“Sana Pamuk Prenses diyelim, tıpkı masaldaki gibi”
Öz annesi doğumda ölen, üvey annesinin yüzünden babası ile hiç görüşemeyen bir kızın tıpkı babası gibi bir boğa güreşçisi olmasının ve başına gelenlerin hikâyesi.
İspanyol yönetmen Pablo Berger’in yönettiği ve Grimm Kardeşler’in “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” adlı masalından yola çıkarak senaryosunu yazdığı bir İspanya ve Fransa ortak yapımı. Berger, çok bilinen bir masalı İspanya’ya has kültürel unsurlarla ve modern bir bakışla yeniden yorumladığı filmini siyah-beyaz ve sessiz çekmiş o dönemin sinemasına saygı duruşu sayılabilecek bir anlayışla. Görsel gücü yüksek, hem hikâyenin geçtiği 1920’li yılların hem de günümüzün sinema dilinin ustalıkla birleştirildiği ve İspanya’nın tarihi ve kültürüne aşinalıkla beraber alıncak zevkin daha da arttığı bu film, Michel Hazanavicius’un “The Artist”inden sonra gösterime girmiş olması yüzünden uluslararası arenada hak ettiği ilgiyi bulamamış olsa da önemli ve ilgiyi hak eden bir yapıt.
Alfonso Vilallonga’nın başarılı orijinal müziklerinin tıpkı sessiz dönemin filmleri gibi hikâyeye bolca eşlik ettiği yapıtı için çalışmaya aslında uzun bir süre önce başlamış Pablo Berger ama gerekli bütçeyi ancak sekiz yılda elde edebilmiş. Bunun sonucu ise yapıtının, Hazanavicius’un “The Artist”inden sonra gösterime girmesi ve o filmin başta Oscar olmak üzere kazandığı ödüllerinin ve seyirci ilgisinin gölgesinde kalması olmuş. Evet, her ikisi de günümüzde çekilmiş bir sessiz film olduğu için, seyircide bir önceden görmüşlük hissini yaratması normal Berger’in yapıtının ama diğerinin uçarı komedisine rağmen bunun dramı seçmesi, diğerinin popüler olma gayretine karşılık bunun yerel özelliklerden beslenmesi ve sinema dilinde eski ve yeniyi bir araya getirmeyi seçmesi nedeni ile kesinlikle farklı bir film çıkmış ortaya.
Hikâye 1910’lu yıllarda başlayıp, 1920’lerin sonlarına gidiyor finalinde ki bu yıllarda İspanya’da, 1923’de bir askerî darbe ile ülkenin başına geçen Miguel Primo de Rivera’nın diktatör olduğu bir yönetim vardı. Hikâyede bu bağlamda herhangi bir doğrudan veya dolaylı politik gönderme yok; ama üvey anne karakteri ve onun sevgilisi ya da üçkağıtçı menajer gibi karakterler bir yozlaşmayı, zulmü ve sömürüyü hep gündeminde tutuyor filmin. Kırmızı bir sinema perdesinin yavaş yavaş açılmasından sonra tamamen siyah-beyaz olan filmin açılış jeneriği yazıları folklorik bir öge olarak görebileceğimiz yerel motifler üzerinde beliriyor; seyredeceğimiz hikâyenin her bakımdan bir İspanyol öyküsü olduğunu gösteren ilk örnek bu ve daha sonra da boğa güreşinden flamenkoya (dans ve müzikleri ile) ve Endülüs bölgesinin parlak güneşine farklı örneklerle tüm filme yayılıyor bu tercih. En iyi orijinal şarkı olarak Goya ödülü kazanan “No Te Puedo Encontrar” başta olmak üzere İspanya motifleri ile örülü diğer şarkıları da filmi İspanya’ya has kılıyor; ama filmden o kültüre aşina olmayanların yeterli keyfi alamayacağı anlamına gelmiyor bu durum. Evrensel değere ulaşmış bir Grimm Kardeşler masalını modernleştirerek ve çarpıcı bir şekilde yerelleştirerek anlatan Berger’in ulaştığı sanatsal seviye filmi yeterince güçlü ve değerli kılıyor çünkü.
Üvey anneden zehirli elmaya ve cücelere Grimm masalının farklı parçalarını kullanıyor Berger ama hem kaynak eserin tüm masalların ortak yanı olan mutlu sonundan uzak duruyor, hem de kullandığı unsurları da dönüştürüyor “prens” örneğinde olduğu gibi ve masalların kategorileştirmelerine meydan okuyor bir bakıma. Benzer bir tavrı sinema anlayışı bağlamında da gösteriyor Berger; Vilallonga’nın müziklerinin de benzer bir şekilde yaptığı gibi, bir yandan sessiz sinemayı tekrarlıyor (örneğin 4:3 görüntü boyutu) sinema dili ile ama bir yandan da kurgu, kamera açıları gibi teknik alanlarda bu sanatın çağdaş havasını yakalıyor. Bir başka ifade ile söylersek, sinemanın başlangıç dönemine saygısını ihmal etmeden yeniden yaratıyor o zamanların sinemasını Berger. Başlardaki trajik boğa güreşi sahnesinde, Fernando Franco’nun filmin tümüne de önemli bir katkı sağlayan kurgu çalışmasının da katkısı ile, dramatik gerilimi çarpıcı bir başarı ile yakalarken yönetmen, çağdaş sinema ile sessiz sinemayı evlendiriyor bir bakıma.
Oyunculuklarda da sessiz sinema ile modern sinema arasında ilginç bir denge yakalıyor film; karakterlerinin kötücüllüğünün veya onların fiziksel ya da başka nedenlerle görsel olarak öne çıktığı anlarda oyuncuların performansları sessiz sinema dönemini çağrıştırırken, diğerlerinde çok daha modern bir hava yakalanıyor. Oyunculuklardan söz etmişken, filmin üç kadın oyuncusunun (büyükanneyi oynayan ve İspanyol sinemasının divası tanımını hak eden Ángela Molina, öykünün kahramanının genç kızlığını canlandıran genç oyuncu Macarena García ve üvey anne rolünde parlayan Maribel Verdú) performansları ile filmin masalsı havasına çekici bir uyum gösterdiklerini vurgulamak gerekiyor. Tüm trajedisi içinde, “ölü ile fotoğraf çektirme” ve “matador cücelerin boğa güreşi” sahnelerinde olduğu gibi karanlık bir mizaha da başvuran ve, kostümleri ve setleri ile dikkat çeken film Berger’in hayranı olduğunu söylediği sessiz sinema dışavurumculuğunun modern ve dozunda kullanımını oyuncluklarda da gösteriyor özetlemek gerekirse.
Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalı 1902’den beri sinemaya defalarca uyarlandı. Yönetmeni bilinmeyen ve bugün kayıp olan 1902 tarihli filmden Marc Webb’in 2024’te gösterime girmesi planlanan “Snow White”ına gerçek oyuncuların oynadığı pek çok farklı versiyonu var bu masalın sinemada. Bu uyarlamaların içinde Alman yapmı seks komedisi (Rolf Thiele’nin 1969 tarihli “Grimms Märchen von Lüsternen Pärchen“ adlı filmi) ve hatta bir Yeşilçam yapımı da (Ertem Göreç’in 1970 yapımı “Pamuk Prenses ve 7 Cüceler”) var. Pek çok animasyonda da hayat bulan; televizyon ve tiyatroya da uyarlanan masalın kuşkusuz en orijinal uyarlamalarından birini çekmiş Berger. Bunu yaparken de, İspanyol kültürünün ve sinemasının popüler unsurlarını modernist (ya da en azından bugünden yola çıkan) bir bakışla ele almış ve “The Artist”in eğlenceli popülerliğinin kaynaklarından biri olan nostaljiden uzak durmuş. Bir bakıma, sinemanın en İspanyol filmlerinden birini çekmiş yönetmen ama bu yerelsellikten evrensel bir sinema keyfi çıkarmayı da başarmış kesinlikle. Örneğin genç kızın hafıza kaybı ve ne olup bittiğini anlayabilmesinin hatırlamak ve yüzleşmekle ilişkilendirilmesi, İspanya’nın ülke olarak kendi geçmişi (İç Savaş, faşist Franco dönemi vs.) ile henüz tamamlayamadığı yüzleşmesinin gereklilliğini hatırlatırken, benzer bir eylemin tüm dünya tarihi için önemini de gösteriyor.