All or Nothing – Mike Leigh (2002)

“Beni yıllardır sevmiyorsun. Benden hoşlanmıyorsun, bana saygı duymuyorsun. Pislik biriymişim gibi konuşuyorsun”

Londra’nın yoksul işçi semtlerinden birinde yaşayan taksi şoförü bir adam ile bir markette kasiyer olarak çalışan kadının yıllar içinde yitip giden aşklarını sorgulamalarının hikâyesi.

Mike Leigh’in yazdığı ve yönettiği bir Birleşik Krallık ve Fransa ortak yapımı. Londra’nın yoksul bir bölgesindeki büyük bir komplekste yaşayan üç aileyi odağına alan film çizdiği hayli karamsar ve sert resim ile seyircisini “rahatsız eden” çalışmalardan biri. Hikâyenin gerçekçiliğine büyük bir katkı sağlayan başarılı senaryosu, oyuncu kadrosunun bu gerçekçiliğe en ufak bir zarar vermeyip onu daha da üst bir boyuta taşıyan performansları ve Leigh’nin sade, doğal ve samimi yönetmenlik çalışması filmi görülmesi gerekenler arasına sokuyor. Tüm karamsar havasına rağmen, hikâyeye ustalıkla yedirilen küçük mizah anları ve filmin tüm sertliğinin karşısında taze bir umut doğuran finali ile önemli bir film bu.

Andrew Dickson’ın keman ve gitar ağırlıklık çok başarılı müziği ile açılan filmde genç bir kadının bir yaşlılar evinin koridorlarını temizlemesini izliyoruz. Tek çekimle oluşturulan bu sahne filmin genel havasının da bir özeti adeta: Sakin bir hikâye ve tüm karakterlerin üzerine sinen bir umutsuzluk havası olacak karşımızda iki saat boyunca. Gerçekten de sinema tarihindeki en kötümser/karamsar/umutsuz ve sert hikâyelerden biri bu ve böyle olmasına rağmen kendisini ilgi ile seyrettiriyor ve uzun süre kaldığınız karanlık bir mağaradan başınızı dışarı çıkarıp gün ışığını yüzünüzde hissetmeniz gibi bir duygu yaratarak sona eriyor. Tüm karakterler mutsuz bu filmde ve bir şekilde hepsinin dertleri, sıkıntıları ve bezginlikleri var. Bir çıkış yolları da yok ve denedikleri yollar da sadece başlarına yeni dertler açıyor. Çok sayıdaki karakter içinde bir tek şoför ile kasiyerin hayli kilolu kızları, büyük bir sessizlik içinde yaşarken, filmin nerede ise tek olumlu kişisi olarak gösteriyor kendisini. İşini en iyi şekilde yapmaya çalışan, yalnızlığını sessizliği ile örtmeye çalışan ve diğerlerine sorun yaratmayan tek karakter o sanki. Bu kızın kendisi gibi kilolu erkek kardeşi ise tam zıt bir uçta duruyor: Tüm gününü yemek yiyerek, koltuğa uzanıp televizyon seyrederek, başta annesi ile olmak üzere herkese bağırarak ve küfürler ederek ve kendisinden fiziksel olarak zayıfları hırpalayarak geçiriyor.

Leigh’nin senaryosu şoför ve kasiyer çiftini odağına alsa da iki aileyi daha hayli derinlere inen bir inceleme ile anlatıyor bize. Ailelerden biri “sadece beş dakika gördüğü” bir erkekten bir kızı olmuş bir anne ve onun serseri bir erkekle sevgili olan kızından oluşuyor. Diğer ailede ise üç kağıtçı bir taksi şoförü, alkolik karısı ve kendisine tutku ile aşık bir erkeğe yüz vermeyip, bir başka kızın sevgilisine göz diken kızları var. Senaryo sadece tüm bu ailelerin bireylerini değil, hikâyedeki yan karakterleri de sorunlu hayatların bir parçası olarak sergiliyor bize. Örneğin taksi durağının sahibi ve orada çalışan kız tıpkı ana karakterler gibi mutsuz, yoksul, öfkeli ve yorgun hayatlar sürüyorlar. İşte tüm bu karakterleri anlatan hikâyeyi en iyi tanımlayacak kelime sevgisizlik veya saygısızlık. İlişkiler problemli, sevgi ve saygıdan eser yok, öfke ve mutsuzluk her anlarına damga vuruyor bu karakterlerin. Peki tüm bu ögelere rağmen Leigh başarısızlıklar ve boşa harcanmışlıklarla dolu filmini nasıl çekici kılıyor? Bunun sırrı hikâyenin sertliği ile aynı düzeyde olan gerçekçiliği olsa gerek. Örneğin ailesinin tüm bireylerini tek tek dolaşıp arabasına benzin koyabilmek için gerekli parayı toplamaya çalışan adamın yürek burkan sahnesi aynı anda hem trajik hem komik görünebilmesi ve Leigh’nin bu sahne için yazdığı diyalogların da katkısı ile çarpıcı bir gerçekçiliğe sahip. Herkesin geçmişin umutlu günlerinden bugünün karanlığına nasıl geldiğini anlayamaz bir şekilde gezindiği film işçi sınıfının halini nerede ise bu resmi tüm bir sınıfın resminin sembolü olarak görmemize neden olacak kadar özenli ve sağlam çizmiş Leigh ve senaryosu ile sıkı bir takdiri hak etmiş.

Filmin tüm kadın oyuncuları, özellikle de üçü müthiş performanslar sergiliyor filmde. Kasiyer kadını oynayan Lesley Manville, kızını tek başına yetiştirmiş ve şimdi onun önemli bir sorunu ile baş etmeye çalışan (ve hem kasiyer olarak çalışıp hem de ek gelir için komşuların ütü işini yapan) kadın rolündeki Ruth Sheen ve alkolik kadını canlandıran Marion Bailey’nin performansları gerçekten tam anlamı ile dört dörtlük ve adeta kendi hayatlarını oynuyorlarmışcasına içerdikleri sadelik ve gerçekçilik ile filmin en büyük kozlarından birini oluşturuyorlar. İçinde fırtınalar kopan ve karısının artık kendisini sevmediği ve saygı duymadığını hisseden (karısına “beni seviyor musun?” sorusunu sorduğu ve içindekileri döktüğü sahne filmin doruk noktalarından biri) taksi şoförü rolünde oynayan Timothy Spall karakterine ve filmin genel havasına uygun depresif görünümü ile zor bir rolün altından kalkıyor ama hemen tüm hikâye boyunca aynı yüz ifadesini koruması bir parça zarar veriyor performansına. Oyuncunun, karakterinin “varoluşsal” sorgulamasını tek bir söz söylemeden sadece bakışları ile yaşadığı sahnedeki performansı aslında tek başına yeterli ondan övgü ile söz etmek için.

Yukarıda belirtilenler dışında başka çarpıcı bölümleri de var filmin: Üç kadının birlikte gittiği karaoke eğlencesi ve temizlikçi olarak çalışan genç kızın iş yerindeki -özellikle kendisini çekingen bir şekilde taciz eden yaşlı çalışanla olan- sahneleri örneğin göz kamaştıran bir başarıya sahipler. Bu sahnelerin arasına incelikle yerleştirilmiş bazı mizah anları (bekâr annenin kızına esprili sataşmaları, tuhaf taksi yolcuları vs.) ile Leigh filmin karamsarlığına dozunda bir zıtlık getirip seyirciye nefes alma fırsatı tanıyarak da akıllıca bir iş yapmış kesinlikle. Aynı karakterler bir Ken Loach filminde bir sistem eleştirisinin aracı olacakken, burada Leigh’nin ilişkilerdeki sevgisizliğe ve iletişimsizliğe odaklanması ve mutsuzluğu bununla açıklaması aynı ülkeden iki ayrı sinemacının hayata bakışlarındaki farklılığı göstermesi açısından ilginç bir sonuç çıkarıyor ortaya.

Taksi yolcularından biri olan Fransız kadının hikâye içinde bir parça gereksiz durduğu film modern bir Batı toplumunda bireylerin hüzünlü hallerine çok yakından bakan ve Dick Pope’un melankoliyi ve soğukluğu yakalayan görüntülerinin de katkısı ile görülmeyi hak edenler sınıfına rahatlıkla gören bir çalışma.

(“Ya Hep Ya Hiç”)

Mr. Turner – Mike Leigh (2014)

Mr_Turner“Güneş, Tanrıdır”

İngiliz ressam J.M.W. Turner’ın hayatının son yirmi beş yılının hikâyesi.

İngiliz Mike Leigh’nin yazıp yönettiği ve İngiltere – Fransa – Almanya ortak yapımı olarak çekilen film, resim sanatının büyük ustasının son yıllarını ele alan bir çalışma. “Işığın ressamı” olarak adlandırılan ve ölüm döşeğindeki son sözü ile, ışığın kaynağı olan güneşi yücelten bu büyük sanatçıyı ve sanatını odağına alan film, Turner’ı ve eserlerini merceğinin altına almasına rağmen ona belli bir mesafeyi koruyarak bakabilmesi ile dikkat çekiyor öncelikle. Mike Leigh ve görüntü yönetmeni Dick Pope’un görsellikte yakaladığı üstün başarı ve bu başarının en çarpıcı örneği olan, sanatçının tablolarının esin kaynağı olan doğayı karşımıza getiren ve adeta tabloları canlandıran görüntüleri ile seyircisini kesinlikle büyüleyen bir film bu. Filmin “hikâye” kısmı ise hem sanatçıyı ve sanatını hem de dönemin sanat ortamını anlatmaya soyunurken yeterli bir çekicilik yaratamaması ile dikkat çekiyor. Başroldeki Timothy Spall’ın güç bir rolün altından zorlanmadan çıkmış göründüğü film sanatına aşık bir sanatçıyı gündeme getirmesi ile de önemli olan ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma.

Kendisine hem hizmetçilik hem de zaman zaman metreslik yaptığı anlaşılan bir kadın ve babası ile birlikte yaşayan, ilgilenmediği eski bir metresinden hiç ilgilenmediği iki kızı olan ve ilişkilerinde sevilmeyi pek de umursuyor görünmeyen Turner’ın hayatı üzerine ama bu hayat hakkında bizi ne kadar aydınlattığı tartışmalı bir film karşımızdaki. Leigh’in senaryosu ve bu senaryoyu karşımıza getiriş şekli ile çoğunlukla duygusallıktan uzak ve temel objesine her an görüntüde olmasına rağmen yine de mesafeli yaklaşan filmi ışığa aşık ve tuhaf bir sanatçıyı anlatmaya soyunmuş bize. Bunu yaparken bir parça yavaş ilerliyor açıkçası ve kendi içinde başarılı ama hikâyenin odağını dağıtan sahnelere (örneğin dönemin ünlü İngiliz sanat eleştirmeni John Ruskin ile dalga geçilen sahne) yer vermesi ile bir olumsuzluğu yaratmış oluyor. Leigh’nin duygusallıktan uzak yaklaşımı zaten çok da sevimli resmedilmeyen Turner karakterine ısınmayı da iyice zorlaştırıyor. Oysa filmin hemen tüm karelerinde görünen bir karakter daha fazla çekiciliği hak ediyor olsa gerek. Leigh’nin filminin hikâye bağlamındaki temel sıkıntısını belki de şöyle özetlemek mümkün: Baş karakterini bize bir insan olarak yeterince anlatamıyor film ve onun ikili ilişkilerine de bizi -seyirci olarak- ortak edemiyor yeterince.

Yukarıda belirttiğim sıkıntısına ek olarak sanatının yaratım sürecine de yeterince tanık olamadığımızı söylememiz gerek. Neyse ki bu problemi sanatına ilham kaynağı olan objeleri ve doğayı olağanüstü bir görsellikle karşımıza getirerek çoğunlukla unutturmayı başarıyor film. Deniz üzerindeki bir fırtınayı daha iyi çizebilmek için kendisini fırtınanın ortasındaki bir geminin direğine bağlatacak kadar sanatına aşık olan Turner’ın etrafını kuşatan dünyayı onun sanatçı gözünden görmemizi sağlıyor film ki bu gerçekten büyük bir başarı. Açılış sahnesinden başlayarak finale kadar bu büyük keyif veren yaklaşımını hiç elden bırakmıyor Leigh. Açılıştaki “nehir, yeşil çayır, yel değirmeni, güneş ve keyifli bir sohbet içinde yürüyen iki köylü kadın” görüntüsünün örneklerinden sadece biri olduğu bu görsel başarı hikâye boyunca sürüp gidiyor ve adeta tabloları canlandırıyor karşımızda Leigh. Bir başka filmde “zorlama” görünecek kareler burada kesinlikle tam da olması gereken görüntüler olarak alıyorlar yerlerini ve kuşkusuz Turner’ın sanatına aşina olanların çok daha büyüğünü yaşayacağı bir keyifin kaynağı oluyorlar. Açılış jeneriğinde suya karışan boyadan tüm o doğa manzaralarına kadar her birine özen gösterilmiş kareleri ile çok çekici bir film yaratılmış kesinlikle. Burada kelime anlamı ile güzellikten değil, bir klasik tabloda karşılaştığımız zaman tüylerimizi ürperten bir sanatsal güzellikten söz ediyorum. Örneğin “mutfakta bir domuz başının temizlendiği” sahne renkleri, görüntüdeki iki karakterin ve diğer tüm objelerin çerçeve içindeki yerleşimleri vs. ile kesinlikle bir “tablo güzelliği” taşıyor.

Gary Yershon’un trajedi ve gerilim havalarını birlikte taşıyan başarılı müziğinin eşlik ettiği filmin Turner’ı ne kadar tanımamızı sağladığı tartışmalı ama bunu pek de dert etmiş görünmeyen filmin derdinin ne olduğu ise pek anlaşılmıyor açıkçası. Turner’ın başka sanatçılarla olan ilişkileri gibi öğeler hikâyeye girip çıkan karakterler aracılığı ile filme bir gerilim unsuru katacak gibi görünüyorlar ama Leigh bu anlarda vaat eder göründüğünü hiç gerçekleştirmiyor ve olağanüstü bir başarısı olan sahneler bile bu tutmayan vaatlerin kurbanı oluyor. Bu sahnelerin birinde, Turner ile aynı dönemde yaşayan ama ticari açıdan başarısızlığı kendisini intihara sürükleyen ressam Benjamin Haydon’ın trajedisini sinema tarihinde yerini alacak bir sahnede müthiş bir ustalık ile anlatıyor Leigh: Haydon’ın meslektaşları onun silik kariyerini bir pencere önünde tartışırken, açık olan pencereden gittikçe uzaklaşan Haydon’ı görüyoruz ve tek çekimle gerçekleştirilen bu sahnede bir sanatçının fiziksel olan boyutu ile de tarihte kaybolmasına tanıklık ediyoruz adeta.

Timothy Spall’ın zor bir karakteri nüansları atlamayan ve karakterinin rahatsız ediciliğini bize geçirmeyi başaran oyununa, sadık hizmetçisini oynayan Dorothy Atkinson’un çok başarılı performansı da eşlik ediyor ve ışığa “tapan” sanatçının bu filmine seyir zevki katıyorlar. Işığa, sanata ve elbette Turner’a hayralık duyanların kaçırmaması gereken film, Turner’ın ışığın kutsallığını kaynağını Tanrı ilan ederek ifade eden sözleri ile kapanırken, kusurlarına rağmen seyircisini tatmin ediyor çoğunlukla.

(“Bay Turner”)

Happy-Go-Lucky – Mike Leigh (2008)

happy-go-lucky

“- Onları sevmeliyiz değil mi?  – Evet. Yoksa öldürürsün”

 

Londra’da 30 yaşında bekâr bir kadın öğretmenin, mutlu olma ve mutlu etme hikâyesi. Festivallerden ve özellikle film eleştirmenleri kuruluşlarından başta kadın oyuncusuna (Sally Hawkins) ait olmak üzere sayısız ödül almış bir film.

 

Hawkins’in canlandırdığı (aslında yanlış bir kelime bu; “zaten o olduğu” daha doğru bir ifade) öğretmenin film boyunca süren ve sadece çok kısa ve o da başkalarının mutsuzluğunu aşmaya çalıştığı anlarda kesilir gibi olan mutluluğunun filmde başka özel bir hikâyeye gereksinim duymadan bu derece başarılı ile resmedilmesi senaryoyu da yazan yönetmen Mike Leigh’in başarısı en temelde. Kahramanın mutluluğunun sembolleştirildiği sahneler tam bir doğallık içinde akıp gidiyor; açılışta “bisikletinin üzerindeki özgür ve mutlu kız”, yine baştaki kitapçı sahnesi, spor seçiminin trambolinde zıplamak olması. Onunla tam bir zıt ruh halinde yaşayan sürücü hocası (Eddie Marsan) yarattığı bu tezat ile senaryonun anlatmak istediklerini daha da vurguluyor. Bu zıtlığı her ikisi de öğretmen olan bu insanların işlerini yapış şekilleri üzerinden de okumak mümkün.

 

Yukarıda da belirtttiğim gibi, kahramanın mutluluğunun kesilir gibi olduğu anlar insanların mutsuzluklarından duyduğu şaşkınlığı hissettiğimiz zamanlar; çocukların zalimliği, sıradan insanların öfkesi. Bu anlarda sanki uzun bir süre önce başka bir gezegenden gelmiş ve hâlâ dünyadaki bu mutsuzluklara şaşıran bakışlar ile bakıyor etrafına ve mutluluğun mu yoksa mutsuzluğun mu doğal olduğu sorusu ile başbaşa bırakıyor bizi.

 

Daha önce “Naked”, “Secrets&Lies” gibi çok başarılı filmlerinde de senaryoyu kendisi yazan Mike Leigh, bu filmde de bir kez daha tam bir senaryo ustası olduğunu ve oyuncularından doğaçlama yolu ile olağanüstü sonuçlar alabildiğini gösteriyor. Filmi seyrederken sözlerin oyuncuların kendi sözleri olduğunu, ezberlenmiş cümleler olmadığını hissediyorsunuz ve bu doğallık sizi içine alıyor. Yan roller de (başta ev arkadaşı rolündeki Alexis Zegerman olmak üzere) dahil olmak üzere tüm oyuncu kadrosunun bu doğallığın parçası olması filmi keyifli kılan bir başka unsur.

 

Konusuna bakınca Amerikan sinemasının sık sık üretip piyasaya sürdüğü “kendini-iyi-hisset” filmlerinden olduğunu düşünebilirsiniz ama  “Happy-Go-Lucky” çok daha başka ve üst bir sınıfa ait. Karakterlerinin doğallığına aşık olacağınız, mutsuz olmanızın belki de size suç işlediğinizi düşündürteceği bir parlak sinema örneği. Mutlu olmak ve mutlu etmek için yanlış anlaşılma, kötüye kullanılma riskini almalıyız, evet. Yoksa “ölürüz” diyen bir film.

(“Daima Mutlu”)