oyuncusunun sakin ama arka planda çok şey saklayan yüzünün baskın olduğu hikâye sıkı bir sinemasever içinse hem içerdiği gizem ve belirsizlik duygusu hem de gerçeğin ne demek olduğu üzerine yaratttığı sorgulamalar ile hayli çekici olabilecek bir eser. Hikâyeye kadının gerçekten bir insana çarpıp çarpmadığı üzerinden değil çarpmış olma ihtimali ve bu ihtimali dile getirmesinden sonraki süreç üzerinden yaklaşılması koşulu ile bu çekicilik geçerli elbette.

(“The Headless Woman” – “Başsız Kadın”)