Zimna Wojna – Pawel Pawlikowski (2018)

“Polonya’da erkektin. Burada başkasın ya da ben bazı şeyleri kafamda uydurmuşum”

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir müzik ve dans okulunda öğretmenlik yapan bir adamla okula kabul edilen bir genç kadın arasında gelişen ve yıllara yayılan iniş çıkışlı aşkın hikâyesi.

Senaryosunu Pawel Pawlikowski’nin orijinal hikâyesinden Pawlikowski, Janusz Glowacki (Film gösterime girmeden önce hayatını kaybetmiş) ve Piotr Borkowski’nin yazdığı, yönetmenliğini Pawlikowski’nin yaptığı bir Polonya, Fransa ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Özellikle ülkesinde büyük ilgi gören ve 3 dalda (Yabancı Dilde Film, Yönetmen ve Görüntü Yönetimi) aday olduğu Oscar’ın yanında pek çok başka ödüle de aday gösterilen veya kazanan (Cannes’da alınan yönetmenlik ödülü de var aralarında) film 1949’da başladığı Polonya’da 1964’te sona eren ve arada Doğu Almanya, Yugoslavya ve Fransa’ya da uğrayan bir aşk hikâyesini anlatıyor. Yönetmenin kendi ebeveynleri arasındaki ayrılıp barışmalı aşktan ve Polonya’nın dünyaca ünlü halk dansı topluluğu Mazowsze’nin yaratıcıları Tadeusz Sygietyński ve Mira Zimińska’nın hayatlarından yola çıkarak oluşturduğu hikâye Polonya’daki komünist rejimin beklentilerinin yarattığı sorun başta olmak üzere engellerle karşılaşan bir aşkı dokunaklı, yalın ve görselliği hayli parlak bir şekilde anlatmayı başaran bir yapıt. Batı’da aldığı ödüllerde komünist rejime sert bir eleştiri getirmesinin önemli bir payı olsa da, filmin yıllar boyunca süren bir hikâyeyi 90 dakikanın altında bir sürede, iki başrol oyuncusunun çarpıcı oyunculukları ile ve hep orijinal görünmeyi başararak anlatması onu önemli ve değerli kılmaya yetiyor.

Kırsal yöreleri gezerek halk şarkılarını derleyen bir kadın ve erkeği göstererek başlıyor film ve tüm hikâyeye yayılan müzikli havayı da (sadece müzik bandı için bile görülmeyi hak eden bir zenginliği var filmin) ilk kez teneffüs ediyoruz. Bu iki kişi folk dansı ve müziği icra eden ve öğrenci yetiştiren bir okulun idarecileri ve öğretmenleridir. Gezilerinde hep yanlarında olan adamsa okulun müdürü ve aynı zamanda komünist yönetimin de üzerlerindeki gözüdür. Film ilk anlarından başlayarak iki öğretmenle müdür arasında bir gerilimin var olduğunu hissettiriyor bize. Bu gerilimi artıran ve iki öğretmeni zor duruma düşürecek olansa, başarılı çalışmalarını takdir eden komünist yönetimin onlardan rica ettiği bir yenilik olacaktır: Yönetim onların halk ezgileri ile ilgili çalışmalarından çok memnundur ama söylenen şarkılar genellikle aşk, âşıklar ve halkın günlük hayatı üzerinedir; onlardan beklenen ise barış, toprak reformu ve bunların karşısındaki tehditler ile “dünya proleteryasının lideri” (o dönemde Stalin) hakkında güçlü şarkıları reperturarlarına eklemeleridir. Bu arada okula kabul edilen bir genç kız enerjisi ve özgür ruhu ile erkek öğretmeni etkilemiştir ve aralarında kısa sürede bir ilişki başlar. İdeolojik ortamın başlattığı engeller ayrılıklara, sürgünlere, mahkûmiyetlere kadar değişen sonuçlara yol açacak ve hikaye “Kırık Bir Aşk Hikâyesi”ne dönüşecektir.

Siyah-beyaz çekilen filmde görüntü yönetmeni Łukasz Żal’ın çalışması yapıtın en önemli kozlarından biri. Kamera açıları, zaman zaman değiştirilen alan derinliği üzerinden elde edilen sonuç ve kelimenin her anlamı ile hikâye boyunca karşımıza çıkan karelerin güzelliği filme çok önemli bir çekicilik katıyor. Bir sahnede bu güzelliğe kendisini bir parça kaptırsa da (Müzik/dans okulundaki üç genç kızın yağmurlu bir havada ve alacakaranlıkta, açık bir pencerenin önünde oturdukları sahne klasik resmin ustalığının modern bir karşılığı adeta ama o görüntünün ruhunun hikâyenin ruhu ile hiçbir biçimsel ve içeriksel ilgisi yok), Żal’ın ve yönetmen Pawlikowski’nin iş birliğinin neticesi üstünlüğü tartışılmaz bir düzeye ulaşmış. Bugünkü Polonya’dan rejimin ideolojisinin çok farklı olduğu bir geçmişteki Polonya’ya bakan filmin bu “geçmiş” havası siyah-beyaz seçimi ile uyuşuyor organik bir şekilde ve bu tercih bir estetik oyun olmaktan çok farklı bir yerde duruyor böylece. Bir başka şekilde söylersek; siyah-beyazın doğasında yer alan nostaljik hava (ille de olumlu bir çerçeve içinde bakmadan) ve bir şeyleri yitirmiş olma duygusu burada hikâye olarak da karşılığını buluyor.

Rejimin ve Moskova’daki dostlarının hoşuna gidecek şarkıların “teşvik ve yönlendirme” ile halka benimsetilmesi gerektiğine inanan yönetim anlayışına -ve elbette, bunun üzerinden komünizme- sert bir eleştiri ile yaklaşıyor film. Bu siyah-beyaz (kötü-iyi) yaklaşımı, anlatılanların gerçekliği bir yana, çok doğru bir seçim olmamış ama bunu bir parça dengeleyen bir unsuru da var filmin: Adamın tek başınayken veya yanında kadın varken Fransa’da yaşadıkları (“Burada işler böyle yürüyor”) piyasanın kontrolüne bırakılan bir dünyada popülerliğin içerik kadar, bunun bir hikâye ile de süslenilmesi gerektiğine bağlı olduğunu hatırlatıyor. Ne var ki sonuçta “kötü” olanın dev bir Stalin posteri önünde bir rejim ve liderleri güzellemesi ile sert ve net bir biçimde sergilendiği bir hikâyede, iki eleştirinin gücü arasında hayli önemli bir fark var.

Yıllar boyunca süren bir aşkı anlatmak için kısa sayılabilecek bir süresi var filmin ve senaryo bu “uzun” hikâyeyi anlatırken ilginç bir tercihte bulunuyor. Birden fazla sahnenin sonunda hikâyenin kahramanlarının ne karar alacağını, nasıl bir yol seçeceğini ve bu yolun sonucunun ne olacağını merak ediyorsunuz; bir sonraki sahnede ise doğrudan sonucun kendisini görüyorsunuz. Bu adeta “özetleyen” yaklaşım başta bir eksiklik duygusu yaratmıyor değil; ama Pawlikowski’nin anlattığı aşkın iniş ve çıkışlarını çok daha iyi vurgulamasını sağlamış bu yöntem. Yönetmenin olayların ruhunu bir kenara bırakıp doğrudan, hatta eylemin kendisine de değil, sonucuna atlaması bir tempo endişesinden kaynaklanmıyor kuşkusuz. Seine Nehri üzerinde süzülen bir tekneden kıyıları ve köprüleri zarif bir sessizlik içinde ve âşıkların gözünden görüntüleyen kamera oldukça telaşsız bir havaya sahip örneğin ve yukarıda anılan “pencere önündeki genç kızlar” görüntüsünün aksine oldukça doğal olması ile de hayli başarılı.

1955 yılında Yugoslavya’ya uğrayan hikâye o dönem ülkeyi yöneten Tito’nun SSCB’den bağımsız politikasının sonucunu da gösteriyor gerilimli bir bölümünde ama Polonya yönetimi sadece olumsuz öğelerle anılıyor her zaman. Sanata ve sanatçıya iktidarın ya da piyasanın egemen olduğu iki farklı dünyayı eleştiren filmin finali de oldukça başarılı. “Diğer tarafa geçelim, orada manzara daha iyi” cümlesi ile sonlanan bu bölüm filmin neden bir “kırık aşk hikâyesi” olarak tanımlanabileceğinin en sağlam gerekçelerinden biri olabilir. Yönetmenin kendi anne ve babasına ithaf ettiği filmin gözden kaçmaması gereken bazı incelikleri de var. Örneğin 1949’da adamın evinde Sovyet besteci Dmitri Şostakoviç’in bir fotoğrafını görüyoruz. Stalin döneminde eserlerinin çalınması yasaklanan ve sansüre uğrayan bestecinin bu resmi üzerinden kahramanımızın rejimle başının derde gireceği ima ediliyor bir bakıma. Bir başka örnek olarak da, filmin Michelangelo Antonioni sinemasına ve özellikle de onun 1952 tarihli “L’Eclisse“ (Batan Güneş) filmine görsel ve hikâye bazlı göndermelerinden söz edebiliriz. İki âşığın kırda yan yana uzandığı sahne başta olmak üzere pek çok görsel unsurun yanında, iki âşığın birden fazla kez ayrılmaları ve her bir bir araya gelmelerinin bir sonraki ayrılığın habercisi olmasını ve daha doğrudan bir referans olarak Pawlikowski’nin yapıtında pek çok sahnenin geçtiği caz kulubünün adının “L’Eclipse” olarak belirlendiğini hatırlamakta yarar var. Antonioni’nin başyapıtında erkek kahramanın kadına “Yabancı bir ülkedeymişim gibi hissediyorum” demesinin, Pawlikowski’nin filmindeki erkeğin yabancı bir ülkede, Fransa’da gönüllü/zorunlu sürgün olması ile karşılığını bulduğu da dikkat çekiyor.

Kaçtığı Fransa’da sinema filmleri için müzikler hazırlayan kahramanımızın bir sahnede üzerinde çalışırken gösterildiği filmin Riccardo Freda ve Mario Bava’nın yönettiği 1957 yapımı “I Vampiri” adlı korku filmi olduğunu meraklısı için belirtelim. Bu çaresiz aşığı oynayan Tomasz Kot ve sevgilisi Zula rolündeki Joanna Kulig karakterlerini içinden geçtikleri duygusal çalkantıların tuzağına düşmeden sadelikle ama çok güçlü bir şekilde yaratmışlar beyazperdede. Onların çok önemli katkıları ile; yıllara ve ülkelere yayılan, bir krizden diğerine geçen ve önünde hep güçlü engeller olan aşkları gerçekçi ve etkileyici bir şekilde yansıyor bize. Filmin zaman zaman kapıldığı ideolojik nefrete rağmen, özellikle kadın karakteri üzerinden bireyselliği de dikkat çeken bir hikâye anlatabilmesi önemli. Zula’nın güçlü kişiliğinin eylemler ve sonuçları üzerinde asıl belirleyici olması da -olumlu anlamda- dikkat çekiyor. Yönetmenin iki âşığı çoğunlukla birlikte değil, ayrı ayrı ve/veya birbirlerine bakarken göstermesini aralarındaki sevginin “imkânsızlığı”nın metaforu olarak görebileceğimiz filmde bu iki karakterin yüzlerindeki ifadenin neredeyse her ânında bir kısa hikâye güzelliğinde sergilenmesinin hem iki başrol oyuncusunun hem de yönetmenin başarı hanesine yazılması gerekiyor. Pawlikowski’nin her bir karede sevgi ile yaklaştığı çok açık olan bu iki karakterin hikâyesi görülmeyi ve sevilmeyi hak eden bir yapıt. Filmin tüm müzik bandı da folk ezgilerinden caz melodilerine, sahip olduğu güzellikle ayrıca takdiri hak ediyor kuşkusuz.

(“Cold War” – “Soğuk Savaş”)