Hush – Mike Flanagan (2016)

“İstediğim zaman içeri girebilirim. İstediğim zaman işini bitirebilirim. Ama yapmayacağım. Zamanını bekleyeceğim. Ölmeyi dilediğinde, işte o zaman içeri gireceğim. Beni anlıyor musun? Beni anlıyorsan, başını salla. Şimdi biraz eğlenebiliriz. Keyfini çıkar”

Yeni romanını yazmak için orman içindeki bir eve kapanan sağır ve dilsiz bir yazarın maskeli bir katilin saldırısına uğramasının hikâyesi.

Senaryosunu Mike Flanagan ve Kate Siegel’in birlikte yazdıkları, yönetmenliğini Flanagan’ın üstlendiği ABD yapımı bir korku filmi. 2016 yılında iki korku filmi daha (“Ouija: Origin of Evil” ve “Before I Wake”) çeken Flanagan’ın bu çalışması bir kadının, karşısında pek çok dezavantaja sahip olduğu ve tam bir sadist olan bir adama karşı mücadelesini zaman zaman hayli sertleşen bir hikâye ile anlatırken, adamın dışında dolaştığı evinde mahsur kalan yazarın akıbeti konusunda seyircide merak uyandırmayı da başarıyor. Buna karşılık klişelerden kurtulamamış olması, ciddi bir potansiyel olan sesi (daha doğrusu sessizliği) cesur davranmaması nedeni ile gerektiği kadar kullanamaması, zaman zaman kabalaşan sertliği ve gösterdiklerinin daha sonraki sahnelerde bir anlamı olacağının altını fazlası ile kalın bir şekilde çizmesi gibi hayli önemli problemleri var ve bu nedenle sıradan bir sinema eseri olmaktan kurtulamıyor.

Başarılı ilk romanından sonra ikinci romanı için orman içindeki evine kapanan, 13 yaşında geçirdiği bir rahatsızlık sonucu duyma yetkinliğini kaybeden bir yazar Maddie. Uzun bir süre önce erkek arkadaşından ayrılmıştır, yakın bir evde yaşayan evli çift romanı ile boğuştuğu günlerde görüştüğü tek arkadaşlarıdır ve dış dünya ile iletişimi cep telefonu ve bilgisayarı aracılığı ile kurar sadece. Bir de çok sevimli bir kedisi vardır bu sağır ve dilsiz kadının. Mike Flanagan, eşi de olan Kate Siegel ile birlikte yazdığı senaryoda önce sessiz, daha doğrusu diyalogsuz çekmeyi düşünmüş filmi ama hemen vazgeçmiş bu fikrinden. Açıkçası eğer bu düşünce hayata geçseydi, sonuç ne olurdu diye düşünmemek elde değil; değil, çünkü yapılan tercihin karşımıza çıkardığı sonuç önemli bir olgu olan ses açısından pek parlak değil. Açılış sahnesinde kadını mutfağında yemek yaparken görüyoruz ve Flanagan bu eylem sırasında çıkan sesleri (soğan doğrama sırasında çıkan sesler gibi) özellikle yükseltiyor. Hoş bir numara bu ama daha sonra birkaç sahnede -doğal olarak- kadının duyamaması kullanılsa da, hikâye sese ve sessizliğe dayalı cesur bir dili hiç kullanmamayı tercih ederek önemli bir fırsatı kaçırıyor. Sonuç da, kadının adam karşısındaki zayıflıklarından biri daha olmaktan öteye geçemiyor.

Flanagan’ın sığındığı bir diğer kolaylık ise bazı eylemleri, objeleri vs. görsel olarak abartılı bir şekilde vurgulayarak (gözümüze sokarak bir başka ifade ile) bu unsurların ileride tekrar karşımıza çıkacağını ve bu nedenle gözden kaçırılmaması gerektiğini söyleme ısrarı. Örneğin komşu kadının ziyarete gelirken cep telefonunu arka cebine sokması o sahne için o derece anlamsız bir şekilde vurgulanıyor ki yönetmenin bize “Bak bu telefonla ilgili bir şey olacak ileride” diye bağırdığını duyar gibi oluyorsunuz. Fırında yanan yemekten çıkan dumanın çalıştırdığı alarmı da bir başka örneği olarak verebileceğimiz bu tercih pek ince bir düşüncenin ürünü değil. Daha da yanlış bir örnek ise kadının içindeki “yazar sesleri”nin kullanımı: Bu sesi bir kaçma senaryosunun muhtemel sonucunu göstermek için kullanıyor film ama “sürprizi kaçan” bu yöntemi sonradan bir başka sahnedeki ona yakın senaryoda da kullanınca istenen etkiyi yaratamıyor seyirci üzerinde.

Hikâye doğal olarak gerilimini yazarın hayatını kurtarıp kurtaramayacağı, kurtulacaksa da tüm dezavantajlarına rağmen bunu nasıl başaracağından alıyor. Bu açıdan aksamayan senaryo kadının adama karşı olan dezavantajlarından birini (duyamamasını) akıllıca da kullanıyor bir sahnede. Filmin, seyircinin olan bitenlerin sesini duymasını tercih etmesi ise bizi yazarın bakış açısından çok, cinayetlerinin nedeni hiç açıklanmayan katilinkine yaklaştırıyor; daha doğrusu görsel olarak film kadının yanındayken, işitsel olarak adamın yanında buluyoruz kendimizi. Bu durum ise, bir farklılık yaratmakla birlikte, filmin kendisinin “kahramanla özdeşleşme” hedefine de hiç uygun değil. Sadist olduğu kadar akıllı görünmeyen (en azından kadın kadar akıllı değil) adamın anlamsız niteliğinin vurgulandığı kötücüllüğü ve bazı sert ve kanlı sahneler de seyirciyi rahatlatmıyor açıkçası.

Biri sadece bilgisayar ekranında görünen toplam beş oyuncusu olan filmin 2019’da Hindistan’da iki ayrı versiyonu çekilmiş: Her ikisini de Chakri Toleti’nin yönettiği ve farklı oyuncuların rol aldığı filmlerin biri “Kolaiyuthir Kaalam”, diğeri ise “Khamoshi”; iki filmin hikâyesine oldukça fazla sayıda karakter eklenmiş orijinal yapımda olmayan ve ilki Tamilce, diğeri Hintçe çekilmiş. Bu orijinal yapım ise önemli problemlerine rağmen; James Kniest’in başarılı görüntüleri, sık sık Mike Flanagan ile çalışan The Newton Brothers ikilisinin (Andy Grush ve Taylor Newton Stewart) hikâyeye yakışan gerilimli müzikleri ve iki başrol oyuncusunun (Kate Siegel ve John Gallagher Jr.) üzerlerine düşeni fazlası ile (fazlası ile çünkü hikâye türün kendi içinde bile çok da inandırıcı değil) yapmaları ile, izlenebilir bir çalışma. Türün katıksız meraklıları ise keyifle izleyeceklerdir kuşkusuz.