Ateş Böceği – Osman Seden (1975)

“Biz sosyal adaletçiyiz. Bak, Ecevit abimiz ne diyor: Emekçinin hakkını yememek lâzım”

Küçük dolandırıcılık numaraları için işbirliği yapan bir erkek seyyar satıcı ile bir kadın yankesicinin hikâyesi.

1970’lerin Yeşilçam’ından tipik bir romantik komedi hikâyesi. Ahmet Üstel’in senaryosunu yazdığı ve Osman Seden’in yönettiği film, adını aldığı dönemin popüler şarkısının bolca çalındığı ve 70’lerin benzer filmlerinin izinden giden bir çalışma. Komedisi yetersiz ve zaman zaman yüzeysel (hatta kaba) olan filmi çekici kılan yanı romantizmi oluyor çoğunlukla. O tarihte ilki 26, diğeri 19 yaşında olan Tarık Akan ve Necla Nazır’ın gençlik ve güzellikleri ile göz doldurduğu filmin dönemin siyasî durumunu diyaloglarına yansıtması da dikkat çekiyor. Belli bir sıcaklığı garanti eden ama yeterince işlenmemiş komedisi ile rahatsızlık da veren film, problemleri bir yana, klasik Yeşilçam eserlerinden biri olarak ilgi gösterilebilecek bir çalışma.

Ecevit’in bir sözünün tekrarından bir komedi anında adamın kadını “komprador”lukla suçlamasına veya tüm politikacılara lâf atılmasına kadar uzanan şekilde o günler için güncel olan siyasete dokundurmaları var filmin. Senaryoyu yazan Ahmet Üstel’in (yetmişli yıllarda aralıksız senaryo yazan Üstel’in hikâyelerinden sadece 1975 yılında aralarında bu filmin de bulunduğu on iki adeti filme çekilmiş!) dünya görüşünü ve bir diyalogdan anladığımız kadarı ile taraftarı olduğu takımı (Beşiktaş) yansıttığı hikâyeyi ait olduğu türün (romantik komedi) iki ana parçası açısından değerlendirdiğimizde farklı yargılara varmak mümkün film hakkında. Üstel -üstelik ustası olduğu- komedi alanında pek parlak bir sonuç üretemezken, romantizmi sahip olduğu klasik Yeşilçam havasının da katkısı ile filme asıl çekicilik katan öğe oluyor. Dönem, Türkiye toplumunun hayatına bomba gibi giren televizyonun Yeşilçam’ın iktidarına sağlam bir darbe vurduğu ve bu sinemanın da “kurtuluş”unu çoğunlukla komedi ile paketlenmiş erotik (kimi zaman da “seks” kelimesini hak eden) filmlerde aradığı yıllar. Hikâyemiz bu akımdan uzak durmuş kesinlikle ve erotizme göz kırptığı anlar da çok ama çok edepli. Örneğin Alman kadın turist, Yeşilçam’ın erotik filmlerindeki tiplemelerin aynısı ama hiçbir çıplaklık sergilenmiyor filmde. Bunun yerine filmimiz bu karakterin işte o diğer filmlerdeki benzerlerinin çağrıştırdıkları ile yetinmesini istiyor seyircinin. Bunun yanında, hikâyenin en az yarısında Tarık Akan’ın üst tarafı çıplak olarak oynadığını ve bunun da bilinçli bir tercih olduğunu söylemek gerekiyor. İstanbul’da başlayıp Trakya üzerinden İzmir’e uzanan ve finalini de İstanbul’da yapan filmde Akan’ın oyunculuk açısından hikâyeye pek asılmadığı belli (senaryo da onun karakterinden bunu pek beklememiş açıkçası) ve o da üzerine düşeni bu yolla yapmış görünüyor.

Güzin ile Baha ikilisinin 1975’te seslendirdiği ve dillerden uzun süre düşmeyen şarkılarının sık sık kulağımıza çalındığı filmde, hikâyenin bu denli sık kullandığı şarkının sözlerine hemen hiç gönderme yapmaya gerek duymamasını Yeşilçam’a özgü bir “popülariteden yararlanma” numarası olarak görmek gerekiyor. Bir kavga sahnesinde, Michael Winner’ın “Death Wish” filmi için Herbie Hancock’un bestelediği melodilerden “Suite Revenge”in -elbette telif dert edilmeden- kullanılmasını da aynı kategoriye koymalıyız kuşkusuz. Adamın işportada “mucize jilet”i satarken satıştan vazgeçmesi, iki aşığın İzmir Kordon’da sabahın erken saatinde yolu sulayan belediye aracı ile neşeli anları, o günlerin bir başka popüler ismi olan şarkıcı Ali Rıza Binboğa ve onun “Yarınlar Bizim” şarkısına sık sık yapılan göndermeler ve nostaljik İzmir görüntüleri gibi eğlenceli anları ve unsurları olan filmde komedi biraz daha üst düzeye çıkarılabilmiş ve zaman zaman rahatsız eden kaba yönlerinden kurtarılabilmiş olsa çok daha eğlenceli bir sonuçla karşı karşıya kalabilirmişiz açıkçası. Adamın kadını önemli bir konuda ikna etmek için dil döktüğü sahneler (kurgusu ve görüntüleri ile) hayli başarılı ama Osman Seden filmin genelinde aynı düzeyi tutturamamış. Senaryonun kadın karakteri bir parça daha tanıtırken, erkeği tanımamız için bir çaba göstermemesini de problemlerinin arasına eklemek gerekiyor filmin. Konuk oyuncu görünümünde olan Hulusi Kentmen’in canlandırdığı baba ile kadın arasında olduğu söylenen düşmanlığın sonraki sahnelerde nerede ise tam tersinin gösterilerek çelişkiye düşülmesi de senaryonun bir başka sıkıntısı.

Sonuç, epey sayıda klişeden nasibini almış ve yeterince ince bir hikâyeye ve yönetmenliğe sahip olmasa da sıcaklığı ile ilgi toplamayı başaran ve Akan ve Nazır ikilisinin varlıkları ile renklenen bir Yeşilçam eseri. Sinemamızın daha sonra süratle yitirdiği ve yerine başka bir şey koy(a)madığı masumiyeti hatırlatması ile de ayrıca ilgiyi hak eden bir çalışma.

Devlerin Aşkı – Osman Seden (1976)

“Bırakalım oyunu, Tarık! Yorulmadın mı daha? Yeter artık, ne kendine acı çektir ne de bana. Attığın tokat bile aşkının sesiydi”

Bir zamanlar aralarında büyük bir aşk olan bir adam ile bir kadının tesadüfen yeniden karşılaşmaları ile gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu Bülent Oran’ın yazdığı, Osman Seden’in yönettiği bir Türkân Şoray – Kadir İnanır filmi. Sinemamızın birbirine çok yakışan ve birlikte pek çok klasikte yer alan ikilinin yine hep hatırlanan filmlerinden biri bu. Epey bir kusuru olsa da ve ikilinin diğer filmlerinin gölgesinde kalsa da ilgiyi hak eden bir çalışma ve Cahit Berkay’ın müziği, Savaş Başar’ın sinemamızdaki ayrıksı karakterlerden birindeki farklı performansı ve her ne kadar adının da vurguladığı gibi anlatmaya soyunduğu aşkın epikliğini yeterince hissettiremese de tutkunun şiddetini ve aşkın yüceliğini vurgulaması ile de önemli.

Şoray, “Sinemam ve Ben” adlı kitabında, filmin konusunu “Sınıf atlama özlemi ile sevdiği adamı terk eden bir kadın, bu ihanete rağmen onu unutamayan bir erkek ve kadına delice âşık olan başka bir erkeğin intikam duygusu…” olarak belirtiyor. Gerçekten de tam anlamı ile bunu anlatıyor film ve anlatırken de özellikle finali ile, “devlere yakışan” bir aşkın resmini çizmenin peşine düşüyor. Charles Vidor’un 1946 tarihli filmi “Gilda – Şeytanın Kızı Gilda”dan epey “esinlenmiş” olan Bülent Oran senaryosunun ve Osman Seden’in yönetmenliğinin hikâyeyi devlere yakışır kıldığı ise bir parça şüpheli. Ne senarist Bülent Oran, örneğin bir Safa Önal kadar edebî bir duyarlılık yaratabilmiş ne de yönetmen Osman Seden, örneğin bir Atıf Yılmaz gibi aşka kadınsı bir zarafetle yaklaşabilmiş. Bu nedenle sonuç daha çok hedefini ima eden, zaman zaman ona yaklaşan ama bir türlü yakalayamayan bir film olmuş. Peki, nedir filmi hedefine yakınlaştıranlar? Öncelikle, Türkan Şoray ve Kadir İnanır ikilisinin varlığı elbette. Özellikle geçmişte kalmış görünen aşktan görüntüler izlediğimiz kareler ikilinin birlikteliğinin ne kadar çekici olduğunu bize çok iyi hissettiriyor. Bu görüntülerin bir parça uzatılması ve sık sık karşımıza çıkmasının nedenlerinden biri sanırım filmin yaratıcılarının da seyircinin Şoray-İnanır ikilisinden beklentisinin ne dolduğunu çok iyi bilmesi. Bir mutluluk karesinin parçası olarak her göründüklerinde gerçekten yürekleri titretiyor iki oyuncu ve bunu açıkçası nerede ise oyunculuk açısından kendilerini pek de zorlamalarına gerek kalmadan yapıyorlar, Osman Seden’in mizansen anlayışı sayesinde. “Günümüz”de geçen sahnelerde ise Kadir İnanır hiç aksamadan işini iyi yapıyor ama Şoray senaryo nedeni ile zorlanıyor. Zorlanıyor çünkü Osman Seden ve Bülent Oran örneğin şarkı söyleme sahnelerinde olduğu gibi inandırıcılığı düşük ve oyuncunun altını doldurması zor anları önüne koymuş oyuncunun. “Gilda” filminde Rita Hayworth’ın -Anita Ellis’in sesi ile- söylediği “Amado Mio” ve “Put the Blame on Mame” şarkılarının yerini oyuncunun Sezen Aksu’nun sesi ile söylediği “Kusura Bakma” ve Neşe Karaböcek’in sesi ile söylediği “Dertler Benim Olsun” şarkıları almış ve Şoray’ın bu şarkıları seslendirdiği iki sahne de hikâyenin içinde epey zorlama kalmışlar. Ne var ki Türkan Şoray büyüsü denen bir gerçek var ve bir başka oyuncu ile çok daha fazla sırıtacak bu sahnelerden fazla yara almadan kurtulmayı başarmış kendisi.

Savaş Başar’ın performansı filmi peşine düştüğü hedefe yaklaştıran bir başka önemli unsuru hikâyenin. Sinemamız için hayli farklı çizilmiş ve bu açıdan da ayrıca önemli olan karakterini başta biraz teatral görünen ama alıştıkça sizi etkisi altına alan bir biçimde canlandırıyor oyuncu ve karakterinin tutkusu ve finaldeki tutumu ile hikâyeye damgasını vuruyor. Öyle ki hikâyedeki aşklardan sadece iki baş oyuncu arasında yaşananı değil, onun kadına duyduğu tutku da ancak dev gibi bir yüreği olanın sahip olabilecek türden olması ile filme adını vermiş görünüyor. Başar ile İnanır ikilisinin birlikte göründüğü ilk sahnedeki tuhaf bir ânı da burada anmak gerek. Başar’ın canlandırdığı iş adamı rahatsızlanır ve İnanır ona destek için kendisine yaklaşır ama göğüs göğüse gelirler bu sahnede ve nerede ise “erotik” bir hava yaratılır ikisi arasında burada ki Osman Seden’in -herhalde hiç amaçlamadığı- böyle bir imaya neden olacak bir kamera açısını neden tercih ettiğine bir cevap bulmak güç gerçekten.

Kısıtlı imkânlarla çekilen ama bir şekilde altından kalkılan baştaki kaza sahnesi (sonuçta bir sualtı çekimi bile var burada, pek de Yeşilçam’dan beklemediğimiz bir şekilde) “su kovası içindeki kırmızı oyuncak araba” ile hatırlanıyor olsa da bir başarı olarak görülebilir ama gemideki patlama sahnesinin -üstelik gösterilmesi hikâye için hiç de gerekli değilken- bir yabancı filmden aşırılması veya benzer şekilde Avrupa görüntülerinin bir yerlerden çalınması hayli rahatsız edici bir Yeşilçam geleneği olarak filmdeki yerlerini almışlar. Senaryonun başka kimi öğeleri de aynı geleneklerden epey nasiplenmiş. Bugün bir “klasik” olan “Seviyorsun! Sevmiyorum!” veya “Kahrolsun o kadın” sahneleri bir yana, senaryo hikâyeyi götürmek istediği yere giderken karşımıza çıkardığı inandırıcılık problemini pek de umursamamamış. İnanır’ın dürüst ve namuslu olduğunun vurgulandığı bir sahnede hemen ardından pek de tekin görünmeyen bir adam için çalışmayı kabul etmesi, sigarasını yakacak kadar “tekin olmayan bir iş adamının sağ kolu” olmaya çabucak uyum göstermesi veya madencilikten gemiciliğe pazarlamadan satıcılığa her işten anlaması epey zorlama görünüyor kesinlikle. Bunlardan daha önemli olanı ise senaryonun “maço”luğa yakın duruşu: Tokatlanan kadının bunu kendisine duyulan aşkın sesi olarak görmesi (kadın cinayetlerine giden yol işte erkeğin kadını bu şekilde sahiplenmesinin ve gerektiğinde cezalandırmasının normalleştirilmesinden de geçiyor sonuçta) hem yanlış hem rahatsız edici örneğin. Şoray’ın karakterini -filmin olumlu öğelerinden biri olarak- sınıf atlama arzusu nedeni ile aşkını terk edecek zayıflıkta göstermesi erkeğin şiddetini doğrulayamaz kesinlikle ama işte bu da Yeşilçam’ın alışkanlığı sonuçta.

Senaryo, karakterleri ve hikâyeyi yeterince derinleştirmekle uğraşmadığı için uzun tutulan şarkı sahneleri ve bitmek bilmeyen “geçmiş ne güzeldi” kareleri, yan rollerde aksayan performanslar ve genel olarak klasik bir üslubu olan filmde birden karşımıza çıkan stilize bir sahne gibi kusurları da olan filmde yine de Osman Seden ve görüntü yönetmeni Erdoğan Engin’in kimi kamera açıları sahnelerin ruhuna uygunluğu ile dikkat çekerken, asıl alkışı hak eden Cahit Berkay’in müziği oluyor şüphesiz. Berkay’ın yıllar sonra Soner Arıca’nın disko yorumu ile katledilen melodileri gerçekten çok etkileyici ve bir Kadir-Türkân filmin ruhuna tam oturuyor. Çok dokunaklı, hüzünlü bu melodi filmin gitmeyi hedeflediği ama ulaşamadığı yere erişmeyi başarmış ve dinleyenin yüreğini titretiyor.

Evet, tüm önemli kusurlarına rağmen görülmeyi hak eden bir film bu. Aşkın ve tutkunun güzelliğini hatırlatması, tutkunun şiddet dolu bir kıskançlığın yanında devlere yakışan bir fedakârlığı da barındırabileceğini söylemesi ile de önemli üstelik.

Mazi Kalbimde Yaradır – Osman F. Seden (1970)

mazi kalbimde yaradir“Affet beni yavrum. Annen bir melekti. İkiniz de affedin beni”

Ailesi için yaptığı fedakârlık nedeni ile hayatı mahvolan bir kadının, kızının de aynı kaderi yaşamasına engel olmaya çalışmasının hikâyesi.

Osman Seden’in yazdığı ve yönettiği, Türkân Şoray, Ekrem Bora, Tanju Gürsu, Serpil Gül, Önder Somer ve Figen Han’ın başrollerini paylaştığı bu “Yeşilçam filmi” yer aldığı kategorinin tüm klişelerini arsızca taşıyan bir çalışma. Tesadüflerin, hastalıkların, ölümlerin, karasevdaların, fedakârlıkların en az on filme yetecek kadar bolca yer aldığı film Şoray’ın varlığının da kurtaramadığı ve hatta onun adına da talihsiz bir sinema eseri. Filmin ilgiyi hak ettiği tek bir “başarısı” var ki o da benzeri onca film düşünüldüğünde o kadar da önemli değil ama yine de Türk sinemasında onur ve fedakârlık kavramlarının kullanımı (bir başka deyiş ile sömürülmesi) üzerine düşünmenizi sağlıyor.

Dönem filmlerinde “müzik direktörü” olarak yoğun bir şekilde (iki yüzden fazla film!) çalışan Metin Bükey’in adını filmden alan şarkısı ile açılıyor film. Nakaratında “Mazi kalbimde yaradır / Sonsuz acı ve hatıradır” diyen bu şarkı ve genel olarak müzikler (Bükey imzalı olanlar) yarattığı nostalji duygusu ve hikâye ile uyumu nedeni ile filmin nadir çekici yanlarından birini oluşturuyor. Bu orijinal şarkıların yanında, Yeşilçam elbette Yeşilçamlığını yapıyor ve aralarında bizde daha çok Engelbert Humperdinck’in “A Man Without Love” adlı yorumu ile bilinen bir İtalyan şarkısının da (“Quando M’innamoro”) olduğu pek çok yabancı müziği işine geldiği gibi kullanıyor. Müzikleri bir yana bırakırsak, Türkân Şoray’ın güzelliği ve üvey annesinin babasını aldattığını öğrendiği sahnede tüm muhteşemliği ile açılan gözleri dışında geriye pek de çekici bir öğe kalmıyor açıkçası. Şoray hem anneyi hem kızını oynadığı filmde kariyerinin en boş karakterlerinden birini (aslında ikisini) canlandırmak durumunda kalmış ve performansı da vasatın ötesine hiç geçememiş. Sinemamızın bu muhteşem ve benzeri de hiç gelmeyecek olan oyuncusunun gerçekten başarısız kelimesini hak eden senaryolarda harcanmış olması ne acı! İlk kez karşılaştığı ve daha yüzünü bile görmediği bir adama doğru dönerken kirpiklerini sürekli olarak titretmek, mahzun bir aşk ile bakmak zorunda kalmak ve bir karasevdalının vücut diline bürünmek epey zor olsa gerek bir oyuncu için, tüm bunların saçmalığı nedeni ile. Diğer oyuncular da benzer problemler nedeni ile senaryonun kalıpları içinde gerçekten de “kalıp gibi” ifadesi ile tanımlanması gereken bir oyunculuk veriyorlar. Özellikle de Ekrem Bora herhalde kariyerinin en, kibar bir ifade ile “vasat” oyununu sergiliyor hikâye boyunca. Senaryonun karakterlerini çizerken gösterdiği özensizliğin en iyi ifadesi de Bora’nın aldatılan baba rolünde buluyor kendisini. Kızına kötü, iyi, kötü, iyi… davranan bu adamla ne yapacağınızı bilemiyorsunuz film boyunca.

Filmin ilk karesinde Türkân Şoray’ı gelinliği içinde bir şey (günlük, mektup?) yazarken görüyoruz ve anlıyoruz ki hikâye buradan geriye gidecek. Dolayısı ile hikâyesinin bir çeşit mutlu son ile biteceğini söylemiş oluyor filmimiz ki bu da standart Yeşilçam anlayışından farklı olsa gerek. Onca kusurunun yanında, senaryo için bir artı puan ne olursa olsun bu tercih. Ekrem Bora’nın karakterinin işlediği suçun (hikâyenin bununla tam olarak ne yapacağını bilememesine, daha doğrusu bu suçun olumsuzluğunu ne kadar vurgulayacağını bilememesine rağmen) varlığı da bir baş karakter için dikkat çekici bir farklılık. Bunları bir kenara bırakırsak, zorlama kelimesinin yetersiz kalacağı tesadüfler (hele o havaalanındaki karşılaşma!), bir anda başlayan tutkulu aşklar, saf kötüler ve saf iyiler, onur meseleleri ve fedakârlıklar… Senaryo birinden ötekine hiç ara vermeden atlayıp durmakta bir sakınca görmüyor. Ayrıntılar da umursanmıyor elbette; Almanya’ya İngiliz havayolları ile uçulup, Hollanda havayolları ile dönülüyor (o sırada havaalanında hangi uçak varsa, onunla yetinilmiş anlaşılan) örneğin. Anlatıcı sesin gerekli gereksiz ve çoğunlukla gereksiz araya girip anlatıp durduğu (hiçbir önemi olmadığı halde, evin altı aylık kirasının peşin ödendiğini neden söyler ki bir anlatıcı?) film, erotizme göz kırpması ile dikkat çekiyor ama bunu da “kör parmağım gözüne” ifadesi ile tanımlanacak bir şekilde yapıyor. Filmimizin kötü kadını tek başına olduğu bir ortamda adeta striptiz şovu yapar gibi soyunuyor örneğin veya bir başka sahnede külotlu çorap erotik dokunuşlarla çıkıyor bacaklarından. Camiye bırakılan bebek sahnesindeki “saçmalıklar” ve yüce imam karakterindeki propaganda da senaryonun önümüze boca ettiği vasatlıkların diğer örnekleri olarak dikkat çekiyor.

Karakterlerin sürekli birilerinin fotoğrafı ile gezindiği (hele Tanju Gürsu’nun Şoray’ın fotoğrafı ile birlikte bir liseli aşık sahnesi var ki anlatmak mümkün değil) filmde ilgiyi ve olumsuz anlamda çeken asıl konu ise tüm hikâyenin erkeklerin onuru ve kadınların fedakârlıkları etrafında dönmesi. Hikâyedeki tüm gelişmeler onur (erkeğin) ve bunun için yapılması gereken fedakârlık (kadının) kavramları etrafında dönüyor. Çekilen onca acı, çile ve kahıra rağmen, ulaşılan mutlu son da bize doğrudan olmasa da bunun olması gereken olduğunu söylüyor ki bir parça tehlikeli bir yaklaşım bu elbette. Film ne kendisi sorguluyor karakterlerinin tercihlerini ne de seyircisinin sorgulamasını istiyor; olması gereken bu çünkü! Hikâye ilerledikçe dozu artan bir şekilde en yüzeyselinden Yeşilçam havası ile karşı karşıya kalacağınız filmden iki de ders alıyoruz o dönem için: Silah çok kolay bulunabilen bir şeydir ve tüm genç kadınlar üniversiteyi bitirince babalarının yanında çalışmaya başlarlar.