Filantropica – Nae Caranfil (2002)

“Bir zamanlar sakinleri ya prens ya da dilenci olan bir şehir vardı. Onların arasında ise sokak köpeklerinden başka bir şey yoktu ve onlar da orta sınıfı oluşturuyordu”

Malî sıkıntı içindeki bir edebiyat öğretmeninin beklenmedik bir gelir kapısı bulmasının hikâyesi.

Komedileri ile tanınan Rumen yönetmen Nae Caranfil’in yazdığı ve yönettiği bir Romanya ve Fransa ortak yapımı. 1990’lı yılların sonlarında Romanya’daki sıradan bir lise öğretmenini anlatan film bir “üçkağıt” hikâyesi olsa da, seyrettiğimizin aslında bir yozlaşma tasviri olduğu açık ve Caranfil de büyük kahkahaların değil, düşündüren bir mizahın peşine düşerek eğlendirmeyi başarıyor seyircisini. Sürprizleri, öğretmeni canlandıran Mircea Diaconu ve onun “patron”unu oynayan Gheorghe Dinica’nın başarılı oyunculukları, komünist yönetim sonrası Romanya’nın içine düştüğü toplumsal ve ahlâki problemleri yansıtması ve amacına uygun olarak eğlendirmeyi başarması ile ilginç bir film bu.

10. evlilik yıl dönümleri için pahalı bir restorana giden orta sınıftan bir çiftin gelen yüksek hesabı ödeyememesi sonucu yaşadıklarını göstererek başlıyor film. Komünizm sonrasının zenginlerinden biri olduğu anlaşılan ve pek de yasal işlerle uğraşıyor gibi görünmeyen bir adamın yüce gönüllülüğü ile kapanıyor bu olay ve sonra parasız erkek karısına dönerek bu noktaya nasıl geldiğini 10 gün öncesine dönerek anlatmaya başlıyor ve anlattığı hikâye de filmin ilk büyük sürprizi oluyor. 10 öyküden oluşan kitabı sadece 3 adet satılan, otuzunu çoktan geride bırakmış, bekâr ve hâlâ ailesi ile yaşayan bir edebiyat öğretmeni adam. Çalıştığı lise ise okuldan başka her şeye benzeyen, öğrencilerin sınıfta ders dışında her şeyle ilgilendikleri ve öğretmenlerin otoritesinin hiç olmadığı bir yer. Filmin öğrencilerin bu hâlini, öğretmenin kendisinin 20 yıl önceki durumu ile karşılaştırdığı sahne (aşırı disiplinli bir sınıf, gözlerini öğrencilere dikmiş bakan Çavuşesku portresi ve öğrencisini taciz eden kadın öğretmen) hikâyenin en zayıf bölümü olarak görünüyor. Bu karşılaştırma kadın öğretmen düşünüldüğünde çok bireysel duruyor ve hikâyeyi bir yere taşımıyor. Oysa Çavuşesku öncesi ve sonrasının bir başka karşılaştırması (yazarlar kahvesi bölümü) hikâyeye ve filmin meselesine önemli bir katkı sağlıyor. Bu kahvede “eski günlerin kalıntıları” olarak tüm günlerini geçiren yazarlar yeni dünyada hiçbir işlevleri olmamasının mutsuzluğu içindedirler. Burada eskiye bir övgü yapmıyor Caranfil ama iki satırdan oluşan bir “modern şiirle” geçinmeyi başaran tren istasyonu şairi üzerinden yeni toplumsal düzene sıkı bir eleştiri getirmeyi de ihmal etmiyor. Buna karşılık, öğretmenimizin yeni patronu olacak olan adamın eski rejim döneminde yazdığı bir kitap nedeni ile 5 yıl cezaevinde kaldığını vurgulayarak Caranfil, Romanya toplumunun geçmişte de günümüzde de içinde bulunduğu sıkıntının değişmezliğini gösteriyor bize. Yine de genel olarak bakıldığında, yeni düzenin yüzeysel ve yozlaşmış hâlinin filmin asıl odak noktası olduğu açık.

Düzen artık kitleleri etkileyecek bir hikâyenizin olmasını gerektirmektedir ve ne ürettiğiniz ya da sunduğunuz değil, hikâyeniz önemlidir sadece; çünkü “Avuç açan elin bir hikâyesi olmalıdır, yoksa bir işe yaramaz”. Günümüzün gözde tüm reality şovlarını düşünün; yarışmacıların becerilerininkini aşan bir önemi var “hikâye”lerinin ve şovların yaratıcıları için özellikle de sosyal medyada konuşulmasını ne kadar artırdığı önemli bu hikâyelerin. Burada da tek bir nota bile çalmayan (ve zaten kemanla hiç ilgisi olmayan) dilencinin başarısının desteklediği bir gerçek bu. Öğretmenin yeni işindeki patronunun uzmanlığı da herkes için en uygun hikâyeyi yaratabilmesidir ve bu hikâyelerin gerçekle en ufak bir ilgisinin olması gerekmemektedir: “Bu yeni bir meslek. Ben icat ettim. Dilenciler için hikâye yazıyorum. Eserlerim seninkilerden kısa ama satıyorlar”. Kamera Romanya sokaklarından sürekli olarak dilencileri karşımıza getirirken, dilenci veya değil herkesin bir diğerini kandırmaya çalıştığı bir dünya yaratıyor. Buna uygun olarak da senaryo seyircileri ve doğal olarak tüm karakterleri birkaç kez kandırıyor ve bu sürprizler hem güldürüyor hem de filmin temposunun düşmemesini sağlıyor. Bir kara komedi olarak görülebilecek olan film bu içeriği ile sıradan bir komedinin ötesine geçebiliyor rahatlıkla.

Öğretmenimizin tutku ile bağlandığı genç kız ile olan ilişkisi -adamın oyuna katılmasının temel nedeni olmak gibi bir işleve sahip olsa da- filmin asıl hikâyesi kadar güçlü değil açıkçası ama yine de eserin eğlencesine katkı sağlıyor bir ölçüde. Marius Mihalache’nin dinamik ve hikâyenin hem içerik hem temposuna uygun müziği de benzer bir katkı sunuyor. Hikâyenin kahramanının tüm entelektüel birikimine rağmen seçmek zorunda kaldığı ve hatta tercih ettiği yol günümüz dünyası için acı bir resim elbette ve Caranfil bu acı komedisinde komünizm sonrası Romanya’da Yeni Dalga sinemanın diğer temsilcilerinin çoğu gibi sert ve dramatik bir anlatım ve içerik yerine, daha yumuşak bir tarzı benimsiyor ve belki her zaman çok güçlü olmasa da etkilemeyi başarıyor seyredeni. Özetle, eğlenceli bir komedi bu ve görmekte yarar varar günümüzün toplumsal düzeninde “satan”ın ne olduğunu bir kez daha hatırlamak için.

(“Philanthropy”)